26 Ağustos 2022
Bir Dostun Ardından
08 Aralık 2021
Alışkanlığın İntikamı
"Öyle ki, alışkanlık denen şey olmasaydı, hayatın, her an ölme tehdidiyle karşı karşıya olan kişilere - yani bütün insanlara - harikulade görünmesi gerekirdi." - Marcel Proust, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
Makyaj masasını çalışma masası olarak kullanıyorum. Üzerinde çalışma, okuma ve yemek yiyebileceğim bir masam olmasına rağmen ayrı bir çalışma masam olduğunda kendimi daha iyi hissediyorum. Çalışma masamın üzerinde bir takvim var. Hani böyle ay ay katlanabilir olanlardan. Yanında da bir kalemlik. İçinde çeşitli kalemler. Bu ikisi de günlük hayatımın çok önemli parçaları değiller. Belki kalemler ama takvim hiç değil. Fakat onlar orada durdukça kendimi güvende hissediyorum. Hayatımın 18 yılı boyunca günün ortalama on saati bir çalışma masasında oturdum ve masanın sağ tarafında kalemlik ve takvim, sol tarafında her akşam kapayıp her sabah açtığım bir ajanda bulundu. Geçen hafta Pazar sabahı marketten gazete aldım. Bir zamanlar pazar kahvaltıları sonrası iş aramasam da okuduğum Hürriyet İş İlanları ve planlar yaparak rahatladığım Kültür ve Sanat ekiyle hatırladığım kendimi, kendimle konuşurken buldum. İyi hissettim. Doktorların ilaçları aynı saatte almamızı salık vermesinin bir nedeni de bu değil mi; vücudumuz alışsın.
Rutin iyidir ama alışkanlık korkunç! İçimizdeki hayatı dondurduğunda bizi iyi hissettiren rutinlerimizin alışkanlığa dönüştüğünü anlarız ama iş işten geçmiş olur.
Not: Bu yazıyı yazalı bir kaç hafta oluyor. Gün aşırı oturuyorum yazmak için, bir kaç öfkeli ya da sıkkın cümle yazıp kalkıyorum. Pek çoğunuz gibi ben de şu cümleyi kuruyorum; hiç bu kadar umutsuz hissetmemiştim hayat karşısında, insana dair. Beyin ölümümün gerçekleştiğini hissediyorum. Hemen her şeyi kafamın içinde yaşayıp bitiriyorum. Oturup düşünüyorum, sonra hiç bir şey yapmıyorum. Mutlu olduğum tek rutinim, apartmanın önüne mama koymak ve kedilerin yemesini seyretmek.
26 Ekim 2021
Yoruldum
Ne tuhaf bir dünya oldu… Artık her ne yaparsan yap, neyi ne kadar iyi ya da kötü yaparsan yap, başkalarına göstermiyorsan bir değeri yok gibi… Bu sosyal medya bezdirdi sanırım beni artık… Ne gördüğün senin ne yediğin sanki… Karından kocandan önce hiç tanımadığın insanlar görüyor bazen ne kadar mutlu ya da üzüntülü olduğunu.. Oturmuş kitap mı okuyorsun kahvenle evde, kocanın haberi yokken bu huzurundan hiç tanımadığın bir adam sana “bol keyifler” diyor ve sen ona; teşekkür ederim diyorsun, mesela. Ya da denize bakıyorsun dalgın, başın ağrıyor, üzgünsün, karın haberdar değilken neyin var, başka biri sana şu ilacı kullansanız iyi olur, diyor mesela. Özel nedir? Kimdir yakının? karıştı sanki… Sonra bir bakıyorum insan en çok nerden beğeni alıyorsa nerden yorum koparıyorsa o olmaya başlıyor. Sevmediği bir konuda belki uzman gibi davranıyor. Kim olduğunu, nasıl biri olduğunu unutuyor sanki insan… Julia Roberts’ın bir filmi vardı yıllar önce Kaçak Gelin isimli. Üç beş kişiyle nişanlanıyor tam düğünde nikahtan kaçıyor. Her nişanlandığı adam yumurtayı nasıl yiyorsa o da öyle seviyor yiyor. Sonra bir gün bir kafede uzun uzun düşünüyor; ben yumurtayı nasıl seviyorum! diye… Onun gibi işte…
