28 Nisan 2015

Patentli Rüya

Buraya yazıyorum. Bir kaç yıla kalmaz göreceksiniz. Sonra vay efendim o icat ettiydi, vay efendim insanlar neler yapıyor v.s. demeyin, ahanda söylüyorum ben rüyamda gördüm.

Rüyamda üzgünüm, bir şeylere kırgınım. Bu ülkeden gitmek istiyorum. ne yapayım nereye gideyim diye düşünüyorum. Ben bunları düşünürken Amerikalı bir arkadaşım geliyor aklıma. O da uzun zamandır sosyal medyada görünmüyor. Gerçek bu kısmı. Bütün hesaplarını kapatmış. Rüyamda onu merak ettiğimi hatırlıyorum yine, ki gerçekte de arada aklıma geliyor: Ne oldu acaba diyorum? Uzun bir Avrupa seyahatine çıkacağım demişti, belki de çıkmıştır diyorum içimden ki bunu gerçekte de söylemişti. Sonra kalabalık bir ofisteyim. Eski iş arkadaşlarım, kağıtlar, imzalar gidip geliyor. Çok alakasız, bizim teyze oğluda orada. Öyle böyle derken, bu Amerikalı arkadaşımı birden 'Facebook' da görüyorum. Avrupa seyahatine çıkmış. 'Profil' resminde, kafasında bizim alamancıların olduğu gibi fötr bir şapka var, arkasında da Van gölü. Evet, bildiğiniz Van gölü. Oradan başlamış seyahatine. Bir sürü resimler eklemiş, mutlu mutlu yüzler. Keyfi pek yerinde görünüyor. Van yakınlarında bir kaç yeri de gezmiş, oradan İstanbul, sonra Ankara'ya gelecekmiş ya da tam tersi. Ama ben panik oluyorum, ne zaman gelecek, nasıl gelecek, benim vaktim yok ki, o şimdi beni arar görüşelim der, ne yapacağım diye paniğe kapılıyorum.
Sonra, işte asıl olaya geliyoruz: 'Profil' fotoğrafında bir şey dikkatimi çekiyor. Hologram gibi, resim karışıyor arada. Yüzümü telefona yaklaştırıyorum, iyice bakıyorum, telefonu hafif eğince resim değişiyor,ben oluyorum. Üzerine basıyorum onun fotoğrafı oluyor, bir bakıyorum ben bir bakıyorum onun fotoğrafı. Benim de üzerimde çok eski sarı bir tişört var, pasaporttaki resmim, onu hatırlıyorum, Kafamda da güzel bir şapka var hatta. Mutluyum, gülen bir yüzüm var. Ama fotoğrafın orada olmasına panikliyorum, nasıl neden diyorum. Şaşırdıkça bakıyorum, baktıkça şaşırıyorum.

Bir kaç yıla kalmaz profil fotoğrafları böyle olacak göreceksiniz. Hologramlı,ya da hareketli. Oradan bakınca siz buradan bakınca bir başkası. Ama ben buldum, ilk gören söylesin patent isteyeceğim...

25 Nisan 2015

Ayrılık

ayrılık ne biliyor musun?
ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte.

insanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!

ipi kopmus boncuklar gibi yollara döktügü gözlerini,
birer damla düs kırıklığı olarak toplamasi içine.
ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık
saçına rüzgar, sesine ışık düsürememek kimsenin.
çiçekçilerden uzaga düsmesi insanın yolunun.
günesin bir ceza gibi doğmasi dünyaya.
iki adımdan biri insanın, sevincin kundakçisi,
hüznün armasi ayrılık.

o küçük ölüm!
...

22 Nisan 2015

Canının sıkılması...

Hep yanılıyorum. Yanıldığımda anladığımsa yanılmadığım oluyor. Tıpkı William Wallace'ın o anki yüzü gibi oluyor kalbim... Bazen canım sıkılıyor, aklıma geliyor.


19 Nisan 2015

Ölmüştür Belki...

Artık kimse aşktan söz etmiyor. 



