30 Aralık 2019

Benim Diyecek Bir Şeyim Yok Ki

Sosyal bilimlerde çok uzun zamandır, herhalde yirminci yüzyıl ortalarından bu yana, söylenecek bir şey kalmadığını söylüyor sosyal bilimciler. Temel bilimlerde ise daha yeni yeni öğrendiğimizi. Dünya saatiyle bir kaç dakika önce bildiğimiz fizik kurallarının kuantum ile tepetaklak olduğunu öğrendik. Mesela en temel farklarından biri klasik fizikte kesinlik varken, kuantumda olasılıklar var. Klasik fiziğe göre maddelerin hareketlerinde insanın-bilincin bir fonksiyonu yokken kuantumda insan-bilinç faktörü deneylerde bir etken. Kuantum fizikte birbirlerinden çok uzak iki parçacık arasında sanki yanyanalarmış gibi bir bağ tespit edilebilmektedir. (Kolektif bilinci doğruluyan tuhaf tuhaf şeyler.) Klasik fizikte bu söz konusu olamaz... Diyeceğim o ki; yirmi dokuz harfle o kadar çok şey söylenebildiğine ben zaten hep şaşmıştım. Bitmesi çok normal. Yeni yıla dair söyleyeceğim bir şey yok haliyle. Bu yıla dair ise; daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım tam yıl bitmeden. İnternet'ten e-milli piyango bileti aldım. Çok ilginç bir şey olmayabilir sizin için. Zaten benim için ilginçti. Hazır para yatırmışken de biraz inceledim, iddia, atlar, bahisler, tek maçlar filan şurada biraz takılsam mı ki... Şaka şaka, aman ne alavereler oralar. Sözün özü, daha iyi seneler olsun herkese. Önce sağlık, gerisi olur gider.

28 Aralık 2019

Köprü


Ben bir yerde hata yaptım ama nerde
Vermeye çalışırken dolu bir şeyler
Kurmaya çalışırken doğru bir şeyler
Kaçıp gitti ellerimden birer birer sevgililer

Özlemlerinle yıllarca yanarak
Sözüm ona sen böyle bir şey aradın
Duygularınsa çocuktu üç yaşında
Kaçıp kovalanmaktı heyecanların

Bense kurulduğunu sanıyordum köprülerin
İçimde sevinci vardı sağlıklı sevgilerin
Oysa eskilerden farkı bu kandırmacanın
Daha akıllı ve hesaplı olmasıydı

Kuru kuru aşk değil biraz paylaşmak
Ya da bir şeyleri sevgiyle yaratmak
Yüreğinde güven yol yol damar damar
Böyle bir düş için bile değer inan mutsuz olmak

Özlemlerinle yıllarca yanarak
Sözüm ona sen böyle bir şey aradın
Duygularınsa çocuktu üç yaşında
Kaçıp kovalanmaktı heyecanların

Bense kurulduğunu sanıyordum köprülerin
İçimde sevinci vardı sağlıklı sevgilerin
Oysa eskilerden tek farkı bu kandırmacanın
Daha akıllı ve hesaplı olmasıydı

Söz: Sezen Aksu
Müzik: Atilla Özdemiroğlu

24 Aralık 2019

Soru İşareti?

Bildiğimiz şeyi mi hissederiz, hissettiğimiz şeyi mi biliriz? Bilmek gerçeğe dayanıyorsa hissetmek neye dayanıyor olabilir?

21 Aralık 2019

Film: The Best Exotic Marigold Hotel

Keyifli bir film... Kendini yaşlı hissedenlere, yaşlı hissettiği için üzülenlere, yaşlı hissetmenin nasıl bir his olduğunu bilmek isteyenlere ve yaşlı olmuş olanlara,... Filmden bazı notlar: 

 "Gelecek hakkında bildiğimiz tek şey farklı olacağıdır. Belki de korktuğumuz tek şey geleceğin aynı olmasıdır. Bu yüzden değişiklikleri kutlamalıyız."

