30 Ekim 2016

İnisiyatif*

- Allah vere de çok bombalamasalar. 
- Niye la? Korkuyon mu?
- Yok ya, babam kemiklerimi bulamaz.
- Pohhhaa! Bu mudur aklına gelen şimdi. Hadi hadi eline davran. Sığınağı buldu bulacaklar. 
- Buradan çıkış yok, belli oldu Selim. Ne olacaksa olacak. 
- Hem senin baban varmıy dı la? Hiç demediydin.
- Olmaz mı salak. Herkesin babası var. Annem değil de, babam çok gariptir benim. Pek üstümüze düştüğü, öyle akıl filan vererek adam etmeye çalıştığı yoktu pek. İşte okuyalım, bakalım başımızın çaresine, elimiz ekmek tutsundan bir babaydı. Evlilik torun morun gibi şeyler yani. Ama hep bilmek isterdi neredeyiz, ne yapıyoruz. Ona göre dua edecekmiş.Tuhaf işte. 
- Öyle, öyle Metin. Genel babalık durumları yani.
- Yani. Ben de her hafta ararım. İyiyim, hayattayım derim. Başka da bir şey demem. O da tamam der.
- Şimdi burada olduğumuzu biliyor mudur yani?
- Yok yok onu sanmam. Ama buradan çıkamayınca aramayınca anlayacaktır, aramaya başlayacaktır tabi.
- Aman, o bilmese de, söylerler merak etme. Dışarıdakiler bizden iyi biliyor bizi.
- Yaklaştılar galiba.
- Galiba. Niye bilmek ister ki babalar-anneler neredeyiz ha bire Metin?
- Sevmekle ilgili herhalde. Birini o kadar sevmedim bilemiyorum ama, sevmekle ilgili olmalı. İstanbul'a gitmekle tehdit ederdim onu kızınca arada. O da; burada kalın bu köye tıkılın, demiyorum. Ama bileyim neredesiniz, iyi misiniz, ara da bir göreyim yeter, derdi hep.

Baba Kemal Gün'ün iki oğlu da aynı sene içinde örgüt üyesi oldukları sebebiyle askeri güçlerce öldürülür. 07 Kasım'da ölen oğlunun kalan kemiklerini alabilmek için 77 gündür açlık grevi yapıyor Kemal Gün. Haber burada. 

Önce, kimsesizler mezarlığına gömülen kemiklerin tespiti yapılır. Orada oğluna ait kemik olmadığı anlaşılınca kendisinin talebiyle bombalanan sığınak tekrar açılır. Aralarında yine kendisinin de olduğu bir grup insan, tek tek elleriyle kalan kemik ve parçaları toplar ve savcılığa teslim eder. Ancak kemikler hava bombardımanın etkisiyle aşırı ısıya maruz kaldığından DNA tespiti sonuç vermez. Savcılık bu sebeple hiç bir parçayı veremeyeceğini iletir. Fakat o gün oğulun o sığınakta olduğu bilinmektedir. Kemal Gün, şöyle ifade ediyor talebini; "Bir oğlum da 2016 yılının 4 Nisan’ında Geyiksuyu’nda öldürüldü. Onun cenazesini verdiler, aldık götürdük memlekette gömdük. Onun bir mezarı var, gidip dua ediyorum. Bunun cenazesini de alıp onun yanına gömmek istiyorum. Başka bir şey istemiyorum." Belirsizlik için talebi ise, hepsini, bütün çocukların kemiklerini verin tutanakla, aynı yere gömeyim. Aylardır başka arayan yok bu çocukları. Olur da gelen soran olursa, tutanak belli, yerleri belli. Kim isterse gelir görür mezarlarını, şeklindedir. 

*1. Öncecilik, üstünlük. 2. Karar verme yetkisi. 3. Gerekli kararları almayı bilen kişinin niteliği. (TDK)

27 Ekim 2016

Olmaz Böyle Şey

"Gördün mü bak, kimse gelmez diyordun biz geldik."


Işıklarla, huzurla uyuyun; Halit Akçatepe, Tarık Akan, Kemal Sunal, Zeki Alasya,
"Herkes ölür, ama herkes yaşayamaz."... 

24 Ekim 2016

Kahveye Giderken

Bir kaç haftadır limon sıkacağı arıyorum. Geçen hafta evin hemen yanındaki markete tekrar sordum; gelmemiş daha. Bir ara varmış bitmiş belki yakında gelirmiş. Başka markete gidince de unuttum kaldı. Aklıma da geliyor arada; bizim evde nasıl limon sıkacağı olmaz! Hatta ofiste bir tane var eski plastik bir şey, getirsem mi ki eve, diye de düşündüm. Yaklaşık bir aydır sabahları limonlu su içmeyi adet edindim. Pek seviyorum. Fakat elde sıkmayı sevmiyorum, hem zor hem limonu ziyan ediyorum. Bugün cezveyi ararken gördüm; tavaları koyduğum yerde varmış.

