31 Aralık 2014

Umutlu ve Merhametli Bir Yıl Olsun

Efendim Merhabalar,

Yeni yıl yazısı yazayım pek istedim bu sene, ama gördüğünüz gibi son saate kaldım. Bütün gün temizlik yaparken kafamdan neler neler geçirmiştim yazmak için. Şimdi, halim de yok, yazacaklarımı da hatırlamıyorum pek.  Bazı şeyler zamanında yapılmalı galiba a dostlar.
Takvimi, yazarak sıfırlamak istemiyorum, o nedenle yazacağımı yazıp arkama yaslanayım en iyisi.
Geçen sene yazdığım yazıya baktım da, bir yeri ilginç geldi. Sevmeyi bilmiyorum demişim. Bu sene ortalarında bunu bir kez daha tekrarladım bir yazıda; "sevmeye çalışmak istiyorum seni..." Bu benim için önemliydi oldukça. Yeni yılda, umuyorum yazdığım kişi için de önemli olur...

Burada kayıt altına almak isterim ki; günde en fazla yedi saat uyumak ve her sabah yapmaya çalıştığım yürüyüşümü aksatmayayım istiyorum bu yeni yılda.

İki şey var bir de dilediğim. Aslında aynı şeyden iki tane istiyorum. Daha önceleri de aklıma gelirdi ama ilk defa bu kadar çok istiyorum. Bu defa gerçekten istiyorum. Oldukça zor. Hani derler ya, bu olsun sana inanayım hayat! Bu olsun, mucizeye inanırım belki...

Hoşça kalın.
Hayattaysanız, hayatla kalın...

Ben bu şarkıyı çok sevdim...  Zamanın başlaması gibi; hayatınızın ağır akışı gibi, heyacanlanışınız gençlik dediğiniz baharınızda, dönüp duruşunuz dünya ile birlikte, hızlanışınız zaman zaman, durmanız, sonra yine kalkmanız... Ve bir gün, bir zaman, hiç beklemediğiniz bir anda duruvermesi zamanın...
Bana böyle geliyor bu müzik... Her şey silinebilir kalbinizden gün gelir. Çocuk sevincimiz ve merhametimiz daim olsun umarım. Gün olur kötü de olur kişi, gün olur bencil, ilgisiz,duyarsız, kör de olabilir, vicdanımız içimizden eksilmesin yalnız... 

27 Aralık 2014

Randy Pausch'un Biyografisi Üzerinden Kanser ve Psikososyal Etkileri

1960 yılında doğan Amerikalı Bilgisayar Bilimi profesörü Dr. Randy Pausch, pankreas kanseri nedeniyle 25 Temmuz 2008 yılında hayatını kaybetmiştir. Bu çalışma, hastalığı öğrenip, yaşamını yitirdiği süreye kadar, iki yıl boyunca Randy’nin neler yaşadığı, neleri farklı yaptığı, bugün bir makale konusu olmasını sağlayan, yaşam ve hastalığı ile ilgili farklı bakış açısı ile ilgilidir.
Tıp dışı bir çalışma olması dolayısıyla Pankreas kanserinden çok az bahsedilmiştir. Aynı zamanda, sosyal hizmetler çerçevesinden tıbbi sosyal hizmetin ve psiko-sosyal tedavi süreçlerinin kronik hastalıklardaki rolünden bahsedilmeye çalışılmıştır.

Kanser, yaşamla bağımızı koparma tehdidiyle hemen hepimiz için ürkütücü bir hastalıktır. Terim, neredeyse ölüm ile eş anlamlı algılanabilmektedir.
Dünyada ikinci sırada ölüm nedenini, kardiyovasküler hastalıklardan sonra kanser oluşturmaktadır. (Demirekin, 2014, s. 19) Kanser olarak tanımlanan hastalık, en basit, en kısa tanımı ile hücrelerin gereğinden fazla üremesidir. Kızıltan, 2010, s. 13'e göre, “Normalde günde 10 bin kadar kansere yol açabilecek mutasyon oluşur. Ancak vücudumuzu koruyan genler ve antioksidan gibi maddelerin etkisiyle kanser oluşmaz.”
Kelime kökeni Hipokrat ve eski Yunan’a kadar dayanır. Milattan önce, Hipokrat bazı tür tümörleri carcinos ve carcinomo olarak tanımlanmıştır. Dönemin Yunancasında bu kelimeler, tümörün ilerleyişi yengeçlerin ilerleyişine benzetilerek, yengeç, (crab) kelimesine referans edilmiştir. Bir başka Yunan hekim, Galen (130-200 AD) oncos kelimesini tümörü tanımlamak için kullanmıştır. Kötü huylu tümörlerin tarifinde halen yengeç benzetmesi kullanılmaktadır. Galen’ in terimi, “oncologists” (onkoloji) uzmanları tarafından kanser isminin bir parçası olarak kullanılagelmiştir. ( American Cancer Society, 2014)
Konu ile ilgilenenler makalenin devamını buradan edinebilirler. 

Makaleden alıntı yapmak isteyenlerden, beni haberdar etmelerini bilginin saygınca paylaşılabilmesi adına, tüm umudumu koruyarak, diliyorum. 

22 Aralık 2014

Sayiklamalar XIII

Sabah yerlerdeki sular donmuştu. Gökyüzü mavi cam rengindeydi ve parlaktı. Böyle günlerde ne derler bilirsiniz; hava kar topluyor. Henüz bırakmadı. Bekliyoruz.

Nergisler çıkmış. Her yerde Nergis satılıyor. Çok güzel kokuyorlar. Bayılıyorum Nergis kokusuna. Ben küçüklüğümde sümbül derdim bunlara. Herhalde ta üniversitede falan birileri bana sümbül budur, nergistir senin dediğin dedi, öyle öğrendim. Artık biliyorum hangisi hangisidir ama, yine de görünce ilk aklıma sümbül geliyor. Her şeyin çocuklukla ilgili olması ne fena.

Bir dişime kanal tedavisi yapıldı. İki kanallı bir dişmiş. Kanaldan kanala fark var tabii. Süveyş kanalı da var mesela, kanal D de, 7'de, A'da. Bunlar deri ve kemik arasına sıkışmış ince sinir hatlarıydı. Bir tek diş için uygulama yapıp, her bir kanal için para alması ayrı, o milimetrik kanalları temizlemek ve doldurmak için bir saatten fazla zaman harcaması ayrı bir dertti doktorun. Diş çok önemli. Beslenme mi, yemek sistemi mi, işte o sistemin yani öğütmenin ilk basamağı haliyle. Eh, yaşamımız da karnımızı doyurabilmek üzerine kurulu olduğuna göre, diş önemli. Para da önemli. Kim ola ki şu takas sistemini kaldırıp paraya para diyen acep. Bulup dövsek. A, bu arada biliyor musunuz, Türkçedeki para kelimesi Farsça parê kelimesinden gelir, küçük parça demektir. Yükte küçük pahada ağır.

Bu aralar ikide bir gözüm sulanıyor. Bugün kütüphanede ders çalışırken bir de ne göreyim; yanaklarımdan bir şeyler akıyor. Böyle durumda ne denirdi; sinirlerin bozuk senin. Aklıma geldi, gelmesi ile gülümsedim. E, bozuk tabii, daha iki gün önce iki sinirimi söktü aldı dişçi. Haliyle ayarları bozuldu sevgili sinirlerimin.
Sinirlerin ayarı bozulunca başka şey daha var tuhafıma giden; kişi neden sinirli olur ki o zaman. Sinirlerim azalmıştı oysa. Bu ara öfkeleniyorum basit şeylere, çokça da kendime.

Geçen hafta Nazlı Eray'dan son kitabının tanıtımını dinledim. Tanpınar'ın hayatına dair hayretle dinlediğim şeyler anlattı. Çok keyif aldım. Çok hoşuma gitti. Kaç gündür o var aklımda yazmak için, bir türlü olmadı derslerin yoğunluğundan. Yeni yıldan önce inşallah. Ama durun, heyecanlandım şimdi; yılın son yazısı daha başka olmalı sanki. Aman canım, abartmayalım. Bu bile olabilir o yazı. Hem, zamanı bu şekilde ayırmayı doğru bulmuyorum ben. Zaman, hayat, bir döngüdür, çemberdir. Hiç bir şey yeni baştan başlamayacak 7x24 sonra, her şey olduğu gibi akmaya devam edecek.
Geçen sene, Ankara'da bir arkadaşımın evinde girmiştim yeni yıla. Çok geniş bir ailesi var sağolsunlar. Hep beraber tombala oynamıştık eğlenmiştim epey. Sonra korku filmlerindeki gibi bir sis bastırmıştı. İlginçti. Ondan önceki sene, Pasedena şehrinde, sabah yapılacak Gül Bahçeleri festival geçidini en önden izleyebilmek için kaldırımlara çadır kurmuş insanlara şaşarak girmiştim yeni yıla. Bakalım bu sene nasıl olacak. Nergisli bir yılbaşı istiyorum. Alayım bitmeden.  

15 Aralık 2014

*Bağışla ayrıkotu hep ben konuştum

"Zor olan, diyor, şiirin hayatını yaşamaktır.
Yazmak sonra gelir hep." 
(...)



OLTU TAŞI
Ağzından başlamalı seni anlatmaya
Çocuğum, ağzın Çin ipeği, yangınlar, oltu taşı

Soğuk su çeşmesi, genel grev senin ağzın
Kendini ordan oraya atan aptal bir deniz

Ağzın çarşıda lacivert kuşlar satan çocuk
Tarla adında üç ayda bir çıkan bir dergi

Bizim küçük ırmaklarımız senin ağzın
Küçük bir sokaktan küçük bir alana inmek her gün

Ağzın Bursa'da zaman, çok kapalı çarşılar
Eski harflerle yazılan gece

Çocuklar, kuşlar, yaz günleri senin ağzın
Ağzın ipek kıvamında aklımda

İlhan Berk


*Asıl adı Emrullah İlhan Birsen. N. İlhan Berk imzasını da kullandı. Bir söyleşisinde çocukluk yıllarını şöyle anlatır: 

"Çocukluğum Manisa'da geçti işte. Manisa'da Dervişane mahallesinde oturuyorduk. Altı kardeştik. Bunlardan ikisi kız, dördü erkekti. Babam, annemden ayrılıp başka bir kadınla evlenmiş, bize ağabeyim bakıyordu. Ben bu küçük evde önce ilkokula, sonra da ortaokula gittim. İlkokulun üçüncü sınıfında beni okuldan alıp mahallemize yeni taşınan bir dişçinin yanına verdiler ve ben onun yanında üç dört yıl çalıştım. İlkokul diplomasını sonradan o dişçi aldırttı bana ve yine onun gözetiminde ortaokula gittim." 

