Yeni şehirdi, evdi, taşınmaydı derken yazmayalı tam on beş gün olmuş. Yine bildik cümleyi tekrarlamadan geçmeyelim; zaman ne çabuk geçiyor!
Üst üste yazarak "Uzak Topraklar" dizisini bitirmeyi planlasamda, evdeki hesap çarşıya uymadı. Meşguliyetim bir yana, yeni evimde henüz İnternet erişimim yok, cep telefonundan bağlanarak da yazmak istemedim açıkçası. Hala İnternet bağlantım olmasa da bir fırsat buldum şimdilik. İnsanın istemediği bir şeyi yapmamayı seçebilmesi ne güzel bir lükstür değil mi? Benim hayatımda çok yoğun değildir bu. Ufak tefek gündelik yaşamımda olmuş olsa bile, büyük virajlarda pek mümkün olamadığı için ben de böyle gündelik yaşamımda tercih edebiliyor olmayı severim, sevmediğim şeyleri yapmamayı...
Lakin, yazmayı özlemişim. Yazmayı özlemiş olmaktan mutluyum şu anda. Alışkanlık olmasından, yazmayınca kendimi eksik hissetmiş olmaktan mutluyum. Mutlu olduğumu anladığım zamanlar, oturup o anı düşünmeyi, mutluyum demeyi seviyorum. İnsanın mutlu olduğu anı algıladığı zamanlar azdır çünkü. Güzel bir müzik dinlemek, iyi bir resme uzun uzun bakmak, dağları izlemek, nehrin akışında düşüncelerimin akmasından haz duymak gibi mutluyum. Şu anda bir filmin bitişinde bir şarkı çalıyor, kimdir, nedir şarkı bilmiyorum, içimi çok rahatlattı da oradan aklıma geldi bu benzetmeler. İçim rahat değil evet, bir an rahatlayınca yazmak istedim.
Yazma isteğimin altında yazmak konusu var. Bu konuda burada üç dört yazı yazdığımı hatırlıyorum. Her bir, "şaşırtıcı" bir yazı okuduğumda bu bahis gelir aklıma. Nedir şaşırtıcı olan? Ne yazdığınız değil, nasıl yazdığınızdır yazınıza değer katan diyor üstatlar. Katılıyorum. Öyle olduğu da aşikar. Yoksa, misal; Kırmızı Pazartesi dediğimiz roman, yarım saatlik bir zaman diliminde genç bir adamın, bir genç kızla cinsel ilişkiye girdiği iddiası ile kızın abileri tarafından öldürülmesini anlatır. Marquez bu yarım saati yaklaşık seksen doksan sayfa da anlatır, ve benim en sevdiğim hikayelerden birini yaratır. Hikaye de gerçektir hatta, bizde de bolca olan, üçüncü sayfa haberlerinden birini hikayeleştirir. Ama be Marquez, o nasıl bir anlatmadır... Nasıl bir kelime seçimidir ilmek ilmek işlenen. Her Marquez okuduğumda, bu adamın alfabesi kesinlikle yirmi yedi harfli olamaz derim... Güzel yazdığını düşündüğüm üç yazar da, bir diğeri de Hasan Ali Toptaş, ve kalan diğeri henüz ünlü olmadı, çocukluğunu büyüklerinden öykü-masal dinleyerek geçirmiş. Bir ilgisi olabilir iyi yazmakla galiba... Konunun bu kısmında bir sorun yok bana göre.
Konunun temeline dönersek; özellikle bu 'blog' dünyasında ne zaman gündelik yazılar okusam, benim de aklıma hep öyle gündelik konular geldiği, ama her seferinde, neden yazayım ki böyle bir olayı dediğimi hatırlarım. Kim, neden okur ki bunları diye düşünürüm. İşte şaşırdığım budur. Okusa okusa benim gündemimle yakından ilgilenen birileri olabilir derim. Sonra oturur, ta başa döner, zaten bu 'blog' uygulamasının yaratıcısı bana gelse, "ne dersin, tutar mı bu", dese, "hadi canım sende", diyeceğimi hatırlarım. Sonra da televizyonun yaratıcısının sözünü hatırlarım. "Kim, neden saatlerini o kutunun başında geçirsin ki..." Bu tür gündelik, ama iyi yazılmış olayları ben de severek okurum ama hala yazmaya değer bulamıyorum, sanırım iyi yazamadığımı düşündüğümden...
Şaşırmaya devam ediyorum; iyi yazılmamış, fakat yazılmış gündelik hikayelerin çok kişi tarafından okunması ve başkalarının gündelik hayatına olan merakımıza... Yani, ünlü birileri olsa, tamam, daha bir anlayabilirim. Fakat değiller. Tamam, çokluk kaliteyi göstermez ama sonuç bu oluyor. Neden hiç tanımadığımız insanların kimle, nerede, nasıl, ne yaptığını okuyoruz, edebi değeri olmamasına rağmen...
Konu sosyal medya denen fenomenin geldiği noktaya bağlanıyor aslında, bireyselleşmeye, iletişim kanallarının değişmesine, insanların varlık sorunlarına çözüm arayışlarına, kendimizin "özel", ötekilerin "sıradan" olduğunu düşündüren kibrimize, var olmanın dayanılmaz hafifliğine...
Ama bu başka yazının konusu olsun...
Yazı, iyi başlamış, aniden kesilmiş, kötü sonlandırılmış gibime geliyor ama, kalsın, öyle olsun...