Barcarolle aryası Jacques Offenbac'ın (1819-1880) The Tales of Hoffmann operasının en ünlü kısmıdır. Jacques Offenbach Alman-Fransız iyi bir çellist ve müzisyendir. Operanın oyunu Fransız Jules Barbier tarafından yazılmıştır. Antik Yunan'da geçen müzikalde başroldeki Hoffman'ın ilk aşkı anlatılır. Olympia, bilim adamları tarafından yaratılmış mekanik bir oyuncak kadındır. Hoffmann ilk başta bunu bilmemektedir. Öğrendiğinde inanmak istemez, başka başka kadınları sürekli Olympia'ya benzetir, onların kendini kandırdığını ve bir daha asla aşık olmayacağını söyler. Sürekli içmeye başlar. Onu seven başka bir kadın, öyleyse yeniden doğ Hoffmann, bir şair olarak doğ. O zaman aşk olabilir, sen benim olabilirsin, seni seviyorum der. Hoffman içmeye devam eder.
Sonunu bilmiyorum...

16 Nisan 2015

Turizmin Arka Sokakları

Nereden çıktığı anlaşılmadı köpeğin. Tavukların kanat sesleri, horozun ötüşü, yeğenim Abdüş'ün kapının önüne terliksiz fırlaması bir anda oldu. Dayi, dayi diye bağırması ile kardeşim, töpek töpek demesi ile de annem fırladı. Herkes kendi ilgi alanına koşuyor haliyle. Annem Abdüş'ü tutun derken, kardeşim yalın ayak merdivenleri atladı. Ben ve kızkardeşim Abdüş'ün sevinç çığlıklarıyla, arkasında gülerek olanları izliyorduk. Tavuklardan biri yukarı, kayalıklara doğru kaçtı. Horoz peşinden. Diğer tavuk aşağıda kaldı, köpekte ona doğru geliyordu, kardeşimin taşlarından sakına sakına hâlâ. Son taşı sanırım ayağına denk getirdi, acı, tiz bir ses çıkararak aşağı, yola doğru koşmaya başladı köpek. Annem, "Oğlum, yavaş atsana kırdın bacağını," dedi. Kardeşim, "bir daha gelemez işte," dedi. Tavuğa takılmıştı biraz gözlerim. Yukarda kaçtığı yerde hala bekliyor, önünde kendisine uzun uzun öten horoza bakıyordu öylece. İki şey söylüyor olabilirdi horoz: "iyimisin tatlım, veya, ne diye ters yöne koşuyordun be kadın!" İkisi de aynı endişeyi taşıyordu belki, kimbilir. Fakat hikayeler nasıl anlatıldığı ile anılır, öyle değil mi? 
Gündem eski rutinine, sıcak, bunaltıcı ve nemli havasına geri dönmüştü. Odadan televizyonun sesi geliyordu.  Abdüş, az önceki şort giymeme mücadelesine geri dönmüştü. Annemin ve kız kardeşimin bağırışları içinde, görevden muaf ve rahat ben, gülerek izliyordum olanları. 
Kalkan, Türkiye
Kalkan, küçük bir balıkçı kasabasıymış 80' lerde. Parmak Damgası isimli, o tarihlerde çekilen, kasabaya gelen bir kadın öğretmen ile süngerci Mahmut'un hikayesinin anlatıldığı bir dizi vardır. Tamamı Kalkan'da çekilmiş. İsteyen şuradan bakabilir ilk kısmına. O fener hala aynı yerinde. Ben lokantacı olsam turistlere bu diziyi izletirdim arada, çok hoş olurdu bence. Konumuza dönersek, dizi, Halikarnas Balıkçısı'nın Aganta Burina Burinata adlı hikayesinden derlenmiş. Ben de hatırlamıyorum, İnternet sağolsun artık eskilere ulaşabiliyorsunuz. Bakıyorum da sahnelerine, PTT'nin önündeki meydana, şimdi lokantadan geçilmeyen fener etrafına, çay bahçesine, caminin etrafındaki ahşap evlere; insana ve zamana hiç bir şey dayanmıyor. O dizide duymuştum, yol kenarlarında severek baktığım zakkum çiçeklerinin zehirli olduğunu ve "zıkkımın kökünü ye" deyiminin zakkumdan geldiğini. Bir kaç kuru yaprağını yemek ölüme sebep olabiliyor. Benim hatırladığım zamanlarda birkaç balıkçı vardı hala sünger avcılığı yapan ama artık hiç yok. Bilemiyorum, sünger mi bitti, avcılar mı? Heredot tarafından yıldızlara en yakın yer diye tanımlanmış Kalkan. Pek çok tanıtım broşüründe, internette v.s. yazar bu bilgi. Bilmiyorum ne kadar doğru fakat, çocukluğumda yerleştiğim bu kasabada geceleri ilk dikkatimi çeken bu olmuştu. Yıldızları hiç bu kadar çok, yakın ve parlak görmemiştim daha önce. 2000 rakımdan yüksek yaylamızın nemsiz, bulutsuz gecelerinde bile. Kalkan'da yıldızlar elinizi uzatsanız değecek gibi duruyorlar havada... 
Kalkan, Türkiye