Ortaokuldan sonra Balıkesir Necatibey İlköğretim Okul'undan mezun oldu ve Giresun'un Espiye ilçesinde iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. 1945'te Gazi Eğitim Enst. Fransızca bölümünü bitirerek Zonguldak, Samsun ve Kırşehir'deki ortaokullarda Fransızca öğretmeni olarak çalıştı.(1945-1955)

*Bir Yeryüzü Tanığı, seçme şiirler kitabından.

13 Aralık 2014

Eksiği olsa da,

George Eliot'un erkek olduğunu sanan kadın yazarlar vardır. Ihlamurun ağaçta yetiştiğini sanmayanlar kadar normaldir bu da. 
Hiç dağ eriği görmeyenler, hamsi yemeyenler kadar normal insanlardır.
Dünya üzerinde, dünyanın yuvarlak olduğunu sanmayanlar bile vardır, ben inanırım. 
Sekiz yaşındaki yeğenim, evimin kütüphaneye çok yakın olduğunu sanıyor mesela, ona hediye olarak kitap yolladığım için çoğunluk. İçinden, oyuncakçıya yakın bir yere taşınmam için dua ettiğine eminim. 
Birden aklıma geldi nereden geldiyse, baktım da; Kahmanmaraş Akdeniz bölgesindeymiş. Söylemişti biri hatta da inanmamıştım. Ben Doğu Anadolu'da sanıyordum. İlk defa galiba, hem ağladım hem güldüm bunu öğrenince... 

Olabiliyor; insanın bilmediği tuhaf şeyler, bildiği tuhaf şeyler kadar. 

Her şeyin normal olduğunu söyleyebiliriz bu açıdan, ama yine de korkarız. Dün bir arkadaşa sordum; "Neden olmasın?" 
"Herkes senin kadar cesur değil", dedi. Ah! Bilseydi, benim ne kadar korkak olduğumu bir zamanlar... 
*
Ağaçları görebiliyorum, hatta çamları bile sabahları cama bakan masamdan. Görebiliyor olmama şükürler olsun. 
Serçeler her sabah pencereye geliyorlar ufaladığım ekmekleri almaya, unutunca kızacaklar diye korkuyorum bazen. Seslerini duyabiliyor olmama şükürler olsun.
Teyzem incir reçeli göndermiş Karadeniz'den, yiyebiliyor olmama şükürler olsun.
Sabahları ekmekle birlikte 'bitter' tadelle de alabiliyor olmama şükürler olsun. Ve sabahları, yürüyüş için erken uyanmam gerekliliğine.
Ve yazabiliyor olmama, ve okuyabiliyor olmama... 
Eksiği olsa da, şükürler olsun... 
*
Böyle kötü bir filme, böyle güzel müzik yapılsın! Bari prenses Tamina için biraz çaba gösterselerdi. O nasıl prenses öyle! Olacak iş değil. Neyse ki Jake Gyllenhaal başrolde. Yine de iki kere izledim. Eksiği olsa da...

11 Aralık 2014

Adlandırmak Çelişkisi

Çok güzel bir klasik müzik çalıyordu kanalda. Ben de bir yandan taze fasulye ayıklıyordum. Kenarları alsam mı diye düşündüm, sonra vazgeçtim. Ben öyle de yerim. Hatta bu noktaya dikkat edip etmediğini merak ettiğim birine sordum; "Sence fasulyenin kenarlarını alayım mı, almayayım mı? O, ya soruyu çok ciddiye aldı, ya da yerken dahi- bir gün olsun fasulye ayakladığını hiç sanmıyorum da- aklına gelmediğinden olacak, "Ben nereden bileyim ki!", gibi bir şey dedi. Geçmiş zaman, pek hatırlamıyorum.
Gidip müziğin ne olduğuna, kim tarafından çalındığına bakmak istedim. Sonra vazgeçtim. Çok güzeldi. Neden bilmek istiyorum ki? Sonradan tekrar dinlemek için? Unutmamak için? Bilmek için? Bilmek önemli tabii. Sonra vazgeçtim. Güzel olduğunu bileyim, yeterli dedim.

Adlandırılmayan yoktur, diyor İlhan Berk.
*
Ömrüm, etrafımdaki dağınıklığı düzenlemekle geçti.
*
Eve gelirken otobüsün en önünde geldim. En önde gelince yüksek araçlarda, yolun üstünde uçuyormuşsun gibi hissedebilirsiniz.
Ben küçükken hissederdim. Ortaokul dönemimde iki yıl Turunçova'dan Finike'ye gidip geldim. Yarım saat kadar sürüyordu yol. Öğrenciler için ücretsiz otobüs seferleri vardı. Erkekler ve kızlar otobüsü ayrıydı. Bu iki sene boyunca neden kızların otobüsünün daha erken geldiğine söylenmiştim. Çünkü kaçırıyordum otobüsü sık sık ve erkeklerin otobüsüne binmek zorunda kalıyordum. On iki-on üç yaşında herkes uykuyu sever ama değil mi? Neredeyse ön cama yapışmış halde arkama hiç bakmadan yola dikerdim gözlerimi. Bir yandan da severdim ama; yolun üstüne uçuyormuşum gibi gelirdi. Hele bazı tümseklerde havalanıp yere iner gibi olurduk, o bambaşka bir şeydi. Lakin, şimdi aklımda, tüm yol boyunca herkesin bana bakıyor olma ihtimaliyle kendime lanet okuduğum değilde, uçtuğumun kalmış olmasına mutluyum.
*
Dişimin ağrımasından nefret ediyorum, ama yine de ağrıyor dişim.
*
Bugün dünya dağlar günüymüş. WWF öyle diyordu. Dağlar; dünya dağlar gününüz kutlu, mutlu olsun diyorum. Bir gün birinizin zirvesine çıkıp selamlaşmak kısmet olursa, sizi daha çok seviyor olmayacağım, sizi hep sevdim, ve de seveceğim çünkü, ama ben o gün çok mutlu olacağım, bilesiniz... 

09 Aralık 2014

*Hiç Yara Almadan Aynadan Geçemezsin

Ablam aşktan öldü
Her şey filmlerdeki gibi oldu
Bir hazan yaprağı gibi düşerken
pencereye bakarak

Son nefesini verdi mucize
sevgililer buluşamadı
Hayat orada o kıyıda
masalın berisinde kaldı

hiç yara almadan 
aynadan geçemezsin
geçemezsin aynadan
hiç yara almadan

Aşktan ölmenin bin yıllık tarihini
ablam yeniden ama yeniden yazdı

Söz: Yıldırım Türker
Müzik: Sezen Aksu

07 Aralık 2014

*Tek yaptığımız tutanak tutmak, gerisi takdir-i mutlak...

Beni bilenler nasıl bir Yeşilçam sineması hastası olduğumu bilirler. Bir çok filmi tekrar izlemişliğim, izlemediğim filme rastladığımda şaşmışlığım çoktur. Son bir kaç haftadır kah isteyerek kah sırf sıkıcı bir işi kolay atlatmak için aynı anda film izledim. Yeni dönem sinemasından bunlar.  Kısa kısa üzerlerinden geçmek geldi içimden müsadenizle efendim. Buna girizgah yaparken dahi Yeşilçam sinemasıyla girmeden edemiyorum bakın. Öyle severim, ne yapayım. Geçen akşam sinemaya gittim. Sinema salonu girişinde Vesikalı Yarim filminin afişi vardı, bakarken filmin girişini kaçırdım, o kadar severim yani.


İşte, son zamanlarda izlediğim yeni Türk sinemasından bende kalanlar;
Unutursam Fısılda'yı izledim geçen akşam. Güzel ama bir Mustafa Hakkında Her Şey, değil. Çağan Irmak'ın en güzel filmidir benim nazarımda. En kötüsü de Issız Adam'dır diyebilirim. Hala yeri geldi mi soruyorum; o filmde ne zaman aşık olup, ne zaman ne yaşadılar, biri bana anlatsın lütfen. Bu filmde bir, Hümeyra'nın, hayatın ve tutkuların peşinden gitmekle ilgili bir nutku var; izlenmeli, bir de son sahne de yaşlanmış bir sanatçının hüznü ve kardeş sevgisi var, görmeye değer. Onun dışında sıradan bir film. Daha doğrusu başkası çekse daha olumlu eleştiri yapabilirdim, ama Çağan beyden beklentim yüksekti. Ona has sahne geçişleri, otantik anlatımlar vardı ama biraz tekrar kalmıştı artık.
Çok komik filmdi Pek YakındaNiye olumsuz eleştiriler aldı daha çok ve neden gişe başarısı düşüktü anlamadım şahsen. Cem Yılmaz benim gözümde kendini yönetmen olarak ispatlamıştır gayri. Zeki bir adam kendisi. Nereye bakacağını, nereden yakalayacağını, nasıl konuşacağını konuşturacağını, neyin espri olduğunu, neyle dalga geçeceğini iyi biliyor. Sevmediğim filmleri de vardı, ama Pek Yakında filmi, çok naif, çok komik, çok keyifli bir komedi olmuş. Hep aynı oyunculara rol verdiğine dair eleştiriler almış. Bırakın a dostlar, ne olmuş, iyi oynadıktan sonra ne hoş olmuş olmuyor mu!?
Bu İşte Bir Yalnızlık Var; eğri oturup doğru konuşalım lütfen dostlar. Romantizm bu mudur? Özgü Namal'ın oyunculuğunu çok beğenirim. O bile yetmemiş filmi kurtarmaya. Engin Altan Düzyatan, oyunculuk yapmasan olmaz mı? Bu izlediğim ikinci ya da üçüncü filmin ama gel sen başka bir alana yoğunlaş, hı? Hani, bazen bazı şeyler için yetenek gereklidir ya, e, olmayınca olmuyor işte. Mandıra Filozofu; Eh işte. Bence komik değildi. Anlattığı şeyleri anlatan çok daha iyi film olsun, kitap olsun, tiyatro olsun sanat eseri var. Yine de, yüzüncü kez de olsa iyi işlenebilecek bir konuydu. Tekrardan öteye gidememiş. Dümdüz anlatmış, hikayesi yok. Hele o; yok efendim niye uçağa biniyor muşuz, o zaman yoldaki güzellikleri, organik peyniri, sütü, yumurtayı, sebzeyi kaçırırmışız. E ama lütfen, uçakla böyle bir karşılaştırma abesle iştigal değil de nedir? Aklına örnek gelmiyorsa verme. Kim sana ne diyecek.
Labirent; yönetmen Tolga Örnek. Son zamanlarda izleme
Vesikalı Yarim, Halil'in Sabhiha'yı gördüğü an.
listesine aldığım yönetmenlerden. Bir kere tekniği çok iyi. Hareketi nasıl anlatacağını, oyuncuyu nasıl kullanacağını, kamerayı yönetmeyi çok iyi biliyor. Bu açık. Kaybedenler Kulübündeki geçişleri, elektriği düşünün. Aynı şey Labirent filminde de var. Geçen gün ev temizliğime hareket katsın diye tekrar izledim. Timuçin Esen hatırına bir kaç kez daha da izleyebilirim. Efendim, şöyle izah edeyim durumu; bir erkek, nasıl anlatsam, "bakabiliyorsa", baktığında konuşmasına gerek kalmıyorsa, bana bir 'şeyhler' oluyor o zaman... İçim titreyiveriyor, kalp atışım bir kaç sayı artıyor.  İşte Timuçin beyin her rolü öyle bende. Ama hayatta ve sanatta, dahasını görmediğim bir bakış vardır ki!..  İzzet Günay'ın Vesikalı Yarim'de Türkan Şoray'ı ilk gördüğü sahne... Deyin ki bana bir erkek bir kadına ilk görüşte aşık olursa nasıl bakar? İşte böyle bakar...

