27 Haziran 2011

Rüya

Şimdi aklıma geldi bloğa bakarken de yazmadan geçemedim ; dün gece rüyamda kar gördüm. Elimde bir fotoğraf makinası vardı,  dedim ki içimden :" aa ne güzel kar var yerde, fotoğrafını çekeyimde bloğa arka plan yaparım ya da tepeye koyarım, ilginç olabilir " Hatta ayak izleri vardı karın üzerinde de " hımm dedim, ayak izleri de var, daha güzel olur" Komik...

26 Haziran 2011

İstemek...

Hadi günümüz saçmalıklardan "brain storm" (beyin Fırtınası) yapalım ;  -  emin olun hiç bir beyin fırtınasında akla ilk gelen söylenmemiştir. Mutlaka kısa sürede olsa düşünülür, ölçülür. - Oysa beyin fırtınası çalışmasında konu ile ilgili aklınıza ilk geleni sakınmadan söylemelisiniz ki en yaratıcı fikirler çıksın ortaya, daha sonra nasılsa ayıklanacaktır.
Hadi yapalım, hayallerimden istediğim şeyleri sakınmadan sıralayalım, saçma olsun, şımarıkça olsun, çok olsun, sinematik olsun, hayal olsun, kopya olsun, arabesk olsun, ama olsun, istediğim olsun ; 
Tac Mahal'i görmek istiyorum bir dostum ile birlikte. Çünkü O çok istiyor, bende O' nun yüzünün halini görmek istiyorum. Gözlerinin o denli mutlu bakmasına bakmak istiyorum. 
Niagara şelalesinin sesinden dostumun sesini duymakta zorlanmak istiyorum. Şelale'ye bakarak çay içmek, suyun yüzümü ıslatmasını istiyorum.
Bir ata eyersiz binip yelelerinden tutarak, birazda boynundan sarılarak Karagöl yaylasından aşağı uçmak istiyorum. 
Büyük bir dağı iki gün iki gece at sırtında aşmak istiyorum. Gece korkumdan uyumamak, gündüzün geceden tek farkının karanlık olduğunu sürekli kendime tekrarlayarak yavaşça ilerlemek istiyorum at sırtında. İçimden her seferinde ona kadar sayarak sabah olduğunda "başardım" demek istiyorum.
Toskana vadisini trenle geçmek istiyorum; yeşile doymak için.
Kış vakti İstanbul'dan Kars'a doğu ekspresine binmek istiyorum; beyaza doymak için. O olmazsa Sibirya  ekspresi de olur.
İnsanların taş yerine geçtiği, yani taş gibi davrandıkları o "Go" oyununu bende izlemek istiyorum bir Çin köyünde.
Norveç fiyordlarını görmek, bir buzul buzdur nihayetinde ama yine de bir buzdağı'na  dokunmak istiyorum.
Nerede olduğu fark etmez ama gecenin karanlığında yola çıkıp, karanın görünmediği deniz ortasında bir kayıkta güneşin nereden doğacağını merak etmek istiyorum.
Çello çalmak istiyorum kendimden geçerek. 
Büyük, çok büyük bir senfoni orkestrasını yönetmek, bir hareketle on beş kemanın aynı anda kalbimi sızlatmasını istiyorum.
Ha! bir de Amazon'da sal kullanmak , rüzgarsız bir yağmurda sırılsıklam olayım da istiyorum.
Kütüphanedeki kitapların hiç olmazsa üçte ikisini okumuş olmayı da istiyorum, zamanımın yapacaklarımdan fazla olmasını da ama hepsinden öte "istememeyi" öğrenmek istiyorum.