Bi kere bir YouTube kanalında bir diziden bir oyuncu için “ne kadar kötü oynuyor” yorumu yapmıştım. Kadının biri, “gözün kör herhalde, ne kadar iyi oynuyor, iyi bak bence” gibi bir yorum yaptı. Ben ciddiye alıyorum inanır mısınız. Oturup üzülüyorum; neden bu kadar “terbiye yoksunu” oldu insanlar, diye. Ben oyuncuya laf etmişim sen bodoslama bana dalıyorsun! Ne yazarken kelimelere dikkat var ne de karşımızdakinin kalbi olan bir insan olduğu hatırlanıyor. Bir uzman kanalında teknik bir soru soruyorum, anlamıyorum bir daha soruyorum, ben anlatayım tatlım! gibi saçma bir cevap alıyorum alakasız birinden. Hem herkesin sanki tanımadan birbirini saydığı sevdiği bir dünya hem nefretini kusmak için fırsat aradığı bir haller, haller dünyası oldu sanki… Mesala, biri özelden mesaj yazsa her yazana insandır düşüncesiyle uygun şekilde cevap veriyorum; tanışmak için yazıyorsanız tanışmak istemiyorum, bir şey soracaksanız buyrun diyorum. Ama artık anladım ki önemli olan ne yazdığınız değil cevap vermeniz herhangi bir kelimeyle de olsa. Sanki cevap yazınca hazırsınız “her şeye”... Hatta biri demişti, madem konuşmak istemiyorsunuz neden cevap yazıyorsunuz! Oysa bana ne kadar kabalık geliyordu birine cevap vermemek. İşte, konuşmak istemediğimi yazıyorum, demedim artık… Ama kelimelerin bir anlamı yoksa, neden “yazıyoruz” artık… Velhasılı; anlamsız bir ciddiyetle yaklaşıyorum bu dünyaya ve benim baş edebileceğim bir karmaşa değil, anladım…
07 Haziran 2020
Gidenler
09 Mayıs 2020
Zeytin Çekirdeği
Kahvaltıda sevdiğim ürünlerden biri zeytindir. Siyah zeytini tercih ederim ama annemin yaptığı yeşil zeytini de çok severim. Annemden edinmek her zaman mümkün olamadığından dışarıdan çoğunlukla siyah zeytin alırım. Yeri gelmişken, zeytinin bir meyve türü, zeytin yağının ise zeytin meyvesinin suyu olduğunu eklemek isterim.
Kahvaltımı ortadaki kaplar içinde duran peynir, zeytin, yumurta gibi ürünlerden tabağıma doldurarak ederim. Uzun bankacılık yıllarımda uzun kahvaltılara pek fırsat bulamazdım ne yazıkki. Sabahları yetişmeye çalıştığım 06:40-50 servisinden sonra ancak poğaça ya da tostla güne başlardım. Bundan ötürü son yedi yıldır sabahları yavaş uyanıp yavaş yemeği pek severim. İşte efenim, sabahları zeytini güzelce yedikten sonra çekirdeğini nereye koyacağıma bir türlü karar veremiyorum. Kahvaltı tabağım var elbet ama ona koyarsam diğer yiyeceklerle karışıyor, bundan hem hoşlanmıyorum hem de ısırırım dişim acır diye korkuyorum. Peçeteye koysam ziyan oluyor gereksiz, boş tabak alsam kirleniyor boşuna, kirli bir tabak arasam her zaman mümkün olmuyor olsa da kahvaltı sofrasında kirli tabak zevksiz. Bazen çözümler bulmuyor değilim; sofrada bir kaç kişi olduğunda yumurta kabuklarının konulduğu kase bir çözüm oluyor ama tek başıma ya da iki kişiyken sofradaki bu kirlilik yine gözüme batıyor.