Neredesin Firuze; beğenmeyenin karşısında vallah kavak ağacı gibi dikilebilirim. Şarkılı-türkülü bir şölendir. Ezel Akay'ın her filmini sorgusuz izledim, hepsini de beğendim. Müthiş renkli, müthiş yaratıcı bir yönetmen. Bu filmini de yine bilmem kaçıncı izledim geçen gün. Ne komik, ne hüzünlü bir filmdir. Mesela, Özcan Deniz'in oyunculuğunu pek sevmem, ama role oturmuş, rol de onu kavramış. Ben buna yine Akay'ın becerisi diyorum. Müzik piyasasını nasıl da güzel özetlemiş bize. Bir de Ezel beyin filmlerinde hikaye olmasa da olur bir haller vardır. İnsanlardan yapılı animasyon gibi, masal gibi renkli ve heyecanlıdır. Ben ilk bu nedenle severim. Filler ve Çimen; rastgele seçip izledim bir can sıkıntısı günümde. Derviş Zaim'den izlediğim ilk filmdi. Hem konu, hem işleyiş hem de oyuncular çok iyiydi. Bildik bir politik hikayeyi güzel kurgulamış. Ne büyütmüş ne küçültmüş, sanki olduğu gibi ama güzel hikayeleştirmiş. Sevdim. Vizontele Tuuba; yine tekrar izlediklerimden. Kaçıncı, hatırlamıyorum. Her seferinde gülerim, hüzünlenirim, sinirlenirim, düşünürüm, üzülürüm. Severim insanları yine yeniden ve de kahrolsun bazı insanlar derim. Yılmaz Erdoğan komik olanı anlatmayı iyi biliyor. Belki bu hikaye çocukluğunun anıları olduğundandır bilemiyorum ama, her bir karakter ayrı güzel. İyi de bir oyuncu aynı zamanda. Kelebeğin Rüyası; dram konusunda komedi kadar iyi olduğunu söyleyemeyeceğim Yılmaz bey'in. Fazla kasmış. "Oscar" alırız belki diye ne anlatacağını şaşırmış sanki. Verem var, Zonguldak maden işçileri var, ikinci dünya savaşı var, yoksulluk var, aşk var, var da, ama hiç biri yok. Hepsini eğreti tutmuş. Bir tek şiirin elinden sıkıca tutmuş. Şiir severler izlesin derim, bir şey kaybedilmez, çok ta hoş olur. Şiir aşkı bir tek çok güzel verilmiş filmde. Bahsi geçen şairler kurgu değil. Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur'un gerçek hayatından kesitleri içeriyor film. Şiirlerinden de örnekler var. Detaylar düşünülmüş, çaba, emek verilmiş belli ama bir şeyleri yanlış yapmış sanki Yılmaz bey. Birilerine çok özenirsiniz de filmde bir yapaylık, olmamışlık olur ya, öyle bir şey vardı. Oyunculuklar iyiydi diğer yandan. Mert Fırat'ı genelde de çok beğenirim mesela. İzlemiş olduğuma memnunum sonuç olarak.

Efendim, gelelim, şair adı başka, yönetmen adı başka enteresan yeni dönem yönetmenimize: Onur Ünlü. Deli olduğunu düşünenler olabilir. Kendinin bunu umursayacağını hiç sanmıyorum, okuduğum, izlediğim kadarı ile. Belli, hayatla bir derdi var. Karşılıklı bir kavga halindeler. O ona vuruyor, Onur Ünlü ayağa kalkıyor hayata vuruyor gibi. "Kral Çıplak" durumunu satır arasından çok güzel anlatabilen biri, naçizane bence. Her filmini izledim. Geçenlerde, Sen Aydınlatırsın Geceyi,  bir kaç gün önce de Beş Şehir filmini. İkisi de harika. Şimdi, insanlar aşık olunca midelerine bir sancı girer gibi olur ya hani? Sevdiğini görünce ayakları yerden kesilir falan da denir. Uyuşturucu alınca da benzer şeyler oluyormuş derler. Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde uçuyor bir çift havada. Bildiğin öyle uçuyor. Benim mideme bir şey oluyor sana da oluyor mu diyorlar birbirlerine hatta. E, uçar demiyor muyuz, uçuyorlar işte! Bence bu da bir ironidir ve güzel bir ironidir. Bir başkasının elinde saçma sapan bir anlatıma dönüşecek konular onun elinde sanata dönüşüyor, yine naçizane bence. Güneşin Oğlu diye bir filmi vardı mesela, bildiğin güneşin oğlu oluyordu insanlar. Ama, diyorum ya; satır araları, işte onu çok güzel anlatıyor. Beş Şehir ise, çok keyifli, çok aşık, çok aşklı, çok hüzünlü, çok ölümlü, çok güzel bir film. İçinde geçen şarkıları defalarca dinledim. Oyuncu seçimleri de farklı ve güzel. Gizli yetenekleri iyi biliyor. Filmde konuşan ve tavsiyeler veren, Heideger okuyup sigara içen bir kedi var. Diyorum ya, başkasının elinde rezalet olacak bir konu, onda "hikayeye" dönüşüyor, dönüşmüş. Hem hikayeler Tanpınar'ın Beş Şehir kitabından esinlenilmiş, bu da ayrı güzel.

Beş Şehir filminden bir sahne.

Böyle işte...

* Kelebeğin Rüyası filminden. 

05 Aralık 2014

Sayıklamalar XII

Bazen, bugün ki gibi, evi kıyı köşe temizleyip her şeyi yerli yerine koyduğumda şöyle bir etrafıma bakıyorum. O an ki; yapılacak her şeyin bitmiş olduğu zamanı sevdiğimi fark ediyorum.
Bugün, farklı olarak, bundan neden hoşlandığımı düşündüm; mecbur olduklarımı bitirip hala zamanımın olmasıydı bu. Diğer mecbur olduklarımın zamanı gelmeden önce "boşa" zamanının kalması.
Keşke ölüm de böyle gelse. Yapılacak her şeyi bitirdiğimi düşünüp, oturup sadece beklesem...

02 Aralık 2014

Maalesef!

Bu hikayenin birinci kısmı, kendisini ikinci kısıma borçludur. Birinci kısımdan sonra, ikinci kısımla karşılaşınca yazılmaya karar verildi.

Birinci kısım: 
Efendim, hikayemiz bir kütüphane odasında başlar.
- Merhaba. Bu kitabın CD'sini alacaktım. Yukarıdan size yönlendirdiler.
- Film mi, CD mi?
- Film?!
- Film ise DVD'dir.
- Ekranda CD formatında olduğu yazıyor bilemiyorum tabii. Ama benim alacağım şey bu kitabın filmi.
- Peki, DVD'ler yukarı katta. Siz merdivenlerden çıkın, ben yan taraftan geliyorum.

Kendisi asansör ile üst kata çıkar. Aynı anda yukarıda buluşulur.

- Kayıt numarasını aldınız mı?
- Evet, burada.
- O değil, DVD kayıt numarası. Bunlara sizin bakmanız gerekiyor, bizim değil!
- Baktım zaten, burada sadece kitabın numarası var ve kitap ile CD bir arada aynı numara ile kaydedilmiş.
- CD mi yani, siz bana film dediniz!
- Ben size film dedim. Hangi formatta olduğunu bilmiyorum. Kütüphane ekranında CD yazıyor, onu da söyledim. Siz bana...

Görevli, sözün bitmesini beklemeden hızlıca asansöre doğru gider ve aşağıya inilmesini söyler.
Aşağıda arkadaşına söylenirken duyulur:

- Beni oralara kadar çıkardı. Bir de bana film diyor. Meğer CD'ymiş. Bıktım bunlardan, dolsa şu günümde kurtulsam,öff.

Sessizce içeri girer filmi alacak olan. Bekler. Görevli CD'yi çıkarır. Arkadaşına sorar;

- Bunlar da kayıt altına alınıyor mu DVD'ler gibi?

Arkadaşı evet demeden öğrenci atlar;

- Evet, tabii.

- Size sormadım, der görevli.

Yine susar öğrenci. Diğer kadın CD'yi alarak kayıt için odadan çıkmaya hazırlanır. Öğrenci CD'ye doğru uzanarak:

- Bir dakika lütfen. Verir misiniz CD'yi bir dakika. Siz burada çalışıyorsunuz ama elinizin altındaki materyalin ne olduğunu bilmiyorsunuz daha. Filmler CD ya da DVD formatında olabilir. Bu teknik bir farklılıktır. Ben size DVD demedim, bu kitabın filmini istiyorum dedim. Siz, film ise DVD'dir, dediniz. Bütün filmleri DVD'de zannediyorsunuz.

Kadın konuşmuyordur. Devam eder öğrenci.

- Ayrıca, arkamdan konuşmayınız, çok ayıp, karşınızda ilkokul öğrencisi yok, burası üniversite kütüphanesi. Yüz yüze konuşabiliriz, der ve kadının bir şey demesini beklemeden odadan çıkar. 

İkinci görevli kayıt işlemini yapar ve resmi birkaç kelime eder kibarca... 

İkinci kısım: 
Bitmek üzere olan yemek tabağını ve kitabı masaya bırakıp, telefonunu şarj makinasına takmaya gider öğrenci. Döndüğünde kitap masada değildir. Masanın başında bir adam kitabı incelemektir. Bu kitap, o, CD'si alınan kitaptır.