Şimdi İngilizlerin gözde tatil kasabası. Şurada ve şuradaki gibi hakkında pek çok haber bulabilirsiniz İngiliz gazetelerinde. Çok nadir Büyük Britanya haricinde turiste rastlarsınız. Özellikle çocuklu İngiliz, İskoç ve İrlandalılar tüm adalar burada zannedebilirsiniz. Nadiren tekneyle gelen Araplar, Ruslar veya Danimarkalılar olur. Geçen gün denizde bir İskoç kadın ile sohbet ettim. Küçük bir kızı vardı. Bizim Sahra'ya yüzme öğretmeye çalışırken bana yardımcı oldu. Kızı suda doğmuş ve yedi aylıktan itibaren yüzmeye başlamış. "Doğal olarak yüzebilirler aslında sadece korkuyorlar", dedi. Son beş yıldır her yaz Kalkan'a geliyorlarmış. "Neden her sene aynı yere geliyorsunuz ki," dedim. "Çocuklar için rahat bir yer. Herkes herkesi tanıyor. Küçük, şirin ve temiz," dedi. Büyük tatil köyleri çok yapay oluyormuş. Elbet bu İngilizler gide gele burada mülk edinmeye başladı. Yerleşik 1000 aile var yaklaşık. Kışları giderler ve yazın gelmedikleri zamanlarda villalarını kiraya verirler. Bu yüzden otel ve pansiyondan ziyade alış verişten ve lokantalardan para kazanır Kalkan esnafı. O yüzden pahalıdır diğer küçük ege kasabalarına nazaran. Gerçi geçenlerde bir arkadaşım Alaçatı'da bir bardak çaya 6 TL verdik küçük bir kahvehanede deyince, Kalkan ucuz geldi bana. Yok, o kadar değil. Burada dışarıda, özellikle de akşam yemeği kısmı pahalı olabilir sadece diyebiliriz.
Kaş halkı Kalkan'a burun kıvırır. Yerli turist hiç sevmez, İngiliz kasabası derler. Öyledir de. Kalkan halkı ise her sene dile pelenk olmuş, "turist yok bu sene, ya da turist çok alış veriş yapan yok," söylenmeleri ile yazı geçirir, tamirat, yeni iş, yeni iş yeri, düğün, nişan v.s. ile de kışı geçirirler. 
Kalkan, Türkiye
Her tatile gittiğimde turizmin arka sokaklarını düşünürüm. Siz plajındaki taşlara, pahalı lokantasına, kaygan, yokuşlu arnavut kaldırımlarına söylenirken bizim komşu, bahşiş bırakmadan odadan ayrılan turiste söylenmektedir genelde. 

Plaja gitmeye üşendim bugün. Broşürlerde görülen güzellikte bir denize gitmeye de üşeniyor insan evet. 