İşte böyle incir çekirdeği, yok zeytin çekirdeği sorununu sizlerin nasıl çözdüğünü merak ederken, şimdiden teşekkür ediyorum.
05 Mayıs 2020
Hayat Anlatır İnsan Dinlemez
O günden sonra hayat biz binada kalanlar için bir yandan oldukça kolaylaşmıştı. Primlerimiz hariç her şey ödeniyordu; maaşımız, yemeğimiz, yolumuz, sigortamız. İş güç neredeyse yoktu. Şubedeki pazarlamacıların hedefleri yoktu. Müşterileri ikna etmek, para satmak, gelirleri artırmak zorunda değillerdi. Biz operasyondakiler için işlem süreleri kalkmıştı. Olmayacak işlemlere onay verme baskımız yoktu, pazarlamacıların o müşteri şöyle bu müşteri böyle kaprisleri yoktu. Tek sıkıntımız en üst katın yeni sahiplerine işlemi onaya kim götürecek, kim soruları cevaplayacak geyikleriydi. Saniyeler içinde milyon dolarları marklarla değiş tokuş eden hazine yetkilileri yan masayla tetris oynuyordu. Bizim ekip kağıt falından sıkıldıkça dolap arşiv düzenlemesi yapıyorduk. Son bir yıldır haftanın dört günü dokuzlarda çıkarken o günlerde saat altı der demez sokaktaydık. Zaman geçsin diye kattan kata merdivenle çıkıyor, koridorlarda bulduğumuza eee diyorduk. Ben o zaman Ortaklar caddesinde oturuyordum. Altıyı on geçe evin önündeydim, çok iyi hatırlıyorum. Vardığımda henüz öğlenmiş gibi hissediyordum, Pırıl pırıl güneş, harika bir balkon, ağaçlar, kuşlar ama oturup Maria'yı izliyordum... Anılarım depreşti konudan sapıyorum galiba... Diğer yandan hepimizde kaygı, stres, mutsuzluk hakimdi. Çay odasında bir limoncu açılıyor, sonra bir köfteci açılıyor, bir çiftlik kuruluyor, hepsi kapanıyor sonra yeniden açılıyordu. Bu sürece maddi açıdan çok eksilerde yakalanan benim gibilerle, birikmiş parasının hesabını yapanların suratı aynıydı. Şaşırtıcı olan asıl buydu şimdi düşündüğümde. Olaylara dışardan bakabilmek için zaman da gerekiyor...
Bir yıldan fazla süren o günler iş hayatımın en eğlenceli zamanları olabilirdi. Olmadı. Hatırladığım nadir eğlenceli akşamlar, -şimdi emin değilim o zamanlar mıydı ama öyle olmalı-, bir kaç çay bahçesi masasının atılı olduğu şimdilerde kütüphane olan Kadıköy belediyesinin hemen yan tarafında Saniye ve Sibel'le buluşup, çekirdek çitleyerek gelen geçene baktığımızdı. Ne güler, ne uzun konuşurduk o yaz. Yüzlerce kitap bitirebilir, İngilizce'de ustalaşabilir, para harcamadan pek çok hobi edinebilirdim. Evet, maddi kaygılar oldukça güçlüydü ama hiç bir şey yapmamamın da bu kaygıya bir faydası yoktu. Yapmıyorduk. Olsun diye yırtındığımız zaman bolca avuçlarımıza bırakılmıştı, biz onu hiç bitmeyecekmiş gibi havaya savuruyorduk. O yılın sonundan ayrıldığım ikibin on iki ortasına kadar bir daha öyle bir zamanım olmadı.
Belirsizlik insanı neden eylemsiz kılıyor?
24 Nisan 2020
Dünya Halleri
Bugünlerde biz insanlar sanki ilk defa ölümle karşılaşmışız gibi davranıyoruz.