Şöyle diyor videoda;
"Gerçek başarısızlık denemekten vazgeçmektir. Başarının ölçütü ise hayal kırıklığıyla nasıl baş ettiğimizdir. Çünkü hep hayal kırıklığı yaşarız... Değişmek için çok yaşlı olduğumuzu hissettiğimiz için suçlanabilir miyiz? Ya da hayal kırıklığı korkusuyla baştan başlayamadığımız için? Sabah kalkarız. Elimizden geleni yaparız. Önemli olan tek şey de bu."

11 Aralık 2019

Yargısız İnfaz, Hayata ve Müslüm'ün Müziği

Yargı, yargılamak, yargılamadan hüküm vermek... Hüküm vermenin başlı başına subjektif bir düşünce olduğuna hepimiz hem fikir olmalıyız. Hukuk kurallarına neden ihtiyaç duyduğumuzu basitçe düşündüğümüzde, subjektifliğin ağırlığından kurtarmak adına oluşturulduklarını söyleyebiliriz. Hukukun varlığı maalesef adaletin varlığını kanıtlamıyor ki egemen sınıfların kendi çıkarları için oluşturdukları kurallar bütünüdür hukuk, dediğimizde yanlış olmayacaktır. Cinsler arasında insanlığın diğer canlılara göre kendi ırkının iyilik halini öncelikli kılması bu adalet anlayışını açıkça gösterir. Bir insanı öldürmek bir hayvanı öldürmenin veya bir ormanı yok etmenin yanında hemen bütün toplumlarda cezası en yüksek suçlardandır örneğin. Neden? Cinsler arasında kuralları koyan insandır çünkü. Dolayısıyla bir toplumda kuralları düzenleyen sınıfın kendi grubunu önceleyebileceğini düşünmememiz için bir sebep yoktur. Diğer yandan, hukuk kuralları tam da bu nedenlerle toplumların kültür, inanç ve değerler bakımından nasıl toplumlar olduklarına çok net işaretlerdir. Neleri suç saydıkları, hangi suçlara nasıl cezalar verdikleri insanlarına ve yaşam şartlarına biçtikleri çerçeveleri çizer bize.

Rendition filmi Türkçeye Yargısız İnfaz olarak çevrilmiş. Mısır asıllı Amerikalı kimya mühendisi Anwar, bir bombalama eylemine destek verdiği şüphesiyle CIA tarafından gözaltına alınır. Uluslararası bir iş gezisi dönüşü Washtington havalananına indiği sırada gözaltına alınan Anwar doğrudan bombalama eyleminin gerçekleştiği Kahire'ye götürülür. Burada CIA Kahire büro memurunun gözetiminde Kahire emniyeti tarafından, gerçekte CIA talimatlarıyla sorguya alınır. Büro memuruyla bir görüşmede CIA merkezinin, "Amerikan hükümeti işkence yapmaz söylediklerinize dikkat edin," cümlesinden sorgulamanın Kahire topraklarındaki niteliğini tahmin edebilirsiniz. Öte yanda, Anwar'ın karısı bindiği uçaktan inmemiş görünen kocasını bulmak için ulaşabildiği herkesi zorlamaktadır. Kendisini ve kocasını iyi tanıyan bir arkadaşı aracılığıyla CIA merkez ofisine kadar ulaşır ama fayda etmez. Kimse kocasının ne nerede olduğunu ne de nasıl iz bırakmadan uçaktan yok olduğunu söylemektedir. Bu yanda, kocası bir hücrede ölüm kalım arasında beklemektedir. Rendition filmi, aileyi iyi tanıyan bir arkadaşın kişisel yargısıyla Anwar'ı hiç tanımayan bir memurun ortaya koyduğu hak insiyatifini düşündüren bir hikaye... Şüphenin ve gerçeğin ayrımını filmi izleme keyfinize bırakıyorum. Hukukun kişiselliği, adaletin hukuk olmayabileceği gibi düşünceler arasında izlemeye devam edilirken asıl haz, hikayenin kurgusundaki ince zekadan geliyor. Biri diğerinin geleceği olan iki ayrı hikayeyi aynı zaman kurgusunda izletiyor yönetmen ve bunu size neredeyse hiç söylemiyor... Ve müzikler... Orta doğunun kadersel coğrafyasına bir ağıt gibi dinlenmekte...


