30 Ocak 2020

Canavar'ın Çağrısı

"- Bu hikaye nasıl başlıyor?
- Pek çok hikaye gibi. Bir çocukla... Çocuk denemeyecek kadar büyük ama adam olmak için de çok küçük. Ve bir kabusla."

Suçluluk duymak... Olduğumuz şey için, insan olduğumuz için suçluluk duymak... Bir yerlerde okumuştum lakin nerede kimin yazdıklarında hatırlamıyorum, hatta İngilizce bir ifadeydi: Because a half cannot hate what truly makes it whole (çünkü bir yarım onu gerçekten tam yapandan nefret edemez.)

Yaptığımız pek çok kötü şeyden sonra kendimizi affedip ya da etmeyip yaşam yoluna nasıl devam edebiliyoruz? Bir yanımızı kabul ediyorsak diğer yanımızı da kabul etmeye yanaşmamız şart mı ve hangisinin ne zaman ağır geldiğine kim, ne karar veriyor? Zaman mı, durumlar mı, biz mi?

Ya hiç anlamazsak; acılardan kaçınmak için tutunduğumuz gerçeklerin yalan olduğunu?


On yaşlarında bir erkek çocuğunun düşündükleri yüzünden duyduğu suçluluk duygusunun, karşı karşıya olduğu acıyla yüzleşmekten kaçışının masalsı görüntülerle ve fantastik öğelerle anlatıldığı, tam da bu nedenle inanmamızın gerekmeyeceğini sandığımız ve yine bu nedenle yanılgımızın yüzümüze çok sert çarpıldığı bir film Canavar’ın Çağrısı.  Masallar bize çok şey anlatır. Her zaman.

On altımızda aşkımızdan öleceğimizi sanırız kırkımızda ölmeyeceğimizi biliriz ama hissettiğimiz aynı şeydir... Yetmişimizde de aşık olabiliriz ama olmayacak yaşamanın arkasından bakmayız yine de içimizdeki aşktır. Acı olan bizim için hep acıdır. Ne kadar az ağladığımız acının verdiğini değiştirmiyor. Connor çok zor bir acıyla henüz hayatın onu hazırlamasına fırsatı olmadan karşılaşıyor. Yine de ta bebekliğine giderek baş edebilmenin yolunu acısının kaynağından bulup çıkarıyor, yaratıyor.

Connor'a da söyleniyor, zor olmayacak, çok zor olacak. Bir süredir düşünüyorum neden aslolan hayattır? İyi hissedilecek bir hayat kutsalının peşinden koşup duruluyor. Binlerce psikoloji, kişisel gelişim kitaplarına ve haplara yüklenen serotoninle sürekli iyi hissetmeye çalışmamız neden? Şems'in, altı üstünden daha iyidir belki sözü neden ölüm için geçerli olmasın?


Hikaye İngiltere tarihinde Carnegie Madalyasını -Patrick Ness- (çocuk ve genç  edebiyat eseri ödülleri) ve Greenaway Madalyasını -Jim Kay- (kitap çizim ödülleri) (2012) bir arada alan henüz tek eser olan aynı adlı kitaptan uyarlama. Çizimler film içinde masalların anlatımında kullanılmış, belli ki sulu boyayla harikalar yaratılmış. Kimi kitap uyarlamalarında görüntüler kesik kesiktir, bir sahneden diğerine geçerken arada başka cümleler olması gerektiği hissiyatı hakimdir. Koca koca başlıklar bir kaç cümleyle geçiştirilir, görsel abartılarla doldurulmaya çalışır ve biz, eminim kitabı daha güzeldir, diyerek kalkarız koltuklarımızdan. Canavar'ın Çağrısı'nda hikayenin iyi bir edebiyat eseri olduğu daha beş on dakikasında görülüyor diğer yandan film olarak da apayrı bir anlatımı olduğu açık. Önce kitabını okusam kesinlikle o resimleri hareketli de görmek isterdim. Filmi izledikten sonra da hikayeyi bir de yazılı görmek isteğiyle doluyor insan. Belli ki ikisi de ayrı sanatlar olarak, olmuş. 