Kasım ayında Çin'in Wuhan kentinde ortaya çıkan grip belirtileri gösteren bir virüs bugünlerde hemen bütün ülkelere yayılmış durumda. Bugün itibariyle dünyada 2,5 milyondan fazla kişi covid19 olarak adlandırılan bu virüse yakalandı. Başlangıcından bu yana geçen altı ayda 180 binden fazla kişi hayatını kaybetti. En fazla ölüm sırasıyla; ABD, İtalya, İspanya, Fransa ve İngiltere'de görüldü. Mart ayı ortalarıyla bizim de içimiz dışımız virüsten korunma tedbirleri ve haberleri oldu. Bugüne kadar virüs nedeniyle 2 bin beş yüz kişinin vefat ettiği ve 100 binden fazla hastamız olduğu söyleniyor.
56 milyon kişinin öldüğü 2017 yılında 1.2 milyon kişi trafik kazaları,18 milyondan fazla kişi kalp ve damar hastalıkları, 8 milyon kişi kanser nedeniyle öldü. Ölümlerin çoğunun önlenebilir hastalıklardan kaynaklanması en dikkat çekici bilgi. Henüz binlerle ifade edilen bu virüsten korkumuz öyleyse neden? Bir çoğumuzun bu soruyu son zamanlarda tartışığını tahmin ediyorum. 'Henüz', olmasının korkusu mu? Hani desek ki insanlar insanlığını hatırladı, umarım... ölümden korkuyorlar, çok öldük yüzyıllarca... ölüm biçimi çok fena, daha kötüsünü de gördük, görmedik mi?
Tuhaf, anlaşılmaz şekilde, daha önce başka ölüm nedenlerine vermediğimiz tepkileri veriyoruz, tedbirleri alıyoruz; dünya'nın hemen her ülkesinde sokağa çıkma yasakları, evden çalışma sistemlerinin kurulması ama fabrikaların açık bırakılması, maskeler ve eldivenlerin vücudumuzun parçaları olması, el sıkışmayı ve sarılmayı bırakmamız, hapşıran, öksüren yoldaki insanlardan elinde silah varmış gibi kaçmamız, huzurevlerini terk eden hemşireler, kendi kendine ölen onlarca yaşlı, mülteci kamplarındaki salgın vakaları ya da ölümlerden bihaber bizler ve hükümetler, virüsle yüzyüze gözgöze çalışmak zorunda olan kişilerle diğer yandan evde kapalı kalmaktan canı sıkılan kimileri, çatıdan çatıya tenis maçları, balkondan balkona verilen konserler, içilen içkiler, görüntülü görüşme sistemleriyle kıyılan nikahlar vesaire vesaire. Daha önce komik, olmaz, hadi canım dediğimiz pek çok davranışın gündelik yaşamımız oluvermesi...
Zorunlu ihtiyaçların neler olduğu, yaşam şeklimizin aslında başka başka türlü de olabileceği pek çok detay belirdi akıllara. Ocak ayında varili (1 varil 159 litre) 70 dolardan alıcı bulan petrol bugünlerde 25 dolarlardan alıcı bulabiliyor ancak ve bugün petrolün litresi Türkiye dolar hesabına göre suyun litresinden daha ucuz. Kısaca, suyun petrolden pahalı olduğu günlere geldik Ey Romalılar! Hayat son ana kadar şaşırtabiliyor, sözünü kerelerce yaşadığımız günlerden geçiyoruz. Bakalım daha neler neler olacak... Önce sağlık, sonra iyilik güzellik...