21 Ekim 2016

Sayıklamalar XVII

buyulugerceklik.com
Ben ve  Kardeşim
Bastığım çimenler aynı oysa patikalarda. Sarı çiçekler, kara hindibalar, otlar, çalılar, minik papatyalar ve onları uçuşturan rüzgar hâttâ. Zamanın gizemini çözdüğüm gün, ömrüm yetmez ya, hayatı çözmüş olacağıma inanıyorum. İçimde kendini yenileyen yangınlar sönmüyor hiç. Hiç küllenmedi benim içim. Özeniyorum öyle diyenlere; "küllendi sana olan aşkım..." Büyük şair Yevgeni Yevtüşenko. Affetmenin büyüklüğünden bahsediyorlar. Öğrenemeden gideceğim nasıl olduğunu, biliyorum. Geçen gün arkadaşım dedi: önce Tanrı'yı affetmeyi denemeli insan; bunca kötülüğün ilk müsebibi değil mi ki O. Bilmiyorum. Bir şey diyemedim. Tanrı dersek, işin içinden çıkıverecek mişiz gibi geliyor. Yine de eskiden daha duygusalmışım.

Geçmiş gitmiş güzellikler de kötülüktür bazen. Birlikte yaşamaya alıştığım ur gibi, boğazımda bir yumru, boyun damarımda bir ağrı, böğrümde her adımımda vuran bir sancı gibi, kaç sabah kaç akşam bitse de o benimle... Çocukluğun hatırası hep içimizde. Zaman niye var o zaman?

Bir gün o filmi hatırladığımda bütün geçmişim farklılaşacak gibi geliyor. Ve bittabi geleceğim. Bu fotoğraftan üç dört yıl sonra olmalı. Genç bir kadın tren raylarında yürüyordu yanında genç bir erkek, kardeşi ya da yabancı biri sanki. Bir gün buralardan gideceğim, göreceksin diyordu. Sonra uyuya kalıyorum, ne kadar uyudum bilmiyorum balkon perdesinin üstüme doğru uçuşuyla uyanıyorum. Aynı kadın elinde valizi yine raylarda yürümeye devam ediyordu. Filmin sonuydu. Başka bir şey hatırlamıyorum filme dair. Bir daha hiç rastlamadım. Nasıl da geçiyor zaman anların üzerinden. Dün gibi hatırlarım dediğimiz şey, saçma olmuyor mu biraz. Olsun, sen yine de "söyle bir kırık hava döneyim, turna uçsun içimde." 
***
Uzun nehirlerin bittiği uzak bir tepenin aşağısında üç kapılı kare şeklinde bir kale varmış. Hangi kapının açık olduğunu ilk seferde bilen içeri girebilir, bilmeyen kapısı olmayan duvarda taş olurmuş. Böyle oluşmuş zati o duvar da. Şöyleymiş bilmece; ey yolcu! kapının ardında ne var? Bilmenin yolun sonu olduğunu sanmayın der dervişler, kimsenin inanmadığını bile bile. En güzel prenses var demiş biri, biri bulunmayan ülkenin kralı diye bağırmış, kimi tırmanmaya çalışmış kuleye, tek boynuzlu görüyorum diye yalan söylemiş, kimi boşluk kimi yürünebilen deniz demiş. Bilmek yolunuzdur dermiş dervişler, kimse inanmazmış.

18 Ekim 2016

Cevabı İçinde

Cevabını bildiğimiz tek bir soru vardır; niye?
Hangi sorunun cevabı, niye, sorusu kadar bilinir?
Niye dediğimiz de, sorulan bir soru değildir.
Ve bütün bunların ne hatırla ne de gönülle ilgisi vardır. 