29 Ocak 2020

Biliyorum

Biliyorum, gün gelecek insanlar birbirlerinin ne söylediğini değil söylemediğini merak etmeye başlayacak. Sustuğumuzda birbirimize, ne yaptığımızı, ne düşündüğümüzü bulmaya ve onları yaymaya yarayan sosyal medya araçları icat edeceğiz. Hepimiz her gün gördüğümüz yüzlerce kişinin "mutlu", "üretken", "yiyen-içen", "gezen", "alan-satan", "sevişen", "üzülmüş", "aşık", "evli", "seksi", "yakışıklı" "çekici" hallerinin dışında nerede ne halt ettiğini ve düşündüğünü deli gibi merak edeceğiz. Biliyorum, çünkü bir gün aslında söylemediklerimiz olduğumuzun farkına varacağız. 

26 Ocak 2020

Yaşam Sevgisi Bir Kültürdür

Tıpkı çiçek sevgisi, tıpkı müzik sevgisi, tıpkı yüzme sevgisi gibi… Bu sevgi ya vardır, ya yoktur. Böyle bir sevgi pekişmemişse; orada insanlar, ne yaratıcı bir yaşama, ne sağlıklı bir aşka, ne keyifli bir yücelmeye fazla kulaç atamazlar. Kafası yarım kesik bir horoz gibi, çırpınır, bunalır, önüne geleni suçlar; ne istediğini, ne aradığını, daha doğrusu ne halt edeceğini bir türlü tam kestiremez ve kendilerini de, canım yaşamı da ziyan zebil ede ede, sönüp giderler.
Yaşam sevgisi; enerjinin, yaşam zevkini kuşaklar boyu ortaklaşa yoğurmasından oluşur.
Enerji yoksa orada sadece kurnazlık vardır. Kurnazlık da, yaşam sevgisiyle yaşam zevkinin en amansız celladıdır.
- Çetin Altan, Limonata ve Rafadan Yumurta, yazının tamamı

25 Ocak 2020

Alıntı-Shakespeare

...
Yarayla alay eder, yaralanmamış olan.
Bak nasıl da sararıp soluvermiş Tanrıça kederden
Sen ondan çok daha güzelsin diye.
...
William Shakespeare, Romeo ve Juliet

17 Ocak 2020

Efsane sahne

Ey Hayalet karakteri, o nasıl bir rakı doldurmak, üzülmektir!
 buradan da açılabilir (dk. 2.14..)

"
"Dün gece güzel bir anı hatırladığımda, orada olduğundan mutlu olduğun bir anı bulup ona sarıldığımda uyuyabildim ancak", yazıyordu kitapta gece uyumaya çalışırken. 

13 Ocak 2020

Alıntı-Proust

"Swann'a gelince, Paris'i baştan başa katetmesinin sebebi, onu bulabileceğini düşünmesi değil, aramaktan vazgeçmeye katlanamamasıydı."- Marcel Proust, Swann'ların Tarafı
*
Bu şarkıyı 29 Ekim 2018 sabahının erken saatlerinde Kadıköy sahilinde bir çocuk sazla çalıp söylüyordu.
*
Bu parçayı da 'Forest of Piano' isimli bir çizgi film vardır orada ormanda yaşayan bir çocuk çalıyordu. Uluslararası bir Chopin piyano yarışmasına katılıyor ve parçayı notalarına bakarak değil, çocukluğunda yaşadığı ormanda dinlediği yağmur damlalarını düşünerek çalıyordu. (24 bölümlük, piyanoyla örülü, hayli klasik müzik bilgisi ve ziyafeti sunan, Japon bir çizgi filmidir.)

12 Ocak 2020

İnsanın Arayışı

Ben Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okuyup son sayfayı çevirdiğimde şöyle dediğimi çok iyi hatırlıyorum; neydi bu şimdi? Ne demek istediğimi Azrailliyle karşılaşmış ölümlünün hayatına dönüp "bitti mi yani şimdi" şaşkınlığıyla eş değer anlayın siz. Buna rağmen bir daha okumak istemiyorum. 