- Merhaba, ben de korktum birden, kitabım gitti diye.
- Numarasını anlamaya çalışıyordum kızım. Bu iki oldu bakıyorum, kütüphane numaralama sistemi değişmiş artık galiba, ya da burası farklı uyguluyor olmalı. Roman bu, değil mi?
- Biyografi.
- İşte, benim zamanımda romanlar 800'lü numara ile başlardı. 811'ler şiirler olurdu mesela.
- Aa, hiç bilmezdim. Türkiye' de ki bütün kütüphane numaralama sistemi aynı mıydı yani? Zamanında hiç dikkat etmemişim.
- Tabii ki. Ama bilmemen normal o zamanları. Şimdi barkod sisteminde pek belli olmuyor.
- Doğru ya, yoksa her memurun her seferinde yeni sistem öğrenmesi gerekirdi... Yok canım, hatırlarım. Siz bakmayın bana. Ben önce bir on beş seneden fazladır çalıştım, sonra yine öğrenciliğe döndüm.
- İyi yapmışsın. Ben emekli öğretmenim. Beş altı yıl kadar kütüphanede çalıştım. Bütün kitapların ön sözünü okumuştum. Ancak o şekilde numaralandırma yapabiliyorduk.
- İlginç görünüyor. 
- Evet. Size iyi günler kızım. Alayım mı tabağını da, bitirdin mi yemeğini.
- Hayır hayır, kalsın lütfen.Teşekkür ederim. Size de iyi günler. Kolay gelsin.

Tabak toplama servis arabasını masaların arasında sürerek uzaklaşır...



30 Kasım 2014

Aykız' ın kolyesi II

Her yirmi sekiz günde bir, ay yeniden çember olmaya başlamadan önce ay insanları köyün en ortasında bir yerde toplanırmış. Henüz doğalı on sekiz kış görmemiş olanlar ile, yeterince kış gördüğünü düşünenler bu toplanmaya gelmezmiş. Ay insanları kimseye artık yaşlanmış demezmiş, ta ki, kişi kendinin artık yaşlanmış olduğunu söyleyene kadar. 
Bu toplanmalar da sorarmış içlerinden rastgele biri; "Ey ay insanları, aramızda eksik olan nedir?" Sanki önceden sözleşmişler gibi her seferinde başka biri sorarmış. Sonra, içlerinden yine rastgele bir ses cevaplarmış; "Bilgelik eksik." 
"Nedir o?", dermiş biri yine. İlk cevabı veren değil de bir başkası cevaplarmış; "İşte, bu soruyu cevaplayacak olan eksik"
"Aramızda başka eksik var mı, ey ay insanları?", diye yine sormaya devam edilirmiş. "Aramızda masumiyet eksik.", diye cevaplanırmış bu soru da. "Masumiyet neden gereklidir?", diye sorulurmuş bazen. Bazen bir kadın öne çıkarmış ve diğerlerinden önce konuşmaya başlarmış, "Masumiyet hiç bir şey bilmez, bu yüzden bilgelikten de ötedir." Bir başka kadın daha da öne çıkıp, "Hiç bir şey bilmediğini bilmek, yaşlılarımızın ulaştığında yaşlı olduklarını anladıkları, en erdemli zamandır. Çocuklar ki, bu şansla doğarlar. Hiç bir şey bilmeden baktıkları derelerimiz, ağaçlarımız, çimenlerimiz ve dağ eriklerimiz onların ışığı ile büyürler. Masumiyetin ışığı olmazsa elimizdeki ve yüzümüzdeki kiri göremeyiz, görüp yıkamak aklımıza gelmez.", demiş. "Öyleyse çocuklarımızı ve bilge yaşlılarımızı korumak, gözetmek ve sevmekten vazgeçmeyelim, ey ayinsanları.", dermiş ilk soruyu soran.
Ondan sonra herkes kurulmuş sofraların başına geçer, getirdiklerini yer, ay batmadan evlerine giderlermiş. Her, ay çemberinin dolduğu günün ertesi gecesi tekrarlanırmış bu sorular. Cevaplar hep başka ama aynı manada olurmuş. İşte böyle severmiş ay insanları çocuklarını ve yaşlılarını.

Aykız'ın günleri genellikle bir diğeri ile aynıymış. Her sabah uyanır, okula gider, okuldan gelir, önce eve girer, sonra sokağa fırlarmış. Ay gökte görünene kadar da eve gelmezmiş. Annesi o doğarken daldığı dalgınlığından uyanmamış. Babası ve o, akşamları yemek yer, sonra uyurlarmış. Yaşlı ay insanları ya çok daldığını, ya da uyanmakta geç  kaldığını söylemişler annesinin, ama uyanmamış işte bir daha. Bu yüzden Aykız rüya görmeyi çok sever, o da annesi gibi daldığını ve bir gün onu rüyasında göreceğini ve konuşacağını düşünürmüş.
İşte, bu yedi yaşına kadar hiç görmemiş annesini rüyasında. O sabah, yüzü kendi gibi bulut renginde olan, gözleri dere gibi gri bir kadın görmüş rüyasında. "Üzülme, tamam mı kızım. Sen olanla yaşamayı öğrenebilecek yaştasın." demiş bu kadın ona. "Bir şey olmadı ki! Sen kimsin", demiş Aykız. "Olacak olan olduğu zaman üzülme", demiş, tekrar dere renkli gözlü kadın. Uyandığında çok telaşlıymış Aykız. Anlayamamış, hemen içeriye babasına koşmuş. Güneş henüz yükseliyormuş, içeriden ateşin sesi geliyormuş, biraz soğukmuş ama yine de terliymiş sırtı. Aklı rüyasındaki kadında imiş. Bu yüzden hiç fark etmemiş tenindeki eksiği.
Babası ateşin başında elindeki şeye bakıyormuş. Aykız babasına bakmış, aynı anda elini boynuna atmış. Kolyesi babasının elinde imiş. Kelebeği elinde tutuyor, zinciri ateşe doğru sarkıtıyormuş. Babası Aykız'ın gözlerinin içine bakmış, ellerini dudaklarına götürmüş ve "şiiihhhtt", demiş. Aynı anda kolyenin bir yüzünü ateşe tutuvermiş. Aykız öyle şaşırmış öyle şaşırmış ki, hiç bir şey diyememiş. Sadece bakıyormuş. Babası yanına doğru yaklaşmış, bir yüzü yanmış kolyeyi yanına bırakmış ve gitmiş.

Aykız sormayı düşünmüş çoğu kez yaşlı ay insanlarına; babası neden kolyesinin bir yüzünü yakmıştı. Rüyasındaki kadın annesi miydi?
Sonra, hepsini unutur soruların, "Ne güzel bir kadınmış", dermiş dereye bakarken. Ay kadınlarının en güzeliymiş sanki.
Sormamış kimseye. Kimseye de söylememiş. Kolyesinin kendine bakan yüzü yokmuş artık. Bu nedenle ki, kendi içini göremiyormuş.
Ay çocuklarına bakıyormuş, ay kadınlarına, ay yaşlılarına bakıyormuş. Baktığı her ay insanını anlamaya çalışıyor, kendi içinin de mutlaka onlardan biri gibi olduğunu düşünüyormuş. Mutlaka birine benziyor olmalıymış. İnsan insana benzerdi, ay insanı daha çok benzerdi. Böyle dermiş babası. Ama, artık babasının dediklerini pek dinlemiyormuş. Her yeni yaşında kendini bir başka ay insanı gibi görüyormuş. Böylece bulmaya çalışıyormuş. Her kış geçip bahar geldiğinde, kendinin olabileceğini düşündüğü, içinin benzediği, kendini bulabileceği, en azından kendine bakarak olmasa da diğer ay insanları gibi, içine yakından bakabileceği birini aramaya başlarmış. Sonra tüm yaz, tüm sonbahar ve kış düşünürmüş; ben, Aykız, böyle biri miyim?

İşte böyle düşündüğü günlerden birinde, dereye bakıyor ve kendi kendine konuşuyormuş. "Seni dün gece ay toplanmasında göremedim", demiş bir ses arkasından. "Ben doğalı henüz on sekiz kış geçmedi ki, on üç oldu bu kış ", demiş Aykız. "Sen, yaşlı mısın", demiş sonra da arkasına bakarak. "Evet, artık yaşlıyım", demiş yaşlı ay insanı.
Suda bir balık atlamış. Ağaçtan bir tırtıl düşmüş. Bir yaprak sallanmış, bir sonraki rüzgarı beklemiş düşmek için. Bir kuş uçmuş ama konmamış. Aykız ellerini çimende gezdirmiş, çimen titremiş, eli titremiş. O zaman, diye başlamış Aykız ve tüm soracaklarını, sanki düşünüp taşınmış anlatmak için de, bekliyormuş gibi, tane tane ama çabucak anlatmış, sormuş soracaklarını. Şaşırmış ay insanı, kızmış, sinirlenmiş, ama sakinleşmiş Aykız'a baktıkça. Aradığı şeyi bulamayacak olmasına üzülmüş.
"Zamanını, başkalarında kendini arayarak geçirme Aykız. Neden insanlara onların hikayelerini anlatmıyorsun.", demiş. Şaşırmış Aykız. "Anlayamadım", demiş. "Kolyenin sendeki tarafına sarıl, onu herkesten iyi okumaya çalış, insanlara bak ve onların hikayelerini anlat. Kimse sana kaybettiğin şeyi veremez, ancak, sana senin hikayeni anlatabilir ve sen içinde, belki  kolyenin kayıp tarafını bulabillirsin", demiş yaşlı ay insanı.

Tekrar dereye bakmış Aykız. Bir balık daha atlamış suda. Gri gözlü, beyaz pullu bir balık. Yirmi sekiz toplantılarında ne dendiğini şimdi daha iyi anlıyormuş. O günden sonra eminmiş artık; bir gün çok iyi bir hikaye anlatıcısı olduğunda, birisi de ona kendi hikayesini anlatabilirdi... 