Ismaan abla geldi. Aslında adı İsmihan. Bence çok güzel bir isim, ama kısala kısala böyle çağrılır olmuş. Geçen yaz kızı nişanlanmış. Geçenlerde de bozulmuş nişan, ona üzgün. "Neden ki," dedim ben. Zeliş girdi söze, "Halasının bir kızı olduğunun farkına varmış oğlan, ne olacak",  dedi. Yine şaşırdım. Ismaan devam etti. "Geçen yaz nişanladık işte, Elmalı'dan birileriydi. Bizim komşu dediydi. İyilerdi. Kızımla da görüştü oğlan, iyilerdi. Hatta geçen sene açıköğretim Adalet MYO'nu kazandı kızım. Göndermediler. Biz düğün beklerken yakında, bir kaç hafta önce de haber gönderdiler, nişanı bozmak için. Kızıma sordum bir şey demedi. Bugün öğrendik ki, halasının kızıyla nişanlanmış oğlan." Zeliş ve annem, "Halasının kızını bugün mü görmüş, o neymiş öyle", dediler bir ağızdan. Ben, açıköğretimin nesine göndermemişler ki, diyordum içimden. Kızı şimdi bir butikte çalışıyormuş. Neye üzülüyordur acaba, okula kaydolmadığına mı, nişanının bozulduğuna mı... Hayat herkesin kendi etrafında dönüyor bir yere kadar. Ne Ismaan'ın ne de kızının umurunda değildir Kalkan'a kaç turist geldiğinin, The  Guardian gazetesinde ne yazdığının, ya da İngiliz kasabası olup olmamasının. Bu sene daha büyük bir zeytin bahçesi toplayacaklarmış. Onun sohbetine başladılar. Ben de arada, "Bana da bir kaç kilo zeytinyağı ayırın haa," derken annem lafı ağzıma tıkadı. "Kızım sen uçakla gelip gidiyorsun bir şey götüremiyorsun ki!" dedi. Sonra biraz da uçakla gelip giden bazı komşuların nasıl, neler götürdüğünden, hatta Emine teyzenin Almanya'ya nasıl salçalar, tarhanalar taşıdığından konuşuldu. Ben, halasının kızı ile son sürat nişanlanan oğlanı ve hem okulundan hem nişanından olan kızı düşünüyordum.  

Kalkan'a gelmek isterseniz, Dalaman havaalanından 1,5 saatlik otobüs yolculuğunu göze almalısınız. Sakın ha Antalya havaalanından gelmeye kalkmayın. 4 saat virajlı yollarda eğlenirim diyorsanız o başka. Bakmayın pahalı dememe, yine de küçük ucuz pansiyonlar, denizden uzak mevkilerde ucuz lokantalar ya da atıştırmalıklar bulabilirsiniz. Yok, ben bir çatıdan yakamoza bakmak ya da denizin kokusuyla uyuşmak istiyorum yemek yerken derseniz, kişi başı en az 50 TL'yi gözden çıkarmalısınız akşam yemeği için. 

Bir kaç da ek bilgi size; Likya'nın başkenti Myra (Demre)'ye 2 saat, Patara kumsalına yarım saat, (Türkiye'nin en uzun kumsalı, karettaların yerleşim yeri ve türk filmlerinin çöl sahnesi mekanı) Fethiye'deki Kayaköy'e 1,5 saat ve Saklıkent kanyonuna yaklaşık 40 dakika uzaklıkta Kalkan. 



Kaputaj plajı, Kalkan, Türkiye

13 Nisan 2015

Umut ve Cesaretin Kaygı ve Korkuyla Sınavı

   
"Verbascum" Buradan
Bütün masallar aynı başlar demiştim şurada, fakat farklı biter çünkü masalların sonunu anlatan seçer demiştim aynı yerde. Dünyanın kadim sorusu da bu galiba: insanların masalını kim anlatıyor? Kendisi mi, Tanrısı mı?
Düşünmüyorum ben artık bu sorunun cevabını. Nasılsa herkesin cevabı kendi masalını yaratıyor.
Ben, bazen bu çiçeğin ne düşündüğünü merak ediyorum. Sanırım İlhan Berk haklı bu konuda.
"Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk dediğimiz budur."

10 Nisan 2015

Rüyaya gelin a dostlar!