15 Ekim 2016

12 Ekim 2016

"Yükselen ben değilim alçalan duvarlar"

"Yıl 2006. 800 Albümünün kayıtları için, her zaman olduğu gibi eve kurduğumuz mini stüdyoda gece gündüz çalışıyoruz. ... 800, benim için özellikle önemli bir albüm. Çünkü Mevlana'nın doğumunun 800.yılı ve bu benim ona naçizane yaş günü hediyem ... Hep olduğu gibi bu albümde de içinde vokal olan bir parça olsun istiyorum. ... Kafada acayip fikirler uçuşuyor ve o fikirlerden biri gelip Yıldız Tilbe ismine konuyor. ... Peki, bir soralım, diye karar verdiğimiz gün, evde sevgili Ceza ile çalışıyoruz. Aradan bir saat geçmeden bize "Az önce Yıldız Hanım ile görüştük, çok nazik bir şekilde kabul etti. Bugün uygunmuş, az sonra yola çıkacak." telefonu geliyor. Gerçekten de bir buçuk saat sonra Yıldız Tilbe son derece kendi halinde ve kibar bir şekilde geliyor, derme çatma koltuğa oturup, "Çalın bakalım besteyi bir dinleyelim.", deyip parçayı baştan sona dikkatlice dinliyor. "Güzel olmuş, bağlamayı kim çaldı?" diye soruyor. "İsmail Tunçbilek", diyorum. Takdir ve onaylama içeren "Sağlam olmuş" gibilerinden hafif bir baş sallaması alıyorum. Hemen ardından "Bana kağıt kalem verin", diyor. Her şey o kadar hızlı ilerliyor ki. Yanı başımda bulduğum kahverengi bir kese kağıdını katlayıp elimdeki kurşun kalemi de üzerine koyup kendisine uzatıyorum. Ayaklarını altına alıp oturduğu koltukta bir yandan parçayı dinlerken bir yandan da kendi dünyasından getirdiği sözleri kese kağıdına on dakikadan daha kısa bir sürede yazıyor:

"Ey Gökyüzü
Aydınlık mısın benim kadar? Ve karanlık
Hasret yakarmış, kavuşmak varmış...
Güneşten sıcak, sudan çıplak
Sanırım hiçbir şey yok aramızda aşktan başka...
Başka seveceksin, başka türlü, başka şekilde, başka biçimde...
Güneşten sıcak, sudan çıplak...
Martıların kanadı gibi...
Tutsak!
Hiç kimsenin kalbi yok!
Hiç kimsenin şansı yok!
Bu benim kendi alın yazım, seveceğim başka yolu yok
Seveceksin başka yolu yok

Naklen mutluluk istiyoruz.
Naklen huzur istiyoruz.
Naklen sevgi istiyoruz.
Naklen!
Niye varız?"

Kaydı alıyoruz. ... Kendisine şiirden çok etkilendiğimi, özellikle "Martıların kanadı gibi" dizesinden sonra özgür kelimesinin geleceğini beklerken "tutsak" yazmasını çok ilginç ve etkileyici bulduğumu söylüyorum. Bir süre Boğaz'a ve bulutlara bakıp ardından "Martı kanadına tutsaktır. Kanatları onu nereye götürürse oraya uçmaktan başka çaresi yoktur.", diyor.

... Suyun halleri gibi özgürlüğün de farklı halleri, başı göğe değeni, özüne dokunup gürleyeni, dünyaları değiştireni var. Aynı şey tutsaklık için de geçerli. Bin bir türlü tutsaklık var. En fenası kendi egomuzun elindeki tutsaklık. ... İçeride köle olan, zaten dışarıda savaş vermeyi bırak, savaşın bile farkında değil. Kredi kartı taksiti, ev kirası, yıllık gelir vergisi hesapları ve yaşamının geri kalan kısmını zehirleyen televizyon programlarını seyretme bağımlılığı belini bükmüş halde. ... Sonra martının kanadına geri dönüyorum. Yıldız Tilbe ile aramızda geçen o kısa sohbette söylediğini hatırlıyorum; "Martı kanadına tutsaktır." Aşk gibi yani; aşık olan kalp, onu taşıyan vücudu, o vücudun sahip olduğu hayatı, bir yerden bambaşka bir yere, üstelik anlık bir kararla götürme gücüne, azmine, tutkusuna ve belki de çaresizliğine sahip değil mi?

... Bütün bu hikayenin içinde şu ana kadar sessiz sedasız duran can dostum Ceza'yı ileride tek başına bir yazı konusu olarak kaleme almak istiyorum. Ceza başlı başına apaydınlık bir dünya. O gün Yıldız Hanım'ın samimi ama biraz da yüklenerek "Sen neden o kadar hızlı hızlı söylüyorsun, anlamak zor oluyor?" diyerek dik bir bakışla kendisine fırlattığı soruyu "Yükselen ben değilim alçalan duvarlar" sözünü henüz yazmamış olmasından ötürü " Hızlı söyleyen ben değilim yavaş duyan kulaklar" diye her zamanki kibarlığı ile cevaplayamadığını tahmin edeceğinizi varsayıp şimdilik konuyu kapatıyorum."
 Mercan Dede, Tuhaf dergisi, Mayıs 2017

09 Ekim 2016

Anı Anıyı Söker mi?