25 Kasım 2014

Aykız' ın kolyesi I

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde çok uzak bir ülkede dağların arasında küçük bir köy varmış. Pireler berber iken, develer tellal iken bu köyde yaşayan Ay insanları isimli bir kavim varmış. Nereden, ne zaman gelmişler, neden burada yaşarlar kendileri bile unutmuşlar. Ay insanlarının hepsinin ismi ay ile başlarmış. Aydan, Aykız, Aysin, Aydın, Aygül, Aypare, Ayperi, Aytül, Ayten, Aydeniz, Aydonat, Aykut bunların en çok kullanılanları imiş. Aslında çok fazla çeşitli de isimleri yokmuş. Çoğu zaman birbirlerine sadece Ay diye hitap ettikleri de olurmuş. Ayırt etmek için de akıllarına ilk gelen farklılıklarını ekleyiverirlermiş Ay'ın yanına. Dere kenarındaki üç çocuklu baba Ay, her sabah değirmene iki çuval getiren şişman Ay teyze, okula herkesten önce gelen yaramaz Ay oğlan gibi. Bu yüzden herkes de birbirinin neye benzediğini, ne yaptığını çok iyi bilirmiş, izlermiş.

O sene doğan kız çocuklarından birine daha Aykız ismi verilmiş. Gece saçlı, gece gözlü, bulut renginde bir kızmış Aykız. Diğer bebekler gibi Aykız da dere kenarında doğmuş. Ay bebekleri vakitleri geldiğinde ay insanlarına özgü bir kararlılık, biraz da hırçınlıkla kıpırdanmaya başlarlarmış. Ay anneleri bunu hissedince dere kenarına gider sakince suyu izlemeye koyulurlarmış. Gözlerini kapatır, iki avuçlarını kucaklarında birleştirir beklerlermiş. O andan itibaren ne duyarlar ne görürlermiş. Vakit tam olduğunda ay annelerinin kalbi tırtıldan çıkan kelebek gibi açılmaya başlarmış. İyice büyür, kalpleri göğüslerini delermiş. Kırmızı ile beyaz karışımlı bir kelebek açılan kalpten süzülürmüş. Acırmış tenleri, acımaz değil ama suyu bu yüzden izlerlermiş işte. Su aktıkça kelebek de aynı sakinlikte akarmış kalbin üzerinden. Su gibi acıları da bir çırpıda akarmış tenlerinden. Kelebekler kucaklarına düşermiş ilkin, düşer düşmez de insan yavrularının aynısının tıpkısı olurlarmış. Ay anneleri de tam bu esnada uyanır, bebeğim diye sarılıp, çoktan geri kapanmış olan kalplerinin üstüne bastırırlarmış onları. Kalpleri az biraz acırmış o zaman, ama ay anneleri göğüslerinden süt sızısı geldiğini düşünüp, hemen uzatmaya başlarmış bebeklerine memelerini.

Biraz, dağların arasında, biraz da diğer kavimlerden oldukça uzakta kaldığı için buraya pek yolu düşen olmazmış. Ay insanları da diğer köylere pek gitmezmiş açıkçası. İhtiyaçları olmazmış çünkü. Herşeyleri varmış yaşamak için. Köylerinin kurulu olduğu vadi de üç adet kuyuları varmış, kaynağı dağlardan gelen. Kışın tüylerinde uyudukları koyunları, sütlerini içtikleri beyaz benekli siyah inekleri, her sabah iki tane yumurtlayan tavukları, pirinç, buğday tarlaları ve her mevsim meyve veren dağ erikleri varmış. Bunun gibi; anlatmak için gerek duyulmayan ve akla gelmeyen daha bir çok sahip oldukları varmış.

Ay insanlarının kimsenin bilmediği, başka kavimlerin hiç farkında olmadığı bir sırları varmış. Her biri boynunda bir ay kolyesi ile doğarmış. Bu kolye iki yüzü ayna olan kelebek şeklinde imiş. Bir yüzü tenlerine değer, içlerini gösterir, diğer yüzü dışarıya bakar, kolyeye, yani ay insanlarına bakanların içini gösterirmiş. İçlerini dediysem, etlerini, kanlarını, damarlarını değil, içlerindeki düşünceleri, kalplerinden akanları, kalplerine akanları.
Bizim Aykız' da kolyesinin sırrını herkes gibi yedi yaşında öğrenmiş. Kendi içini nasıl göreceğini, kolyesine bakanların içlerini nasıl okuyacağını yedi yaşında öğrenivermiş yaşlı ay insanlarından. Her çocuk kolyesini çok iyi korumak zorunda imiş. Ancak o zaman, kendilerini anlayabilir, anlatabilir, güvenebilir, kolyelerinin dedikleri ile büyür, büyüdükçe başkalarının içine bakmayı daha iyi öğrenebilirlermiş.

Devamı var...

24 Kasım 2014

Sayıklamalar XI

İnsan neye ne kadar çok sahip olursa olsun, mutluluğu, küçük bir şeye sahip olmasına bağlıdır çoğunlukla. Bazen ömrü o küçük şeyin ne olduğunu aramakla geçer. Eğer anlarsa ve sahip olursa, insan tamdır artık.
Hiç bir zaman geç değildir onu bulduğu zaman. Trajik olan, o küçük şeyi çok erken kaybetmesidir ve hep yeniden bulacağını zannetmesidir... 

11 Kasım 2014

Dikiş Kutusu

Yaklaşık yirmi yıl önce İstanbul'daki evimin yakınlarında, köhne, sabunundan tuhafiyesine, oyuncağından defterine pek çok şeyin satıldığı, ne alsanız elinizde kalacak gibi duran bir dükkandan resimdekinin aynısı bir dikiş kutusu almıştım. Dayanmaz bu iplikler ama hadi neyse, ihtiyacımı görsün kafi demiştim. Yirmi yıldır duruyorlar evde. Hala da kullanırım. Kaç ev değiştirdi, kaç koliden koliye atıldı, kaç düştü, dağıldı, toplandı, banamısın demedi. Kaç ceket düğmesi, kaç çorap söküğü, kaç pantolon paçası gördü, öf! demedi. Ne demişler; görünene her zaman aldanma. Bugün, yine ihtiyaçtan resimdeki dikiş kutusunu aldım. Bu sefer okulun kantininden. İplikler ve iğneler çok daha kalitesiz görünmesine rağmen, yine yirmi yıl önceki aynı fikirle aldım. İnsan bazı yönlerden çok değişse de bazı yönlerden hiç değişmiyor. Bu yeni kutu ne kadar dayanır bir şey diyemem, ama ben bu şehir de o kadar uzun yaşayacağımı sanmıyorum. Ve ben sanrılarımda çoğunluk haklı çıkarım. 

30 Ekim 2014

Aynı Yerde

Hayat inanılmaz derecede garip. En azından benim için öyle.

Eşimle evlenmeden önce, ilk baş başa buluşmamızda bir kafede oturmuştuk. O gün birbirimizden hoşlandığımızı itiraf etmiştik ve ben ona, kendisinin henüz evlenmeye hazır ve istekli görünmediğini ama benim hayattan çok yorulduğumu ve eğer biriyle duygusal bir birliktelik yaşarsam evlenmek istediğimi bu nedenle de ikimizin çok uygun olmadığını, söylemiştim.

Zaman geçti. Evlendik. 10 yıl sonra, boşandığımız gün aynı yerde tekrar oturduk. Beni, bir şeyler ısmarlamak ve treni beklemek üzere aynı kafeye davet ettiğinde ona emin misin derken biliyordum ki geçmişi hatırlamıyordu. Oturdum, söyledim. Nasıl da hatırlıyorsun böyle şeyleri, dedi...

Ne erkekler ne de kadınlar değişecek... Ve cinsler değişmeyeceklerini hiç kabul etmeden hep umut edecekler. 30.10.2014

29 Ekim 2014

Haksızlık

Bazen deli olmak istiyorum. Delirmiş olmak. Gerçi, bazen diyorlar; sen delirdin mi kızım? Delirdim desen başka şeyler gerekiyor bu sefer, onu da diyemiyorsun. Zor şeyler...

Keşke dedem yaşasaydı. Ben yayla'ya gitseydim. Ona sorular sorsaydım. Çökelek yeseydi, ben ona ayran getirseydim. O bana çam sakızı verseydi. O ineklere söylenseydi, ben palakları sevseydim. Bu camışlar niye bütün gün suda yatıyor deseydim, camış işte kızım, camış gibi bütün gün yatıyor işte deseydi. Büyük haksızlık! İnsanın dedesinin ölmesi büyük haksızlık...





 * Çambaşı yaylası ve ordu resimleri. Resimlerin sahipleri maalesef paylaşılmamış.

25 Ekim 2014

Aslolan İnsandır

Üst üste iki gece otobüs yolculuğu yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Böyle zamanlarda beyniniz size itaat eder, uyumamak gerek, yolda olmak gerek diyorsanız öyle yapar, ne deseniz dikkate alır. Bu da onlardan biriydi.
Vardığım da ağıtlar başlamıştı. Acılı yakınlar her gelene sarılıyor, her sarılış ta başka bir anı hatırlanıyor, yeniden başlıyordu ara verilen hıçkırık.

Cenazelere katılmanın önemini birkaç yıl önce yine bir cenaze de idrak ettim. Eskiden ölümün yanında, yaşayanların ne önemi var diye düşünürdüm. Böyle dediğim de, her seferinde dedem gelir aklıma, yine de pişman olmam cenazesine katılmadığıma... O başka.
Bir kaç yıl önce bir arkadaşımın annesinin cenazesine gitmiştim. Vardığım da tabutun başında ağlıyordu. Arkasından yaklaşıp omzuna dokundum usulca. Bana dönüp: Aze! Sen mi geldin?, deyişindeki hüzün ve sevinci hiç unutmam. Gözlerinde ki ışığı tarif etmek zor. Çok az yaptığıma o kadar sevinmiştim o ana kadar.

İmam'ın ikindi namazını okuması ve yurt dışından gelecek yakınlar bekleniyordu. O sırada, işte bu törenlerde beni delirten her şey yeniden sırayla yapılıyordu. Acının yanında, acılı lahmacunlar yanı başımızda ki ölüm hiç olmamış ve orada bulunan kimseye gelmeyecekmiş gibi bir dünya iştahıyla yeniyordu. Komşu gelinin üzerinde ki elbisenin aynısından diğer gelinin de aldığından, çocukların okulundan anlatıp duruyordu kadınlar bir köşede... Bir susun! Bir, dileyin ne dileyeceksiniz ve gidin!