Anlam ve hiçlik! acaba bu iki dünya arasında bir gün bir ilişki kurabilecek miyiz ?
Sonsuz hiçliğe yaklaştığımızda en büyük kötülük ile en büyük iyilik arasında neden hiç bir fark kalmıyor? Bizden önceki milyonlarca insanları düşünün; bir anlam veremediler, biz bir anlam veremiyoruz, bizden sonrakiler de bize bir anlam veremeyecekler. Hayatın her zerresi çok anlamlıymış gibi yaşanırken tamamının anlamsızlığı hiç dikkatimizi çekmiyor mu? Bir futbol maçının her saniyesi günlerce tartışılabilir ve önemliyken maçın kendisi sadece bir oyundur, olmasa da olur. Değil mi?
Ne kadar yaşarsak yaşayalım, birazcık anlam yüklediğimiz bir "an" kadar değil toplamı yaşamımızın. Anlara yüklediğimiz anlamlar ve o anlamları hafızamıza nasıl yazdığımızdır geriye kalan. Marquez'in dediği gibi : " Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır. "  Öyle. Gibi...

25 Haziran 2011

Hikayeci...

Sait Faik A. okumanın hazzını anlatmaya çabalamak zor. Hülyalı bir adamın gözlerinden görmek gibi ilk bakıldığında benim açımdan, oysa cümleleri takip ettiğinizde bulduğunuz haz, dünyayı uğruna savaşanlardan çok daha fazla seven, kollayan , daha iyi bir yer olması için çabalayan bir adam bulmanın hazzı. "Havada Bulut " kitabının arkasında da şöyle yazar keza; 
"Haksızlıkların olmadığı bir dünya... İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı...Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya..." Aynı kitapta bulunan " Birinci Mektup" adlı hikayeyi bitirdiğimde başımı otobüsün camına dayayıp "muhteşem" dedim. Muhteşem..Ne kıskandım ! Bilemezsiniz... Sevgiliye yazılan uzun uzun ama birbirinden kopuk hep aynı şeyi söyleyen cümleler. Hele birde size sevgili demeyen sevgiliye yazılan mektupların tüm hüznünü , çaresizliğini ve çaresizliğin verdiği pervasızlığı taşıyan bir mektup, hikaye.  
" Neler söyleniyorsun deme, ne olur? Sana şunu kabul ettirmeye çalışıyorum. Yazı yazmak da fiziki bir yorgunluk veriyor. Yalnız kafam değil, onu geç, bak kolum da yoruldu. Bana çalışmıyorsun diye kızma! Bak marangozun bir konsol yaptığı zaman duyduğu yorgunluğu duymadımsa alçağım! Demek ki çalışıyorum. Memnun musun ? " ( Havada Bulut, Birinci Mektup ) Böyle kızılır sevgiliye işte sizi sevmiyor, beğenmiyor diye böyle üzülünür. Böyle yalvarılır. Müthiş samimi bir gözlem yeteneği ile hem kendisini hem çevresini anlatabilmesi ve bunu güçlü bir mizah duygusuyla aktarabilmesi bize. Yetenek! evet. Bütün mesele bu işte. İzlemek ve aktarabilmek...Kavramsal sanat tanımlarında şöyle de ifade edilir : "Kavramsal Sanat izleyicinin gözü veya duyumlarından çok zihnini uyarmak için yapılır."

İşte tam olarak bunu yapıyor bende Sait Faik, tıpkı yandaki "Andy" nin yüzündeki ifadeyle bakıyorum sayfaya, bitirdiğimde. Zihnimi berraklaştırıyor, kalbime dokunuyor, fiziken içimde kıpırtılar hissediyorum. Bir ağaç kütüğüne yaslanmak, güneş doğduktan batana dek okumak okumak okumak istiyorum...Yazarken aklındakiler kendini ifade etme kaygısıyla değil de öyle birden sezerek aniden aklına gelenler olduğu öyle açık ki , bunu biliyorsunuz işte, bu yüzden güzelleşiyor daha da... Bir hikayeci O, kıskandıran, yazmanın nasıl bir iç çekiş, iç döküş, anlatma, anlatabilme yolu olduğunu, ne  güzel bir sanat olduğunu gösteren bir hikayeci...Tanımış olmak ne mutlu.

24 Haziran 2011

Karmakarışık Yağmur

İnsanların tekrar tekrar aşık olabileceğini düşünmeleri, beklemeleri saçma değil de nedir ? Aynı duygunun yaşanıp bittiğini, bitebildiğini tekrar tekrar gördükten sonra gene sanki hiç bitmeyecek hissiyle yaşamaları ve bundan şüphe duymamalarının akılla bir ilgisinin olmadığı, olamayacağı aşikar. Böyle düşünüyorum bugün. Yarın böyle düşünmeyeceğimi bile bile bugün bu düşüncemden o kadar eminim ki!