Auf das Leben!, Türkçesiyle, Hayat'a filminin kadın başrol oyuncusu bu yılın başında 76 yaşında vefat etmiş. Henüz 2014 yapımı filmi izlerken şöyle dediğimi çok iyi hatırlıyorum oysa; "ne kadar genç görünüyor, nasıl güzel bir kadın." Yahudi olan Ruth'un yaşamı çocuk yaşta bir toplama kampında son bulmak üzereyken müttefiklerin görünmesiyle yetmişlerine kadar geliyor ve hikayeyi o yaşlarında, zaman zaman geçmişe giderek izliyoruz. Yalnız yaşayan Ruth'un evi sosyal devletçe anlamadığım bir sebeple değiştiriliyor. Ruth, eşyalarını taşımaya gelen otuzlarındaki Jonas'dan tekrar onun evine geri gelmesini gerektirecek bir yardım istiyor. Jonas'ın ona bir şey hatırlattığını ve hikayenin bir anı anlatımıyla devam edeceğini
tahmin ederken Jonas geldiğinde Ruth'u evinde intihar etmiş buluyor ve hastaneye yetiştiriyor. Fiziksel olarak iyileştikten sonra intihar teşebbüsünde bulunan vatandaşını psikiyatri kliniğinde yatırmakta ısrar eden sosyal devletin ilgisine hayranlık duyarken biz, şöyle diyor Ruth; "Bu devlet beni çocukken öldürmek üzere kapalı tuttu, şimdi kendimi öldürmek istediğim için kapalı tutuyor." Ne kadar haklıydı... Jonas onu bir şekilde klinikten kaçırıyor. Ruth anlatmaya devam ediyor, arada eski şarkılarını eski video görüntüleriyle dinleterek; gençliğinde yahudi olmayan bir sevgilisi varmış. Her şeyiyle onu çok sevdiğini söylemiş, nişanlanmışlar. Bir sergi konserleri sırasında Ruth, travmalarının nedeni olan, ailesini öldüren Nazi subayını fark ediyor ve hiç tereddüt etmeden subayı öldürüyor. O çok çok seven ve anlayan nişanlısı o anda yanından uzaklaşıyor. Ruth sekiz yıl hapis cezası alıyor ve bir daha şarkı söylemiyor. Jonas'ı ilk başta eski nişanlısının oğlu sanıyor. Jonas MS hastası, o da nişanlısını vücudu günden günden erirken yanında tutmamak için kendinden uzaklaştırmış ve evini şehrini terk ederek, karavanında yaşamak istemiş. O günlerde de karavanı çalındığı için Ruth'un evinde yaşıyor. Jonas, Ruth sayesinde nişanlısının tercihine saygı duyabilmeyi ve sevmeye devam etmeyi, Ruth Jonas sayesinde kendisinin henüz ölmediğini anlıyor film boyunca. Dedikleri gibi filmde, arada Hayat'a kadeh kaldırmak ve seyretmek gerekiyor sadece sanırım.