Vakit geldi, mezarlığa gidildi. Bütün bu rutine kızsam da, şunu biliyorum ki, acıyla baş edebilmenin yollarından biriydi bunlar. Gündelik rutin, yapılması gerekenler dünya da tutar sizi. Hatta bu sohbetler, yenilip içilmeler bile tuhaf bir şekilde iyi gelir acılı insanlara. İnkarı uzatır bir yandan, bir yandan kabullenişi kolaylaştırır. Asıl yalnızlık herkes gittikten sonra başlar o yüzden de. Beni asıl deli eden, törelerin, geleneklerin, göreneklerin acının önüne geçebilmesi! Mezarlıkta, ölenin kızı, yaklaşmak, yakından bakmak istiyordu. O yaklaştıkça önde ki erkek akrabalar geri dur kızım diyorlardı. Töreniz batsın! Dinse bunu söyleyen, olmasın. Sordum kendime; neden bir kız çocuğu da, istiyorsa babasının tabutunu taşımasın. Onca odunu, yükü, eşyayı taşıtırken din-gelenek utanmıyor da, bunun nesi dokunuyor insanlara...

Düğünler de aynı. Mutlu olması gerekenler, başkalarının görenekleri, olmasını istediği sıralamanın arasında kaybolup gidiyor çoğu zaman. Kız kardeşimin düğünü bize göre uzak bir coğrafya da olmuştu. Damadın kız kardeşleri bir kuaför ayarlamışlar. Teşekkür edip gittik. Saçı bir türlü istediği gibi olmuyordu. Deniyorlar, bozuyorlar yeniden yapıyorlar, tüm acemiliğim ile ben bile yüzüne bir şeyler sürmeye çalışıyordum neredeyse. Baktım ağlamaya başladı kardeşim. Kalk gidelim dedim. İş çevremden birilerinin yardımı ile başka bir yer buldum, aldım götürdüm.
Bana küsüldü, arkamdan söylenildi. Efendim orası halasının kızlarının yeri imiş, ayıp olmuşmuş. Bir tek damadın annesi anlamıştı beni; iyi yapmışsın kızım, nasıl yüzü gülecekse öyle olsun, demişti. Anne şefkati görebiliyordu benim de gözlerimdekini. Mutlu olsun diye onca çabaladığım kız kardeşimin gözyaşlarını, ayıp göreneğine hediye etmeyecektim herhalde!

Doğunun, insanı insana hatırlatan geleneklerini, göreneklerini, batının, yalnız acı ve sevinçlerine tercih ederim, aslolanın önüne geçmedikçe...

"aslolan hayattır
bir akvaryumu yazmak,
akvaryum da yaşamaktan kolaydır
bu yüzden her dize biraz eksik,
her şiir biraz yalandır." 

Yılmaz Odabaşı

24 Ekim 2014

Hiç Bilmeden

Bir tarafından baksanız zor hayat. Olmayınca olmayanlar, bekledikçe gelmeyenler, şanssızlık, kader... Bir tarafından baksanız vazgeçilmeyecek kadar güzel. Rüzgarda konuşan yapraklar, yağmurun sesi, kuşların şarkısı, suyun berraklığı, güneşin her gün yeniden ama yeniden doğması umut. Ama neresinden bakarsanız bakın, kısa... Yaşadığınız günleri sayın, yaşayacaklarınız ile çarpın, bölün, toplayın, kare kökünü alın, yine de hepi topu bir kaç dakikada hesap edersiniz...




                                           

23 Ekim 2014

Mim, Ödül,

Sevgili Şenay beni aşağıdaki sorular için kitaplar konusunda mimlemişti. Mimlemek terimini blog dünyasında duymuştum ama pek ilgimi çekmemişti açıkçası. Ben ilgilenmediğim için de olsa gerek, mimlenmemiştim. Şenay, hem kıramayacağım bir blogdaş, hem de galiba, ilk defa mimlendiğim için sözümü yerine getiriyorum ve soruları cevaplıyorum;

İlk hayranlığım- kitap olarak tabii ki; İlk okul beşinci sınıfta olmalıydım. Belki de ortaokul ikinci sınıf, tam hatırlamıyorum. Babam okul çıkışında beni bir kitapçıya götürmüştü. Finike' nin Turunçova kasabasında oturuyorduk. Hâlâ, cadde, ortadaki göbek, göbekteki küçük havuz ve köşedeki küçük kitapçı gözümün önündedir, üzerinden nereden baksanız yirmi beş yıl geçmiş olmasına rağmen. Seç buradan istediğin kitapları demişti babam. Ben, geniş ve yüksek raflara baktım, baktım. Kitapçı; şunlar çocuk dünya klasikleri, tavsiye ederim, dedi. O gün o kitapçı başka bir şey dese, o dünya klasiklerinden mahrum olacaktım demek ki. Şimdi aklıma geldi bu da. Bembeyaz sıralı en üst rafta duruyorlardı. Kitapçı tabureye çıktı, on adet kadar indirdi raftan. Ben yine hayranlıkla ve acaip bir sevinçle bakıyordum kitaplara. Seçemedim. Hepsini alayım mı, dedim galiba babama. Ya da o, hepsini alalım, demiş de olabilir. O gün, Jule Verne' in; Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Aya Yolculuk, Dünyanın Merkezine Seyahat, Dünyanın Ucundaki Fener, Balonla Beş Hafta kitaplarını ve şimdi hatırlamadığım başka kitapları almıştık.
İlk hayranlığım Jule Verne ve Balonla Beş Hafta'dır. Sanırım o günler de balonla dünyayı dolaşmak nasıl güzel bir şey olurdu, diye düşünüp duruyordum...
Favori serim; Okuduğum ve sevdiğim tek seri, Açlık Oyunları. İyi bir distopya örneği. Satır aralarında anlatılan insanlığın geldiği noktanın hiç de olmayacak bir şey olabilmesi, insanı çok ürkütüyor.
Favori kitabım: Her zaman aynı olmayacağını düşünürüm. Şimdiye kadar okuduklarım arasından hala Yüzyıllık Yalnızlık' tır. Anlatılış tarzı ve bana göre bir hikayeyi değil, hayatı anlattığı için sanırım uzun süre daha favorim kalacak.
Favori erkek karakterim: Yok, aklıma da gelmiyor olabilir.
Favori kadın karakterim: Bakın bu var; Angela Vicario! Kırmızı Pazartesi kitabının yan karakterlerinden biridir. Bayılıyorum o kadına!
Favori okuma saatim: Hiç, hadi okuyayım demedim. Çantamda kitap olmazsa çantam eksiktir. Ne zaman olursa okumaya çalışırım.

Mim ve ödül için hatırlandığım için tekrar teşekkür ediyorum...

21 Ekim 2014

Özgül

Sahici aşk özgül olarak ötekine seslenir ve sahipliğin yansımış imgesi olan kişilik putuna değil, sadece sevilen çizgi ve özelliklere bağlanır... Somut ve özgül olanı koruyan şey onun yinelenemez oluşudur; farklı olanı hoş görmesinin nedeni de budur.

Theodor Adorno, Minima Moralia 

20 Ekim 2014

Bilmeli ki,


Yarasayı güzel bulmak isteyen kişi, onun yarasa olduğunu bilmek zorundadır.

Theodor Adorno, Minima Moralia

16 Ekim 2014

Bugün kendimle karşılaştım

Sabah evden çıktım. Yok yok sabah değil, ağız alışkanlığı işte. Öğlen gibi evden çıktım. Akşam üstü çıkmam gerekirken bir telefon görüşmesine aşırı sinirlenip kendimi evden attım. O konuşmadan da bahsederim sorun değil, sonra ama.
Hava, romantik komedilerde halâ başrol bekleyen eski aktrisler gibiydi. Sonbahar yarılanmış haberi yoktu. Beş dakika sürmez otobüs durağına varmam derken kendime, sağ yanımdan biri,"Bak, hava bahar sanki, hadi gel aşağı doğru yürüyelim şöyle", dedi. Sanki bana denmiş gibi geldi nedense kafamı çevirdim. Orta yaşlarında, sportif giyimli bir kadın, kendinden kısa boylu başka bir kadının elinden sımsıkı tutmuştu. Başımı çevirip sese baktığımda elinden tutulmuş diğer kadınla göz göze geldim. En az seksen yaşlarında, başında mavili bir yazma, yüzü ince kalın çizgilerle kaplanmış, oldukça ince yapılı, hem gençken hem şimdi kısa boylu olduğu belli, küçük yüzlü bir kadındı. Gözlerinde gördüğüm şey beni uzun bir süre bırakmadı.Ta ki; otobüs bekledim, bindim, indim, metroya bindim, indim, tekrar otobüse bindim, indim, hala aklımdaydı.

Çok büyük ihtimalle yanındaki genç kişi kendisine bakmakla yükümlü bir görevli idi. Epey bir adımlarımı yavaşlatıp konuştuklarını dinlemeye, görevlinin yaşlıya nasıl davrandığını izlemeye çalıştım. Hani, zaten bütün sinirlerim ayaklanmış, kovacak yer arıyorum, kötü bir şey dese kadıncağıza da, görevlinin üstüne yürüsem diye beklemedim değil.
Kan bağı olsa elinden değil kolundan tutacağını düşünüyorum. Hatta eminim koluna girmiş olacağına. Ve yaşlı kadın çevresine o kadar "yabancı" bakmazdı eminim.
Çocukların ve yaşlıların -bir açıdan- bir farkları olmadığını gördüm o an. Elinden tutulan ve dünyaya çaresizce, muhtaçca bakan gözler... Diğer yandan çok büyük bir farkları vardı; biri geleceğe diğeri geçmişe bakıyordu...
Kadınlar ve çocuklar: yangında ilk kurtarılacaklar. Onları da kurtarmıyoruz o ayrı da, yaşlılarımızdan neden bu kadar hızlı vazgeçiyoruz, bunu düşündüm bugün.

Ben severim yaşlılarla sohbeti. Hele böyle; dağlara bakıp, bir dere kenarında otursak, o, dağların eteğinde yaptıklarından başlasa bana anlatmaya, değmeyin keyfime. Bazen aynı şeyleri tekrarlasalar da, yorulsam da, sıkılsam da bazen, hiç biri sevmeme engel değil. Ne tuhaf değil mi, herkes yaşlılığa doğru gittiği halde, en çabuk ve acımasızca onlardan vazgeçiyoruz. Misal; babam babaannemden önce öldü. Oysa sorsanız etrafınıza derler, sırasıyla değil derler, öyle beklerler ama... Babaannem halen hayatta, Allah daha ömür versin.

Babam bu türküyü pek severdi. Zaten Kamil Sönmez 'de kendisinin ilkokul arkadaşıymış. Vona' da Perşembe' nin eski adıdır.

Dedim ya, yaşlı kadınla göz göze geldim. Bir müddet ben ona baktım, o bana baktı. İlk başta anneanneme benzettim. O geldi aklıma, özledim. Huzur içinde yatsıni dedim. Sonra, o değildi benzettiğim dedim, kendi kendime. Kime benziyordu biliyor musunuz? Bana. Yaşlılığıma çok benziyordu...