Kime haksızlıktır ; "seni seviyorum" demek birine ? İlk söylediğinize mi, size mi, sonraki ve sonraki söylediğinize mi ? Hele onsuz yaşayamayacağınız olduklarınız, giderse ölecekleriniz, siz olmadan var olamayanlar... Neden tüm bu girdaplar? Aklım almıyor ; kendi tarihimizde yaşananlara mı şaşmalı, insanlığın kendi tarihinden hiç ders almamasına mı ? Benzemese de hiç biri birbirine yine de aynıdır başlangıcı veya sonu aşkların. Sonu olmayan aşk ancak bir kabulleniştir artık aşık olmaya gerek kalmamasına. Ya yaşam bitmiştir ya da yaşamın gereği gitmiştir. En çok sevilmek doyurur insanı sevmeye nazaran, çünkü en çok sevilmek ister insan sevmeye çalışırken. Aşk diyorum sevmek diyorum ikisi aynı şey gibi ama değildir. Aşık olunca seveceğini düşünür insan daha uzun zamanlar, bazen olur bazen olmaz. Hiç bir aşk sevgisiz değildir muhtemelen ama bir çok sevgi vardır aşık olmaya ihtiyaç duymayan. Sevmeye karar verir insan, eyleme geçer, eylemine devam eder , sahip çıkar, büyütür. Aşk karşısında ise yapacak pek bir şeyi yoktur. Aşk erdemli değildir çoğu zaman, ahlaklı, iyilik ve sevgi dolu da değildir. Hepsinden öte tek kişiliktir aşk. Aşık olduğundan sana geri yansıyan dır aşk. En çok sevildiğinde bile hissettiğin; aşık olunana duyduğunun , duyduğuna çarpıp sana yansımasıdır, sende olandır.

Böyledir birini sevmek bazen; nedensiz, sahipsiz, ilişkisiz, Münir Özkul'u sevmem gibi benim. Çok mu iyi bir oyuncu ? Bence öyle ama belki de değildir, ben onun oyunculuğunu değerlendirebilecek sinema alt yapısına sahip olduğumu sanmıyorum ki, sadece iyi bir izleyiciğim o kadar. Seviyorum ben O' nu. Şimdilerde halk arasında bunama dediğimiz hastalık ile cebelleşiyor evinde. En son 1996'da " Ay Işığında Saklıdır" adlı TV için yapılmış bir türk filminde izledim ben kendisini, o da tek sahneydi, bir sandalyede otururken. Sonradan duydum " Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" adlı filmde de oynamış ama ben görmedim, söylediler bana. Sonradan da izlemedim filmi. İzlemedim. Şimdi ki eşinden önceki iki eşi de kendisinden alkol sorunları nedeniyle maruz kaldıkları şiddet nedeniyle boşanmış. Artık yaşlılığı ve bunama rahatsızlığı nedeniyle son eşinin bu tür sorunlara maruz kalmadığını düşünüyorum ya da boşanmayı tercih etmediğini. Yine de seviyorum. Ya böyle bir şey sevmek ya da ben O'ndan yana bir üzüntü ve acı görmediğimden gözlerimle ve hissetmediğimden anlayamıyorum ve sevmeye devam ediyorum...Yoksa sevmezdim ben O' nun gibi birini...Sevmezdim. Sever miydim ? Sevmezdim...

"Ay Işığında Saklıdır" filminde aşık oldum ben Toprak Sergen'e, tutkusuna ve adına... Sonra unuttum. Diğer aşklarım gibi. O da herkes gibiydi, unutulan, unutulmak için çabalanan... Bir oğlum olsaydı Uygar olacaktı adı, ne yalan söyleyeyim olsaydı olacaktı...