Bir anının kalbimize kazıdığı izi daha "büyük" bir anı değiştirebilir mi? Ya da nasıl? Bu şarkının anısını henüz bir şey değiştirmedi bende. Sanırım da kapandı artık kapısı. Ortaokulda tarihim çok iyiydi ve tarih dersini çok severdim. On üç on dört yaşlarımda Nihavend makamındaki bu şarkıyı tarih hocamızın udu eşliğinde derste söylerdim. O çok güzel çalardı ben de fena değildim galiba. Bu şarkıda değil ama başka şarkılarda lise bölümünden ablalar beni dinlemeye gelirdi sınıfa. Yine de bütün ortaokul dersleri arasında en çok hatırladığım Mercidabık savaşının sonuçları ve Malazgirt savaşının 1071'de olduğudur. Öğretmenim beni çok sevdiği için ben de onu üzmek istemez, tarihe çok çalışırdım. Bunun testini geçtiğimiz kış yeğenimle yaptık. Ödevlerini yapmayan yedinci sınıftaki kuzenine; "neden yapmıyorsun abla, sen öğretmenini sevmiyor musun", diyordu. Kendisi birinci sınıfta. Demek ki insanı güdüleyen korku değil sevgi en başta. Korktuğumuzdan kaçmaya çalışmayı düşünürüz, sevdiğimizi ise yakın tutmayı. Diyeceğim şu ki; her ne yapılıyorsa kiminle, nerede, ne zaman, ona bağlanan her şey orada kalıyor. Bu şarkıyı her dinlediğimde; tarih hocamız, hiç çocuğunun olmadığı, bir çocuğu olmasını çok istediği, dolaşan dedikoduya göre on yıllık evli olduğu, karısının onu başkasıyla evlensin de çocuğu olsun diye bıraktığı, onun bir süre gidip geri döndürmek için karısıyla yaşadığı, yine de çocuklara bakıp çok üzüldüğü gelir aklıma. Hele şu şarkıyı kendisi gözleri dola dola nasıl güzel söylerdi. Daha iyisini kimseden dinlemedim desem yeridir belki. Müzeyyen abla meclis dışı... Bir de eş sesli kelimeleri bu şarkıyla öğrendim ben. Asıl diyeceğim şu ki; iki yıl önce tesadüf öğrendim, ben ayrıldıktan bir zaman sonra bir kızları olmuş, şimdi üniversitedeymiş. Çok sevindim. 

06 Ekim 2016

Kederin Sinema Hali: "Manchester by the Sea"

"Olabilir ama ilginç değil, diye yanıtladı Lonnrot. Diyeceksin ki, gerçeğin ilginç olma zorunluluğu hiç mi hiç yoktur. Ben de sana diyeceğim ki gerçek, bu zorunluluktan sıyrılabilir, ama varsayım asla. Senin önerdiğin varsayımda rastlantı payı pek fazla." 
-Ölüm ve Pusula, Jorge Louis Borges 


Sinema nedir? 19. yüzyılın sonlarından beri hayatımızda olan bu sihir ne menem bir şeydir? Bir kurgudan ibaret olduğunu bile bile, görerek duyarak ve dahi hissederek baktığımız o insanların yaptıkları gerçek midir ve ne kadar gerçek olabilir her şeyden önemlisi? Gerçek ve kurgu birbirinin zıddı gibi görünseler de asla birbirlerinin yerine geçemezler. Gerçek, olduğu gibidir, kurgu, yapılmış olan. Hayallerimiz dahalarla yüklüdür; abartılı, renkli, şaşalı, mutlu ya da kimi zaman acı verici, kederli. Kurguya baktığımızda orada olanın son tahlilde olmayan olduğunu biliriz. Gerçek olanın o anda, o canlılarla, o mekanda olmuş-bitmiş-yaşanmış ya da yaşanıyor olduğunu anlarız. 



İyi bir sinema filminden beklenen gerçeğe ne kadar yakın olduğu mudur öyleyse? Bir sevinci, acıyı, özlemeyi, sevmeyi, bir bakışı, bir anlamı, bir kadının dokunuşunu, bir erkeğin korkusunu, bir çocuğun gizini en iyi anlatabilen film midir, iyi sinema sizce de? Hayır, sinemanın sihri gerçeğe yaklaşmasında değildir. Bana sorarsanız hiç bir şey gerçek kadar kusursuz olamaz. Sinema, bizim, inanmak istediğimizi gösterebilme ve inanmak istemediklerimizin "yalan" olduğunu "bildirme" yetisine sahip olduğu için özeldir bana göre. Uçan periler, aniden açan çiçekler, uzay kahramanları, katiller, korkunç ölümler, ortaya çıkan cinayetler, sonsuza kadar gizlenen sırlar, mucizeler, olağan yaşamlar, küçük sevimli hikayeler, uzaktaki kasabalar, büyük şehirlerin zengin insanları, kaf dağının ardındaki her şeyi gösterebilir sinema bize... 