13 Ekim 2014

Denge (Tekrar)

Buyulu Gerceklik: Denge...:

Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan...
...
Koşan atlar düşen atları hatırlatır...
...

10 Ekim 2014

Sayiklamalar XI

Son dört yıldır aynı soruyu sorup cevap alamıyorum kendimden. Galiba soru yanlış...

06 Ekim 2014

Yazının Okunur Hali

Yeni şehirdi, evdi, taşınmaydı derken yazmayalı tam on beş gün olmuş. Yine bildik cümleyi tekrarlamadan geçmeyelim; zaman ne çabuk geçiyor!  
Üst üste yazarak "Uzak Topraklar" dizisini bitirmeyi planlasamda, evdeki hesap çarşıya uymadı. Meşguliyetim bir yana, yeni evimde henüz İnternet erişimim yok, cep telefonundan bağlanarak da yazmak istemedim açıkçası. Hala İnternet bağlantım olmasa da bir fırsat buldum şimdilik. İnsanın istemediği bir şeyi yapmamayı seçebilmesi ne güzel bir lükstür değil mi? Benim hayatımda çok yoğun değildir bu. Ufak tefek gündelik yaşamımda olmuş olsa bile, büyük virajlarda pek mümkün olamadığı için ben de böyle gündelik yaşamımda tercih edebiliyor olmayı severim, sevmediğim şeyleri yapmamayı...
Lakin, yazmayı özlemişim. Yazmayı özlemiş olmaktan mutluyum şu anda. Alışkanlık olmasından, yazmayınca kendimi eksik hissetmiş olmaktan mutluyum. Mutlu olduğumu anladığım zamanlar, oturup o anı düşünmeyi, mutluyum demeyi seviyorum. İnsanın mutlu olduğu anı algıladığı zamanlar azdır çünkü. Güzel bir müzik dinlemek, iyi bir resme uzun uzun bakmak, dağları izlemek, nehrin akışında düşüncelerimin akmasından haz duymak gibi mutluyum. Şu anda bir filmin bitişinde bir şarkı çalıyor, kimdir, nedir şarkı bilmiyorum, içimi çok rahatlattı da oradan aklıma geldi bu benzetmeler. İçim rahat değil evet, bir an rahatlayınca yazmak istedim.

Yazma isteğimin altında yazmak konusu var. Bu konuda burada üç dört yazı yazdığımı hatırlıyorum. Her bir, "şaşırtıcı" bir yazı okuduğumda bu bahis gelir aklıma. Nedir şaşırtıcı olan? Ne yazdığınız değil, nasıl yazdığınızdır yazınıza değer katan diyor üstatlar. Katılıyorum. Öyle olduğu da aşikar. Yoksa, misal; Kırmızı Pazartesi dediğimiz roman, yarım saatlik bir zaman diliminde genç bir adamın, bir genç kızla cinsel ilişkiye girdiği iddiası ile kızın abileri tarafından öldürülmesini anlatır. Marquez bu yarım saati yaklaşık seksen doksan sayfa da anlatır, ve benim en sevdiğim hikayelerden birini yaratır. Hikaye de gerçektir hatta, bizde de bolca olan, üçüncü sayfa haberlerinden birini hikayeleştirir. Ama be Marquez, o nasıl bir anlatmadır... Nasıl bir kelime seçimidir ilmek ilmek işlenen. Her Marquez okuduğumda, bu adamın alfabesi kesinlikle yirmi yedi harfli olamaz derim... Güzel yazdığını düşündüğüm üç yazar da, bir diğeri de Hasan Ali Toptaş, ve kalan diğeri henüz ünlü olmadı, çocukluğunu büyüklerinden öykü-masal dinleyerek geçirmiş. Bir ilgisi olabilir iyi yazmakla galiba... Konunun bu kısmında bir sorun yok bana göre.

Konunun temeline dönersek; özellikle bu 'blog' dünyasında ne zaman gündelik yazılar okusam, benim de aklıma hep öyle gündelik konular geldiği, ama her seferinde, neden yazayım ki böyle bir olayı dediğimi hatırlarım. Kim, neden okur ki bunları diye düşünürüm. İşte şaşırdığım budur. Okusa okusa benim gündemimle yakından ilgilenen birileri olabilir derim. Sonra oturur, ta başa döner, zaten bu 'blog' uygulamasının yaratıcısı bana gelse, "ne dersin, tutar mı bu", dese, "hadi canım sende", diyeceğimi hatırlarım. Sonra da televizyonun yaratıcısının sözünü hatırlarım. "Kim, neden saatlerini o kutunun başında geçirsin ki..." Bu tür gündelik, ama iyi yazılmış olayları ben de severek okurum ama hala yazmaya değer bulamıyorum, sanırım iyi yazamadığımı düşündüğümden...

Şaşırmaya devam ediyorum; iyi yazılmamış, fakat yazılmış gündelik hikayelerin çok kişi tarafından okunması ve başkalarının gündelik hayatına olan merakımıza... Yani, ünlü birileri olsa, tamam, daha bir anlayabilirim. Fakat değiller. Tamam, çokluk kaliteyi göstermez ama sonuç bu oluyor. Neden hiç tanımadığımız insanların kimle, nerede, nasıl, ne yaptığını okuyoruz, edebi değeri olmamasına rağmen...
Konu sosyal medya denen fenomenin geldiği noktaya bağlanıyor aslında, bireyselleşmeye, iletişim kanallarının değişmesine, insanların varlık sorunlarına çözüm arayışlarına, kendimizin "özel", ötekilerin "sıradan" olduğunu düşündüren kibrimize, var olmanın dayanılmaz hafifliğine...

Ama bu başka yazının konusu olsun...
Yazı, iyi başlamış, aniden kesilmiş, kötü sonlandırılmış gibime geliyor ama, kalsın, öyle olsun...

22 Eylül 2014

Alıntı

"Yarın düşüncesi olmayan biri, hangi yöne bakarsa baksın, bilinmeyeni değil, yalnızca tanıdık olanı arar."

Aslı Erdoğan, Taş Bina ve Diğerleri - Mahpus

17 Eylül 2014

Yazısız

Hep içimizi döküyoruz; yazı da yazı! Nereye kadar a dostlar... Şarkıyı bilmem de, film muhteşem. Direkt ekleyemedim, birazcık zahmet artık izlemek isteyenlerden.

16 Eylül 2014

Acılarla, Sorularla

ACILARLA, SORULARLA

İşte yine kapıldım o can sıkıntısına;
İçimde bir tozlu sarnıç boşluğu,
Gitmekle kalmak arasında karasız
Yürüdüm kederle dağlara doğru.

Yüzlerce soru vardı aklımda,
Kulaklarımda bir garip uğultu
Ölümü kullanamazdım; bir yerlerde
Bilmediğim birilerine belki ayıp olurdu.

Belki de hiç ummadığım
Sevgisi tarazlı biri; koparıp bana ilişik
Umudunu bir kitabın arasında
Yamyassı kuruturdu.

Bir gazetenin öüm ilânlarında
Okuyup adımı, öfkeye dönüştürürdü
Sandık kokulu hüznünü
Ve ölümü inatla, yok yere savunurdu.

Ben bunca yıl bunca insan tanıdım
Yüreği zehir dolu; yine de insanlardan
Kesmedim umudu, insan dedim
Yekindim; paylaştım varı yoğu.

Ben neden dudaklarının arasında
İğneler tutan bir terzi suskunluğunu
Prova ediyorum şimdi bu yol boyu
Kederle yürürken dağlara doğru?

Neden kedi seven bir insan
Olduğumu biliyorum da
Kedisiz ve sevgisiz getiriyorum
Yaşadığım günlerin yaprak döken sonunu?

Cevapsız sorunun boynu büküktür;
Hemen anlar yetim olduğunu.
Ben neden hâlâ duyuyorum avucumda
Bir çocuk elinin sızlayan boşluğunu?

Hipodromda yatıp kalkan bir adamın
Ölü bulunduğunu yazdı gazeteler
Geçenlerde haber olarak.
Tokatlıymış ya da Çorumlu.

Bıraktığı nottan öğrenilmiş
Son isteğinin ölürse terminale
Götürülmek olduğu.
Hipodromda yatıp kalkan bir adam kimin umuru!

Acılarla sorularla tiftikledim
Bunca insanın mutsuzluğunu.
Düşündüm kendi sonumu. Hayrettir;
İçim içime nasıl da sığıyordu!

Oysa ben kaç yıldır kaç acı eskittim
Unuttum kaç ölüm gördüğümü.
Bir omzumun alçaklığı ondandır;
Taşıdım kaç kişinin kanayan tabutunu.

Yıllar önce ölümü seçen sevgilim
Bunca sevgisizlik içinde iyi biliyordu 
Yetmeyeceğini iki kişinin birbirine.
Bu yüzden döşeğinde ölümle buluştu.

Gömdük onu geçiştirip polis sorgusunu.
Onunla birlikte neleri gömdük;
Bir akşam içkisinin coşkusunu,
Sevincimizi gömdük kürek dolusu

Yüzlerce soru vardı aklımda,
Kulaklarımda bir garip uğultu.
Ölümü kullanamazdım; bir yerlerde
Birilerine mutlaka ayıp olurdu.

Dostlardan uzakta, bir bozgun akşamında
Gerisingeri dönerken kasabaya;
Baktım gökyüzü birden yıldızla doldu.
Akşamın serinliği alnıma vuruyordu.