"Bu gece don beklenen bölgeler : Antalya, Kumluca, Turunçova. Sera sahiplerinin tedbirlerini almaları önerilir. Yarın Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerimizde karla karışık yağmur bekleniyor." Ertesi günlerde yağmur rüzgarın önüne katılmış ne taraftan yere düşeceğini şaşırır, kalın ya da ince ama soğuk damlalar insanların suratlarına suratlarına çarpardı. İşte derdim ben küçükken; başladı " karmakarışık yağmur." Çook sonradan anladım spikerin "karla karışık yağmur" dediğini...Karmakarışık yağmurlar yağmaya devam etti ama...

Bir çocuk ; on üç on dört yaşlarında, çok açık bir yeşil üzerine beyaz minik çiçekli penye pijama takımıyla sıvasız müstakil bir evin kapısından çıkıyor gece yarısını oldukça geçmiş bir saatte. İkinci ya da üçüncü giyişi olmalıydı o pijama takımını ki daha önce takım pijaması olmamıştı hiç. İlk defa birbirinin aynısıydı, okul gezisi için alınmıştı. Başkaları için... Eğer seslenmemiş olsaydı birisi arkasından o gece kasabayı şehre bağlayan ana asfalta kadar yürüyeceğine emindi. Sonradan emin oldu ama, o gece bilmiyordu. Durdu, arkasından seslenene baktı. Durdu. Müstakil evin hemen yan tarafındaki el musluğuna doğru eğildi. " Elimi yıkayacağım dedi, bir şey yok elimi yıkayacağım. Geliyorum."

Neden dedi ? Neden bunca yıl sonra elimi yıkarken birden hatırladım bu sahneyi daha dün yaşamış gibi?...İnsan unutabilir mi ki bunca yıl sonra bu kadar net hatırlayabileceği bir sahneyi ? diye sordu çocuk : " Unutmaz insan hiç bir görüntüyü, sesi, kokuyu ve durumu ancak beyin arka planda tutar altta kalanları, yeni öğrendiklerimizi kaydedebilmek ve yerleştirebilmek için doğru yerlere. Basitçe böyle diyebiliriz. Sende de öyle oldu, elini yıkarken o ana çağrışım yaptı beynin, o gece yarısı elini yıkadığını ve neden elini yıkadığını hatırladın...

Şöyle başlayabilirdi hikaye. Şöyle de başlayabilirdi , ama başlamadı. O çocuk o kapıdan hiç girmedi bir daha, şehre bağlanan asfalta varmadan bir başka müstakil evin bahçesinde bir köpeğin kulübesinde uyuya kaldı sabaha kadar. Sabah oldu ve biz bilmesekte hikaye devam etti...

14 Haziran 2011

Pazar Hatırası...


Offf, çok sıcak...Ne yapacağıma bir türlü karar veremiyorum; dışarı mı çıksam evde mi kalsam?! Bir bakayım bakalım ; 
Çok da kalabalıkmış. Her yer insan dolu. Çıksam bir dert şimdi çıkmasam ayrı dert. Salak salak bakarlar, kimi sevimli der kimi tekmelemeye kalkar. Kimi kara köpecik der - onlar ırkçıdır - kimi tasması var sahipli bu der - onlar mülkiyetçidir - kimi  pek de zayıf açmı acaba der - onlar sahte şefkat taşıyanlardır -  kimi de beni gerçekten sevenlerdir, bilirim ben. Onlar uzaktan bakarlar. 
Yürürken çarparlar bir dikkat etmezler, bir köşede kıvrılsak sanki kaldırım dahi kendilerinin hemen hoşt hoşt ederler, kovarlar. Hayır, korktuğumu düşünmelerine şaşırıyorum, korktuğumu sanıp gittiğimi düşünmelerine. Sadece uğraşmak istemiyorum o kadar. 
Yoksa ne korkacağım adamdan canım. Buralarda onlar yokken bizler vardık...Bir de bu kadar bencil, bu kadar şefkatsiz, bu kadar sevgisiz insan nasıl bir araya gelmiş aklım ermiyor vallahi. Tıpkı kendi aramızda bazen yaptığımız gibi ; öylece bakıyorum gözlerinin içine, beni aptal sanmalarına, korktuğumu sandıkları zamanlardaki gibi,  kendilerini çok zeki ve güçlü sanmalarına izin veriyorum. Bu beni mutlu ediyor. İnsanoğlunun bu denli aptal olduğunu görmeyi seviyorum kimi zaman. 