Müslüm karakterini canlandıran başka bir oyuncu olsaydı nasıl olurdu film bilemeyiz ama Timuçin Esen, Müslüm Gürses efsanesini sinemada yeniden yaratmış demem, abartı olmayacaktır. Timuçin Esen'in kendiliğine has aksak yürüyüşleri, omuzların yerine göre ilerde yerine göre arkada duruşları, yüzünün aldığı mimikler, az konuşan bir ifade ve içinizi kesip geçen keskin, derin bakışlarla hikayesini Müslüm'den bir kaç saatliğine ödünç alıp yaşamış, demem de abartı olmayacaktır. Öyle ki bana sorsa kendisine arabesk söylemenin çok iyi oturduğunu, yıllardır çeşitli mekanlarda verdiği rock konserlerinden vazgeçmesini söylerdim ki bir yerde canlı dinlemiştim. Yeri gelmişken eklemem gerekir ki müziği, söyleyenine, ülkesine ya da türüne göre değil de sadece iyi ya da kötü olduğu için sevmekten, bunu öğrenmiş olmaktan mutluluk duyuyorum. Nasıl biliyorsun iyi olduğunu derseniz, biliyorum işte... Filmden önce, gördüğüm hayat hikayesine dair söylemek istediğim şudur ki: Müslüm Gürses ve sanatı, sanat neden yapılır tartışmasına ilişkin, bu nedene maruz kalan insanların ürettiği "şeyin" neden kalıcı ve geniş kitlelerce sevilir olduğuna dair bir cevaptır. O adamın hayata devam edebilmek için şarkı söylemekten başka yapacak bir şeyi yokmuş... Şarkı söylemesi, maruz kaldığı travmalara kendinden bağımsız birinin bir yanıt bulması gibi, yer altında sıkışıp kalmış suyun kendine bir çıkış bulabilmek için önündeki toprağı damla damla yoklayarak en küçük çöküntüden coşkun bir pınara dönüşmesi gibi, öylesine oluvermiş. Bulmuş, tutunmuş ve yorumlayarak güzelleştirmiş. İyi dokunmuş bir hırka gibi giymiş üzerine. Bu yüzden de çok yakışmış. Filme dair ise, bu hikaye, iyi oyuncularla iyi bir kurguyla ve iyi müzikler eşliğinde çok iyi anlatılmış. İzlemeye ve özellikle bilmeye çok değer... Hangi çocukluğun, üstelik böylesine kötü başlayan bir çocukluğun, bu kadar uçuk bir çocukluk hayali gerçek olur ki... Herhalde hayatın bir özrü Müslüm'e Muhterem Nur'la karşılaşması ve birlikte bir yaşamı sürmeleri. Müslüm, on beş yaşlarındayken bir sinema filminde görüyor ilk defa onu, o gece belki ilk kez bir kızla öpüşecek, kızla gitmekten vazgeçip filmi izlemeye devam ediyor. Karşılaştıklarında aralarında yirmi yıl var. Müslüm anısını anlatıp, "Bana bir öpücük borcunuz var vesselam," diyor.  Muhterem Nur, "benimle oynama, dalga geçme, ben senden ne kadar büyüğüm biliyor musun", filan diyor. Yazmadan geçemeyeceğim çok güzel bir cevap veriyor Müslüm; "Ne olmuş, n'apalım yani. Ben daha o yaşa gelmedim bile." Ben seni bırakmam diyor ve bırakmıyor... Romantik olduğu kadar hüzünlü bir cevap. Mehtap geliyor aklıma bazen bu cümleyi düşündüğümde; iki yıl önce benim vardığım yaşa gelmeden giden sevgili arkadaşım... Ben, ya ben, ne yaptım fazladan iki yılımla...

10 Aralık 2019

Zamansız

Zamansız

Bir eski zaman söylencesi o, zamansız ve çağdaş yani;
Bir ırmak da öyle.
Bilmez saatin akışını, bir çocuğun soluğu, bir kuşun çığlığı
Artık derinliklerinde kalbimin; onu bir dağ doruğunda bıraktım
Ve ben şimdi bir çöldeyim, ölü bir gemi denizde.
Onarılmaz. Çevreni yok ya da. Bir ölü artığı.
Onu mu demek istiyorum? Hani şu yağmursuz yazları, karsız kışları
Hani şu baharsız baharları?
Onu mu demek istiyorum? Hani şu bırakılmış, ıssız ev içlerini!
Hani şu...
Onu mu demek istiyorum? Bir dev çaldı çocukluğumu!
Onu mu demek istiyorum? Artık dünya uzak uzak uzak
Bir söylence şimdi.

Ali Püsküllüoğlu