Metin Altıok

15 Eylül 2014

Sayıklamalar X

Düşünüyorum da; -böyle, düşünüyorum da, diye cümleye başlayınca çok tehlikeli buluyorum kendimi... Kendim için tehlikeli buluyorum, kimse için değil. İnsan kimin için tehlikeli olabilir ki zaten en çok kendinden başka. İnsan ne yaparsa kendine yapar. Başkalarına zarar verirken bile. Tabii ki başkalarına da  zararlar verebilir, ama kendi de bunun dışında kalamaz... Binbirgece Masallarında dediği gibi "O, bir katil olmakla çoktan cezalandırılmıştı". İntihar geliyor aklıma bu minvalde; sevdiklerinin üzüleceğini düşünür insan. Üzülmez mi sevenler, kahrolur hem de, ölür belki. Yine de hayat devam eder çoğu zaman, etmek zorundadır. -Sadece ölen ölmüştür lakin.-

Düşünüyorum da; çok uzakta değil şurada, yani burada; birbirini takip eden, okuyan, yorum yapan kime sorsanız "herkes" duyarlı, okuyan, yazan, düşünen, hayata ve kendine bir şeyler katmaya çalışan bireyleriz, değil mi? Keza, diğer sosyal medya arkadaşlarımız da öyle. Aldatılmışız ama aldatmamışızdır, yardım ettiğimiz insanlar, üye olduğumuz STK' lar vardır, bir çoğunun görmezden geldiğine biz özenle bakmış, görmüş, duyarlı olmuşuzdur. Medya da bir "şey" eleştirilse biz kesinlikle ona taraf olmayan doğru tarafta olanlarızdır. "Herkes" kadınlara saygılı, çocuklara sevgili, öteki'yi reddedenlerdir. Sizi bilmiyorum ama ben sıradan bir insanım dostlar. Bir kaç gündür aklımda, el uzatılacak şeylerin uzakta olunca kolay görüldüğü var. Anneme, şu iki aydır dizinin dibinde olup -yirmi dört yıldan sonra ilk defa annemle  bu kadar uzun zaman geçirdim- okuma yazma öğretmeye çalışmadığıma çok pişmanım. Onca kitabı ne diye okuyorum ki! Ben ki, hayatın ölene kadar devam ettiğini savunurken, neden annemin buna halen ihtiyaç duyabileceğini -daha sık- düşünmedim ki... İlk fırsatta deneyeceğim. Böylelikle annem, yeni alınan fırında börek yapmak için benim uyanmamı beklemek zorunda kalmayacak. Düğmelerini okuyabilecek, böreği doğru ayarda yerleştirebilecek ve ben mis kokular içinde uyanacağım. İnsan bencildir, hiç unutmayalım... 

Düşünüyorum da yine; insanlar, uluslar, halklar kendi kaderlerinden sorumludurlar. Bir insan sizin yardımınızı, fikrinizi istemiyorsa, yapacaklarınız onun kendi kaderini, kendi yolunu seçme, belirleyebilme özgürlüğüne müdahaleden başka bir şey olmayabilir. Ya da daha kısıtlarsak konuyu; biri ile onun müsaadesi, gönül rızası var ise yan yana durabilirsiniz. Size elini uzatmıyor ise, bilerek ya da bilmeyerek, tutamazsınız. Ama bu, Annem için geçerli değil yine de... 

Bir karıncadan farklı değilizdir dünya için. Bizim ona verdiğiniz zarar ya da fayda ile ölçer dünya kendisi için anlamımızı. Düşünüyorum da, bir ölümlü olarak bu zamana kadar yaşamış olmamız bir mucize iken, hayata bu kadar hoyratça davranmamız revamıdır... Yok eğer reva ise, yazık değil midir...  

Hep düşünüyor insan da, yapmak zor değil mi? Filmlerin birinde, insanların beyinlerini okuyorlardı. Suç işlemeye karar vermiş birini anlarlarsa gidip yakalıyorlardı. İnsanlar henüz yapmadıkları bir şey için hapis yatıyordu. Yani, düşünmek şimdikinden daha suçtu. Hak mıdır dersiniz. Ya öldürmezse? Son anda vazgeçmez miydi? Ama diğer yandan birini öldürmeden yakalamak katili; iyi bir fikir olabilir mi? Sanmıyorum.

Kader; her kim yazmışsa yazsın, gerçekleşene kadar kader değildir. Gelecek; kim söylerse söylesin, ne düşünülürse düşünülsün, gerçekleşmiş olana kadar, gerçek değildir... Düşünmek; yarın ki geleceğin bugünkü eylemidir... 

En önemlisi; şans bizimle olsun...

14 Eylül 2014

Lüks

Sen o lükse sahipsin. Benim bildiklerimi bilmiyor olmanın lüksüne sahipsin... 

You have that luxury. You have the luxury of not knowing what I know...

13 Eylül 2014

Llorando*



*Ağlarken...  
İspanyolca "corando" olarak okunur. Rebekah Del Rio söylüyor. Aşkını tekrar görünce hatırlayan ve ağlayan bir kadından bahseder. Mulholand Drive filminin de müziklerindendir. Film içinde dinlenildiğinde etkisi daha başkadır. Ben her halde dinlemeyi severim. 
Mulholand Drive filmi adını Los Angeles' taki aynı adlı bir karayolundan alır. Şehre tepeden bakan bu karayolunda olan bir kaza ile başlar ve  yarısı rüya, yarısı gerçektir. Ben, üç kez izledikten sonra hangi kısmının rüya olduğunu anladım. Etkileyici simgeleri olan, aşkın deliliğini ve yıkıcılığını anlatan psikolojik gerilimi yüksek bir filmdir. Söylemesi ayıp; kaza yerine gidip, o noktadan şehre ve karayoluna şöyle bir bakmışlığım vardır. Bu kısmın detaylarını "uzak topraklar" notlarımda yazacağım umarım. Filmden daha önce burada bahsetmiştim. Ve o zaman aklımın ucunda dahi yoktu o karayolunu görebileceğim. Hayat bazen güzel, bazen... Onu yaşanılır kılan da bu olsa gerek.
Şimdi, bu yazı, insan sesinin güzelliği için... Lloranda... Lloranda...

12 Eylül 2014

Ayhan Işık Belgin Doruk'u Öptüğü Zaman

masumlar ne anlatır yüzlerinde?
cennet, neyi yitirdikten sonra aramaya başladığımız şeydir?*


Beş altı çocuk yanyana dizilmiş bekliyordu. Yedi sekiz yaşlarında idiler. Gözün görebildiği yer çimenlikti. Sağ taraflarından küçük çağlayanın sesi geliyordu. Anneanneleri çamaşır pataklıyordu derede. Güneş çok sıcaktı, ama rüzgar sıcağı hissetmelerini engelliyordu. En küçükleri dört yapraklı yonca aramaya devam ediyordu çimenlerin arasında. Papatyaları elleri ile itiyor, otların arasını karıştırıyordu habire. Diğerleri sabırla bekliyordu. Hadi devam et dediler Canan' a; "Sonra ne oldu, hadi?" İçlerinde bir tek Canan' larda televizyon vardı. Her yaz sabırla onun gelmesini beklerlerdi yaylaya. Gelsin ve en son izlediği filmleri anlatsın onlara. Karşı yayla da televizyon varmış, dedeleri söz vermişti bir gün götüreceğine ama hiç götürmemişti henüz. Canan onların bu bekleyişini bildiğinden sahne sahne ezberlerdi filmleri. Sonra dedi; "Kocaman bir lokantada yemek yiyorlardı. İkisinin de kıyafeti çok şıktı. En köşe de oturuyorlardı. Ayhan Işık sandalyesinde biraz döndü. Çatalını bıraktı elinden. Eğilsene biraz, kulağına bir şey söyleyeceğim, dedi Belgin Doruk' a. Sağ tarafına doğru eğildi böyle, yanağı neredeyse yanağına değecekti, hafifçe çekinir gibi yaptı Belgin Doruk. Bir eliyle masayı tutuyordu. Bir eli boşluktaydı. Ayhan Işık'ta eğildi. Dudakları neredeyse yanağına değiyordu, kulağına doğru yaklaştırdı. Öylece durdu. Hiç kıpırdamıyorlardı. Ayhan Işık bir eliyle hafifçe saçını ittirdi." Artık rüzgar esmiyordu, çağlayanın sesi de kesilmişti. Canan da susmuş, onlara bakıyordu. "Eeee?", dediler. Tamam, devam ediyorum; "bir eliyle boynunu tuttu, iyice kulağına yaklaştırdı dudaklarını, bişiler fısıldıyor gibiydi, Belgin Doruk duyamayınca iyice yaklaştı, birden döndü Ayhan Işık dudaklarından öpüverdi." Hepsi omuzlarından ağır bir yük kalkmış gibi öne doğru eğildiler. Birbirlerine söylenmeye başladılar. Ben de büyüyünce öyle öpücem bir kızı, dedi biri. Ben kimseyle yemeğe gitmeyeceğim, dedi kızlar. Canan kulağına değen saçlarını arkaya atıyordu.


gelecek masalı; dinlendiriciliğinde nice uykuların uyunduğu
gün gelir siz de inersiniz duyarlığınızın beyaz atlı kır atından
bir masal devi karşılar sizi
-ormanınızın başlangıcında-
der ki: yolunuz işte buraya kadar!
anası, babası cüce olanlar,
gün gelir başkasının yoluna duran
dev olurlar*
(...) 

*Murathan Mungan, Jaguar

11 Eylül 2014

"Huzur" IV

İnsanlık fena bir ihtimali  bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez. Onu giyinir. Kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramafon, bir Acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkan gibi düşünmeyin, evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. Sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi, arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütle halinde asla. Bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?
 ***

İnsanoğlu tam sevinemez, bu onun için imkansızdır. Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahluktur. "Hangi büyük mucize bizi bu korkudan kurtarabilir."

***
Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir. 
***
- Kaç yıl evveldeyiz dersin?
- Sayısız zaman içinde; yani hep aynı yerde...
 


Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur

09 Eylül 2014

Yazdıklarını unutur hafızalar...

Düşünce tarihinde meydana gelmiş büyük değişimler ikna gücüyle gerçekleşmiştir. İkna edilen düşüncenin doğrulara dayanıp dayanmaması ayrı bir şeydir. Yanlışlar da ikna metoduyla yayılır, taraftar bulur. Doğrunun taraftar bulması için doğru olması yetmez. Doğrunun doğru savunulması gerekir. Üç asır boyunca, her türlü zoru kullanarak, hıristiyanlığa karşı koyan Roma İmparatorluğu, sonunda, her dünyevi varlıktan yoksun, yoksul misyonerin inancına teslim oldu. Üstelik karşı koyduğu inancı, resmi din olarak ilan etti.  
Yasin Ceylan, Din ya da Politika Neden Felsefe



Döner durur Akdeniz.
Döndükçe başımızı döndürdüğünden habersiz.
Kocaman ve küçücük, ebedi ve ehemmiyetsiz.
Islak ve bereketli bir afet-i devran.
Kıskanç ve öfkeli bir acuze.
Gider geliriz üzerinde.
Bir uçtan bir uca yazılır hikayeler
Sonra,
Geç kalmanın telaşıyla
yazdıklarını unutur hafızalar.
Batık gemilerle doludur Akdeniz.
Oysa,
Nedense, hep ufka bakar bütün yolcular.

Lucien Febvre

06 Eylül 2014

Yalnız Bir Opera

Yalnız Bir Opera

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin

kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

(...)
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını

(...)
Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

(...)
Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak? 

(...)
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

(...)
Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar


denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar

(...)
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

(...)
Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen.
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren.



Murathan Mungan