neyse ne de, iyi oyuncu ama:-) 
Rüyamdayız: Bildiğiniz ülkem mahallelerinden biri. Yeni bir aile taşınmış mahalleye. Epey kalabalıklar. Babaları kovboy şapkası takıyor. Bir de ne göreyim; baba dediğim şahıs; Brad Pit'in ta kendisi. 
Yandaki gibi görüyorum kendisini. O kadar üzgün ifadeli olmasa da hep ciddi yüzlü. 
Evlerinin önünden gelip gidip geçiyorum. Ah! bir fotoğraf çektirsem deyip duruyorum kendi kendime. Tuttukları evin alt katında da bir dükkan kiralamışlar. Market işleteceklermiş. Gülmeyin yahu, gördüm işte rüyamda. Market dediysem, öyle bakkal değil. İçinde her bir şey olan büyük marketlerden. Çok da büyük değil. Ama balık var içinde, bol da sebze. Aç mı yattım acaba? Bir yandan da bunu düşünüyorum şimdi.
Gidiyorum, geliyorum bir türlü fotoğraf çektirelim mi, diyemiyorum. Bilin bakalım ev sahipleri kim? Evet, şaşırmayın, kiracı kendileri. Ev sahipleri de bizden; Ara Güler. O da resmindeki gibi asık suratlı bir ihtiyar genelde. Yaşar Kemal gibi görünüyor ama . Ben ona Ara Güler diyorum. Konuşurken de kendisinin aynı Yaşar Kemal'e benzediğini biliyorum, hatta içimden de diyorum bunu, yine de Ara Güler'miş, biliyorum. "Ne olur benim bir resmimi çek Brad ile, lütfen ama lütfen" , diyorum. Ara beyde, "Yahu yapmayın böyle şeyler allasen, bırakın şu populer kültür alışkanlıklarını", diyor. "Ama yani, tamam da, bu başka. Bu Brad!. Ne olur çeksen sanki!" diyerek hem içimden hem dışımdan söyleniyorum.

İki de bir dükkana gidiyorum. Ara beye bakıyorum. Artık bir şey demesem de o anlıyor niye dolandığımı. Yine de çekmiyor bir fotoğrafımızı. Öyle mi böyle mi derken, bir sabah bir geliyorum Brad Pit'ler taşınıyor. Eşyalarını falan topluyorlar ben gittiğimde tam da, yine de bir şey diyemiyorum. 
eh, alacağın olsun Ara Güler bey!


Ondan sonra Ara beyin yanına gidiyorum. "Dükkan ne olacak şimdi diyorum?" sanki tek derdim oymuş gibi. Sanki İnadına diyorum. Oh, dükkanın boş kaldı gibi. "Bir şey olmayacak, ben işleteceğim," diyor. Ben de hiç bir şey demeden biraz kırgın, biraz kızgın, küskünce ayrılıp gidiyorum... 

07 Nisan 2015

Yabancı Dil

O kadar yüksek katlarda toplantı yaparsanız, "ön göremezsiniz" tabii. 

Birgün gazetesi, 16.05.2015 manşet.

04 Nisan 2015

Seni Sevmiyorum İnsan Irkı

Eskiden, ama çok eskiden, yirmi-yirmibeş yıl kadar önce insanları severdim ve bunu söylerken tereddüt etmezdim. Bir şeyi tanımadan sevmenin gafletine düştüğümü beş altı yıl sonra anlamıştım. Sonra bir ara, hiç sevmediğimi düşünmeye başladım. Şimdilerde bazılarını seviyorum, çoğunluğunu sevmiyorum. Kısaca, insan ırkını, net olmamakla birlikte, sevmiyorum. Irkın içinden bazılarını seviyorum.  Büyümek mi kabullenmek mi bilmiyorum neden, şimdilik böyle. 

Dünya için baktığımızda da sanırım bu böyle. Dünya için, olmasak bir şey değişeceğini sanmıyorum. Hatta şimdikinden daha uzun yaşayacağını şimdiye kadar başına gelenlerden öngörebiliriz. Dünya biyolojik tarihine baktığımızda biz gelmeden o zaten kendini oluşturmuş, volkanlarını sakinleştirmiş, orantısız güçteki hayvanlarını yok etmiş, kendi canlı dengesini kurmuş mavi, sakin bir gezegendi. Bizim üzerine inşa ettiğimiz yapay yerleşim ona ne kazandırdı? Hiç. Koca bir hiç hemde. Başka bir gezegen arama çalışmalarına başladık bile. Bu ve bunun gibi sebeplerden gereksiz buluyorum insan ırkını ve sevmiyorum.