Yaşamın Kıyısında* olarak türkçeye çevrilmiş  Manchester by The Sea filmi de olağan insan hikayelerinden biri. Abisinin ölümü üzerine yeğeninin sorumluluğunu üstlenmeye zorlanan Lee, çevresindeki bir kaç kişi, yeğeni Patrick ve onun çevresi hakkında bir dram anlatısı. Lee, bulunduğu şehirden ve işinden ayrılarak, eskiden yaşamış olduğu abisinin kasabasına geri döner. Film ilerledikçe iç içe geçmiş hikayeler olduğunu, karakterleri bize anlatan gördüğümüz yüzlerinin altında onları oluşturan başka dramlar, başka hikayeler olduğunu görürüz. Lee ve Patrick'in davranışları sıradan, birbirini seven amca-yeğen ilişkisi. Komşularının, arkadaşlarının nezaketi, sıcaklığı, bir yakınını kaybetmiş sevdiğimiz için beklenen insani davranışlar. 


Film bize, bizim başımıza gelse çok daha farklı yaşayacağımızı düşündürten sahneler sunuyor. Oğulun babanın ölümünü karşılaması, amcanın ölümle yüzleşmesi, birlikte geçirilen zamanlar diyebileceğim, filmin büyüsünü bozmak istemediğimden detaylandırmadığım, zor sahneler. Kederin, acının ve üzüntünün yüzünü beklediğimiz pek çok sahnede bize göstermekten imtina ediyor. Cenaze sırasında, amcanın kendi geçmişindeki anılarında, yas dönemlerinde ve gündelik hayat devam ederken hatırlananlarda.

Özenli ve bilinçli bir şekilde sinemanın sınırlılıklarını unutmayarak bize sinema seyrettiren, filmin kendini kendisiyle sınamasına izin veren, karakterin başına gelen olayın kederinin kurguyla anlatılamayacağının altını çizen bir film Manchester by the Sea... Bu filmi özel yapan budur kanımca. 


Bir ihtimal de, oradaki kederin tarifini bize bırakıyor. Fakat her durumda sinemayı sanki bize baktırarak kurguya değil gerçeğe odaklanmamızı sağlıyor. Ben buna bayıldım açıkçası... Yönetmen bunu harika yazmış ve kurgulamış, oyuncular harika oynamış. 

Senaryo ve Yönetmen: Kenneth Lonergan
Oyuncular: Casey Affleck, Lucas Hedges, Kyle Chandler, C.J. Wilson,
2016, USA.
*Filmin adının Yaşamın Kıyısında olarak çevrilmiş olması tamamen içerikten bir çıkarım olmuş ve bence fazla klişe ve bu yüzden de olmamış. Filmin adı, Birleşik Devletler'in doğusunda bir kasabanın adından geliyor. Aynen kullanılmasının ne sakıncası vardı anlamadım.

03 Ekim 2016

"Bir Sana Bir de Bana"

Her yer boş.
***
Kelimeler bile.
***
Bugünkü yirmi kişilik sınıfın yarısından fazlası yabancı öğrenciydi. Birinin adı Yvonnne, gibi bir şeydi. Fransızca Ivon gibi okunuyormuş galiba, Fransız kolonilerinden Brundi'den geliyordu kendisi. Hoca mırıldanıyordu ama duyuluyordu; "nasıl aklımda tutsam senin adını, Iva mı desek, Iva'yla neyi bağlayabiliriz," derken ben, "Ivan İlyich," dedim. Aklıma Tolstoy'un kitabı gelmişti. Biri, "Ivana Sert," dedi. Hoca onu duydu, "a, evet, güzel kadın o," dedi. Sınıftaki Ivon, Ivana Sert ile bağlandı. Ben dersi bıraktım. Ivan İlyich'de zaten ölmüştü.
***
Bugün on beş yaşındaki bir kız çocuğunun babasından nefret ettiği için, görüştüğü bütün erkek arkadaşlarına nasıl kötü davrandığını tartıştık. Hıncını onlardan alıyor, dedi hoca. 
***
Otobüs durağına geldiğimde baktım yoktun. 
***
Olsun. Sağol.
***