29 Ocak 2020
Biliyorum
08 Ocak 2020
06 Ocak 2020
Görmek ve Hayaller
Evet, rahatlıkla söyleyebilirim ki hayal gücü geniş bir çocuk olmadım hiç. Benim dünyam gördüklerimden ve görme ihtimali gördüklerimden ibaretti. Şöyle ki; bir çocuğun elinde bir oyuncak gördüm diyelim. O zaman ben çocuklara oyuncak alındığını düşünür ve bir oyuncak hayal etmeye başlardım. Ayakkabılarımı malumunuz annem seçerdi. Bir seferinde bir çocuğun ayağında dizlerine kadar uzun siyah bir çizme görmüştüm. O zamanlar kar çok yağardı Karadeniz'e. Bir kaç hafta uzun siyah çizme diye mızırdandığımı hatırlıyorum. Sonunda annem almıştı, üstelik bana sürpriz yapmıştı. Bir sürpriz hatırladığımda onu bilirim hâlâ. Bir haritaya bakarak bir yerlerde olmayı, bir denize bakarak kayığım olmasını, bir ağaca bakarak çıkabilmeyi hayal ettiğimi hatırlamıyorum meselâ hiç. Ta ki gidene, binene, çıkana kadar ya da yapabilenleri görene. Bununla birlikte küçüklükten bu yana sürdürdüğüm başka bir şey var. Çok kolay inanırım. İçimde, söylenenlere ve olacaklara dair korkunç saf bir inanç vardır. Mesela biri biri hakkında bir şey dese bir başkası ilk "yok canım yalandır", diyebilir. Ben bunu bir kaç dakika düşündükten sonra derim.İnancın, kendi içimizde büyüttüğümüz bir şey olduğunu söylüyorlar Ahlat Ağacı'nda. Öyleyse inanmak istemekten kaynaklı bir inanış olabilir bendeki. Hayallerden beri bu benim inanç meselesine bakarsak, benimkisi düpedüz kolaycılık olmalı. İnanmak düşünmeyi gerektirmez çünkü. Meselenin en kötü yanı, inanmak kendi iç gözümüzü kör eder öncelikle. Kendimize bakışımızı bulanıklaştırır ve yanlış yaptığımızı, yanlış yerden hatta belki yanlış yere baktığımızı görememize sebep olur. İçinde bulunduğumuz durumlara olan körlüğümüz nasıl olması gerekliliğini de karartır. Sözün özü şimdilerde inanmak meselesinin iyi bir şey olmadığına kanaat getirdim.
01 Ocak 2020
2020-1
Karşısındaki katildir. Ve eğer onu öldürürse kendisi de katil olacaktır. Herkes kendi yaptığından sorumludur. Bundan sonrasında olaylara göre söylenecek çok şey olabilir, biliyorum. Seçimlerimiz ne kadar manipülatif olursa olsun bizim seçimimiz midir, değil midir? Belki budur durup düşüneceğimiz. Bilmiyorum. Belki bunun tek bir doğrusu yok. Hayatı tek bir doğru üzerinden yaşamaya çalışmak bizi, hayatın kendisinden uzaklaştıran robotlara çevirir belki. Bildiğim; içimde neresinden baksam tutamadığım, tutunamadığım bir şeyler olduğu. Ve o kadar çok işim var ki yapacak... Ve parmaklarım o kadar ağır ki... Dünya hep dönüyor. Çok merak ediyorum, ne olursa duracak bu dünya...
30 Aralık 2019
Benim Diyecek Bir Şeyim Yok Ki
24 Aralık 2019
Soru İşareti?
13 Haziran 2019
Oradan Buradan Sözler
04 Haziran 2019
30 Mayıs 2019
Şimdi
Yorgunluğumu, bezginliğimi ve sırtımdaki bilgisayarı bahane ederek Levent'ten Beylerbeyi'ne taksiye bindim. Arabeskin en kötü örneklerinden biri çalıyordu, değiştir misiniz demedim; "şu mezarda yatan benim sevgilim" diyen çok kötü bir ses ve müzikle Avrupa'dan Asya'ya geçebilirdim, bunu yapabilirdim.
İstanbul uzun yıllardır olduğu gibi baharı yok sayarak kıştan yaza atlamış. Köprünün üstünden geçerken gördüğüm manzaraya dönüp, ben de olsam buradan atlayarak intihar ederdim, diye düşündüm. O kadar güzeldi!