Hele şu kıza bir bakayım bari; deminden beri makineyi bir o yana çeviriyor bir bu yana çeviriyor,  bir sokağın başına bir sokağın alt tarafına geçiyor. Hayır n'pacaksın ?! Ben senin resmini çekiyor muyum pencerenden etrafı seyrederken, ben seni rahatsız ediyor muyum ? Çat çat tepemde makinaylasın beş dakikadır...Hayır,  sende hayvansın bende hayvanım, senle konuşmuyoruz, sana benzemiyoruz, seninle bir değiliz diye niye sen öteki,  ben beriki oluyorum onu anlamıyorum. Bir gün dünya çökecekse ikimizin de başına çökecek 
haberin yok ! 
Yeter ama ! Denizin bu kadar altında bile gözüme soktunuz şu kamerayı...Kollarımla 
sarıyorum ama iki kolunuz altı koluma yetiyor mübarek...Gözüm acıyor şu ışığı tutmayın içime içime be ! Gördün işte, tamam git. Görmek isteyen gelsin. Fotoğraftan bir şey anlaşılmaz ki hem. Kim kime bakıyor belli değil. Onlar zannedecek ki bana bakıyorsunuz asıl ben size bakıyorum, sizin benim fotoğrafımı çekiyor olmanız neden sizin beni seyrediyor olduğunuz anlamına geliyor...Bir gün bizde kendi tarihimizi kendimiz yazdığımızda tüm canlılar öğrenecek gerçeği...


* Köpeğin fotoğrafları tarafımca sıradan -amatör bir çekim olup, ahtapot fotoğrafı Sevgili R.B.tarafından su altında çekilmiş profesyonel bir çalışmadır. Yukarıdaki sureti orjinal tablonun yine acemice çekilmiş fotoğrafıdır...

11 Haziran 2011

Bırakıp Gidersen Beni...

Bırakıp gidersen beni deli olurum 
dama çıkar kurşun sıkarım yoldan geçenlere.
Bırakıp gidersen beni jimi hendrix'in plağını pikaba koyar 
hep aynı parçayı çalarım ölünceye kadar. 
Bırakıp gidersen beni on kasa viski getirtip kafayı çeker
evin girişine dikilir nara atarım.
Bırakıp gidersen beni tutar çocukluğunda oynadığın bebeği 
kılım kıpırdamadan elektrik süpürgesinin 
kordonuyla boğarım.
Bırakıp gidersen beni abdal olur da
bozkırda kral lear gibi durmadan konuşurum.
Bırakıp gidersen beni analar kurumu'na haber gönderir
tez elden kısırlaştırılmak isterim.
Bırakıp gidersen beni buzluğu en soğuğa ayarlayıp içine
girer uzanır uyku bastırsın diye beklerim.
Bırakıp gidersen beni rehberde adı olan herkese telefon 
eder her seferinde deli gibi gülmeye başlarım. 
Bırakıp gidersen beni bütün giysilerini dolaptan alır 
odanın ortasında ateşe veririm. 
Bırakıp gidersen beni şişedeki yoğun nişadır eriğini 
bir dikişte içer bitiririm. 
Bırakıp gidersen beni aynanın önüne geçer 
usturayla suratımı paramparça ederim. 


Bırakıp gidersen beni oturup gözlerimi duvara diker 
öylece beklerim geri dönmeni .



Peter Paulsen 


95 'li  yıllarda Cumhuriyet gazetesi Kitap ekinden rastlayıp ajandaya yazdığım ;  ritmini,  barındırdığı tutkuyu ve çaresizliği çok sevdiğim bir şiirdir.  Ajandayı karıştırırken rastladım...

Pörtlek Gözlü...