08 Ocak 2020

06 Ocak 2020

Görmek ve Hayaller

Küçükken kurduğum hayalleri hatırlamıyorum. Dahası küçükken hayal kurduğumu da hatırlamıyorum. Küçükken hatırladığım şeylerden biri; büyük olduğum. Bir diğeri; bir gün büyüyeceğim. Bazı anlar şarkıcı olma hayali kurduğumu az çok hatırlıyorum. Büyüyünce bir mesleğim olacağını hayal ettiğimi net olarak hatırladım şimdi. Fakat bu hayalden çok, bir düşünce, daha ziyade hayatım için bir koşuldu. -Dolayısıyla bu bir hayal sayılmaz.-
Evet, rahatlıkla söyleyebilirim ki hayal gücü geniş bir çocuk olmadım hiç. Benim dünyam gördüklerimden ve görme ihtimali gördüklerimden ibaretti. Şöyle ki; bir çocuğun elinde bir oyuncak gördüm diyelim. O zaman ben çocuklara oyuncak alındığını düşünür ve bir oyuncak hayal etmeye başlardım. Ayakkabılarımı malumunuz annem seçerdi. Bir seferinde bir çocuğun ayağında dizlerine kadar uzun siyah bir çizme görmüştüm. O zamanlar kar çok yağardı Karadeniz'e. Bir kaç hafta uzun siyah çizme diye mızırdandığımı hatırlıyorum. Sonunda annem almıştı, üstelik bana sürpriz yapmıştı. Bir sürpriz hatırladığımda onu bilirim hâlâ. Bir haritaya bakarak bir yerlerde olmayı, bir denize bakarak kayığım olmasını, bir ağaca bakarak çıkabilmeyi hayal ettiğimi hatırlamıyorum meselâ hiç. Ta ki gidene, binene, çıkana kadar ya da yapabilenleri görene.  Bununla birlikte küçüklükten bu yana sürdürdüğüm başka bir şey var. Çok kolay inanırım. İçimde, söylenenlere ve olacaklara dair korkunç saf bir inanç vardır. Mesela biri biri hakkında bir şey dese bir başkası ilk "yok canım yalandır", diyebilir. Ben bunu bir kaç dakika düşündükten sonra derim.İnancın, kendi içimizde büyüttüğümüz bir şey olduğunu söylüyorlar Ahlat Ağacı'nda. Öyleyse inanmak istemekten kaynaklı bir inanış olabilir bendeki. Hayallerden beri bu benim inanç meselesine bakarsak, benimkisi düpedüz kolaycılık olmalı. İnanmak düşünmeyi gerektirmez çünkü. Meselenin en kötü yanı, inanmak kendi iç gözümüzü kör eder öncelikle. Kendimize bakışımızı bulanıklaştırır ve  yanlış yaptığımızı, yanlış yerden hatta belki yanlış yere baktığımızı görememize sebep olur. İçinde bulunduğumuz durumlara olan körlüğümüz nasıl olması gerekliliğini de karartır. Sözün özü şimdilerde inanmak meselesinin iyi bir şey olmadığına kanaat getirdim.

01 Ocak 2020

2020-1

İyi başlamadı bu sene. Hiç hem de. Ne hissettiğimi bile bilmiyorum. Koca bir boşluk? Ya da koca bir taş bir yerlerime oturtulmuş, kıpırdatmıyor beni. Olan biten de ne ki? Hiç... İnsanlık hallerinden biri, o kadar. Benim de dahil olduğum hatta. Minority Report filminin finalini bilir misiniz? Seçebilmeyi anlatır. Bu kadar kaotik, manipülatif, insanın kendi olmayı ve kendini bilmeyi ölüp gitmeden öğrenmesinin neredeyse imkansız olduğu hayat şartlarında, "seçmek" ne mümkünse onu anlatır işte. Oğlunu öldüren katille karşı karşıya gelen bir baba, ne yapacağını seçeceği andadır.
Karşısındaki katildir. Ve eğer onu öldürürse kendisi de katil olacaktır. Herkes kendi yaptığından sorumludur. Bundan sonrasında olaylara göre söylenecek çok şey olabilir, biliyorum. Seçimlerimiz ne kadar manipülatif olursa olsun bizim seçimimiz midir, değil midir? Belki budur durup düşüneceğimiz. Bilmiyorum. Belki bunun tek bir doğrusu yok. Hayatı tek bir doğru üzerinden yaşamaya çalışmak bizi, hayatın kendisinden uzaklaştıran robotlara çevirir belki. Bildiğim; içimde neresinden baksam tutamadığım, tutunamadığım bir şeyler olduğu. Ve o kadar çok işim var ki yapacak... Ve parmaklarım o kadar ağır ki... Dünya hep dönüyor. Çok merak ediyorum, ne olursa duracak bu dünya...