Şimdi, Beylerbeyi'nde muhtemelen her çalışanın görmek isteyeceği bir manzaraya bakarak çalışıyorum. Köprüden bir taksi geçiyor. Bir kadın camdan el sallıyor. Ben de ona el sallıyorum. Dedemin at üstünden bana, sen yürüyemezsin atın yanında gelme kızım, deyişini hatırlıyorum. Gülümsüyorum elbet. Köprünün üzerinden geçen taksi geçip gitmesine ramak kala duruyor.
28 Mayıs 2019
Yorgunluk Çelişkisi
Şimdilerde anlıyorum ki benim için yorgunluk kafamda sürekli yapacak bir şeyleri taşımak ve neyin ne zaman biteceğini kestirememekmiş. Belirsizlik beni donuk, böyle salak gibim bir şey yapıyor. Bitmemiş işlerin varlığı beni fena halde yoruyormuş. Çalışkanım zannerdim, yanlışmış. Yapacak bir şeyler varsa bitirmemek beni rahatsız ediyormuş...
25 Mayıs 2019
Soru Neydiden Sorun Neydiye
21 Mayıs 2019
Basit Tespit
Not: Bir çok farklı yorumunu özellikle müzik yorumunu dinledim şu türkünün. Bunun girişindeki sazı duyar duymaz; işte bu! dedim. İyi müziği ayırt edebilmek o kadar keyifli bir duygu ki. Selda Bağcan edasında -fiziği de benzer- hobi olarak gitar çalıp söyleyen bir arkadaşım var. Yıllar önce birlikte evde müzik dinliyorduk, kontrabası duyuyor musun, demişti?.. Artık duyuyorum ve müziği duymak var olduğumuzu hatırlatan harika bir his...
20 Mayıs 2019
Gündelik Şeyler
Sonra, arkadaşlarımın makyaj malzemeleri altı yıl kullanılmaz Azize demelerine kulak asarak makyaj markalarını dolaştım. Sorduğum sorulardan satıcı adamın yüz ifadesine bakınca gelişmelerin epey gerisinde kaldığımı anladım. Son zamanlarda izlediğim makyaj yapma videolarından aklımda kalanlara göre; hani allık sürmeden önce yüzü aydınlatması için bir şeyler sürülüyor onlar bunlar mı, dedim, o çok başka bir şey hanfendi, az, orta ve yoğun kapatıcılar var, hangisinden istiyorsunuz, dedi. Hepsinin bende nasıl duracağından emin bir şekilde gülümseyerek, biraz daha dolaşayım dedim. Eğer oradan bir göz farı seti, göz kalemi, rimel, pudra ve bir allık alarak çıksaydım inanabiliyor musunuz, bir aylık asgari ücretin yarısını verecektim. Böylesine fedakarlık denmezdi. Satıcı adam, isterseniz yüzünüzde görelim nasıl aydınlatıyor dedi. Bilsem ki zihnimi de aydınlatacak dört yüz yirmi beş lira verirdim, dedim. Ama bedava ne varsa sürdükleri için ben de denedim. Genç ve güzel olmak parayla ilgili derlerdi de inanmazdım.
Makyaja karşı değilim ancak genç yaşta makyajın hücrelerin tazeliğinin yüze yansımasını kapattığını düşünüyorum şahsen. Lisedeki yeğenimin yüzüne baktığımda öyle aydınlık ve ışıltılı görünüyor ki yazık onu renk renk tozlarla örtmeye... Makyaj kırk beş ellilerden sonra hayatın kırıklıklarını* örtmek için birebir bence. Gözlerimizin altındaki uykusuz geceleri gündüze çevirmek için, bir kısmını geride bıraktığımız kirpiklerimizi belirginleştirmek için ve kaybettiğimiz utangaçlığımızın alını türetmek için... Başka yerden birkaç bir şey aldım ben de. Bir arkadaşımı çağırdım bakalım ne kadar değişmişim göstermek için, gelmedi. Dert etmedim. Bence aynıydım zaten.
*Ve yılların yorgunluğunu...