Okudum söz verdiğim gibi yandaki halinden kitabı...Ben ortaokuldaki hayat bilgisi kitabından en çok " Son Kuşlar" hikayesini hatırlardım S.Faik Abasıyanık'ın ama yüzünü hiç tutmamışım aklımda. Babaannemin " korkacaksın çakır gözlü adamdan" dediği adamlardanmış oysa.  Sarışın, mavi,  pörtlek pörtlek gözlü. Aldığım kitaplarının hepsinde olan resimlerinden öyle görüyorum. Ben korkmam pörtlek ve mavi gözlü adamlardan, tercih meselesi de yapmam ama korkmam da. Babaannemi hep dinledim ama korkmadım hiç. Babaannem de zaten sadece "çakır" rengine derdi öyle. Öyle "dik dik bakar onlar insana, nazarı değer" derdi...Mesela benim gözlerim siyaha çalan kahvedir buna rağmen nazarım fena değer. Defalarca şahit oldum ; ne zaman bir şeyi çok beğensem, sevsem ve içimde tutsam bir şey olur sevdiğim şeye...Kendime de çok değer.  İçimde tutuyorsam gözlerim çok bozuluyor, hasetleniyor demek ki, çözemedim. Tek yapabildiğim söylemek beğendiğim şeyleri hemen...S.Faik Abasıyanık'ta kendini öyle tanımlıyor aslında ; " Bu uzun bacaklı, karınsız, niyeti kötü bakışlı sarışın adamın hayatına ait bildiklerimi şu veya bu  kimseden öğrenmiş değilim dersem inanmayın! " İşte; O da kendine "niyeti kötü bakışlı" demiş, Babaannemin dediği gibi ; çakır gözlerinden olsa gerek. 

Unutmuşum hikayelerinin güzelliğini ; o en sevdiğim tarzda konuşur gibi yazar hallerini, öyle aheste aheste dolaştırmasını dolaştığı yerlerde, gülümsetmesini tuhaf ironilerle sonlarında hikayelerinin...Hayat hakkında aforizmalar koymuyor ortaya, felsefi tanımlamalar, çözümlemeler yapmıyor göstere göstere ama öyle sade, öyle alelade, öyle gündelik anlatıyor ki hikayesini "hayat" diyorsunuz, hayat işte bu yaşadığımız. Kendi de budur hikayesi de budur...
Diyor ki satır arasında;  " Sevgilimin etrafını kalabalık gördüğüm zamanki gibi bir yalnızlığa kapılıyorum". Ve " Ne ayıp şey birbirini sevdiğini mezardan bile söylemek bir karı koca için."diyor. Katılmamak elde değil...

Yaşamını çok kıskandım yalnız, bu nazar bahsini oradan takılarak açmış olmalıyım, pörtlek gözlüyü sinirimden bulmuş olmalıyım. Diğer yandan severim de ben pörtlek gözleri, kurbağa gözleri gibi olurlar. Kurbağaları severim ama yavru hallerini değil, öyle vıcır vıcır kepçe görünümlerini değil. Normal büyümüş kurbağa gözleri gibi olanları...Amma velakin pörtlek kelimesi "sevimli" sayılmadığından çoğunluk onu kullanmış olmalıyım hasetimden.

Yazmak tek işi olan,  gün boyu insanlarla sohbet eden, o ada senin bu ada benim gezen, çamlar altında yatmaktan sıkılıp İstanbul' a kaçan, Beyoğlu'ndan sıkılıp yine adalara kaçan Sevgili Abasıyanık, ehl-i keyf içinde yazmış, yazmış sanki...Bu keyif tanımlamasından sanılmasın ki çok şey var, çok şey isteniyor ve mutlu olunuyor,  değil. Azla yetinen, "istemeyen" sade bir yaşamın getirdiği hayatın keyfi bu. Kendi deyimiyle " Portakal severim ama beş kuruşa çıkarsa onuda yemem. " Ödediği bedelin farkında olan bir adam, bir yaşam.  
Böyle yazabilmek için mücadele etmiştir,  babası ile kavgalar etmiş, başka işleri de yine de yapmak zorunda kalmıştır. Ancak babası ölünce yazma işine devam edebilmiştir sade... Hayatı için hayatına sahip çıkmıştır... 

Hikayeler güzeldir. Hem kişileri tanımlamak hem olayı anlatmak bir kaç sayfada çok zordur  bence de ama Abasıyanık bunu çok iyi yapıyor, çok keyifli oluyor...