Irkın içinden bazılarını seviyorum. Müziği yaratanlar bunlardan biri. James Newton Howard'ın yarattığı bunun gibi bir müziği mesela. Sinemayı yaratanları sonra. M.Night Shyamalan gibi ki, bu, kötü örneklerinden. Olsun, yine de sevmeme yetiyor. Kitaplar? Kitaplar insanlık varsa olacaktı gibi geliyor. Kendi tarihlerinin notunu başka kim tutacaktı. Edebiyat ve edebiyat için yazmak belki ama, kitaplar ya da yazı gereklilikti. Zaten yapacaktık. Ama müzik ve sinema yaşama katlanabilmek için bulunan ince tüneller gibi geliyor ve müteşekkir oluyorum...

01 Nisan 2015

Geçmişin Dayanılmaz Hafifliği

Hava sıkıntılı. Yağmurun yağmasını bekliyor şehrin yeryüzünde ne varsa. Ben de.

Daha bir kaç hafta önce izlediğim bir film gibi dere kenarında çamaşır pataklayaşım. Küçük çağlayanın akışı, derenin o kısmının biraz daha derin ve genişçe oluşu ve sonra daha dar bir alandan evin önünden akışı. Biraz aşağıdaki tuvalet derenin üzerine kuruluyken akan suyun en temiz ve berrak olduğunu düşünüyorduk tüm saflığımızla. Akan su pislik tutmaz derdi anneannem. Yaşamın sürekli oluşu, zamanın hep ileri akmasının bir ilgisi vardı bu deyişle biliyorum. Mutluyduk. Çocukluğa olan özlemin en belirgin nedenlerinden biri budur. Sıraca bulmak nasıl günlerce bir sevinç bırakıyorsa kursağımızda, anneannemden kötek yemek o kadar kısa zamanda unutulurdu. Gerçi biz kızlar hiç yememiştik, dayak kısmı çoğunluk erkek kuzenlerime düşerdi. Çünkü en yaramaz ve dayaktan nasıl kaçacağını bilemeyen onlar olurdu. Kadınlar, kendilerine biçilen arkada kalma rollerinden nasıl çıkışlar bulacaklarını daha çocukken öğrenmeye başlar. Bu da onlara büyüdükçe "kadınların aklını anlamak zordur, neler döner bilinmez ya da ne şeytandır onlar," gibi olmadık sıfatlar kazandırır. Erkek çocuklar o yaşlarda, biz top oynamaya gidiyoruz der evden çıkar, gece yarılarına kadar gelmeyebilirdi. Bizse, Ayşe'nin annesi babası yokmuş evde, Fatma' ların misafiri varmış yardım edeceğiz, gibi gibi olmadık şeyler, uzun hikayeler uydurmak zorunda kalırdık az biraz geç vakit eve gelebilmek için. Kadınlar bu nedenle ve böyle başlar şimdi anlaşılmayan akıllarını kullanmaya.

Biraz daha yürüdüm kaldırımda. İnsanların yüzleri asık. Hareketleri heyecansız ve yavaş. Bir tek çocuklar yüksek sesle ağlıyor ya da gülüyor.
Dünya her zaman kötü ve çılgındı. Geçmişin bugünden daha iyi olduğunu yad edenlere engizisyon mahkemelerini, Bastille çalışma evlerini, on yıllar süren dünya savaşlarını, din savaşlarını ve köleliği hatırlatmak isterim. İnsanlık dediğimiz olgu bugün hayıflandığımız gibi daha kötüye gitmiyor, ilk gün ne idiyse bugün de o. Sadece biz daha fazla görüyor daha fazla duyuyoruz. İşte büyümek ve özlediğimiz çocukluk arasındaki fark diyorum ben buna. Şimdi, çocukluğumun zamanına bakıyorum da, bugünden daha mutsuz olmalıymışım, eğer farkında olsaydım. Ben, yeni doğan palağın kuyruğunu çekiştirirken, yüzlerce insan hapishanelerde işkenceden ölüyordu. Çocuklar asılıyor, kadınlar karanlık dehlizlerde kayboluyordu hemen yanı başlarımızda üstelik. Biz mutluyduk çünkü bilmemenin, görmemenin lüksüne sahiptik.
Şimdi, sevinçli haberlerim kesik kesik, gülmelerim yarı hüzünlü. Nasıl mutlu olabilir ki insan bunca mutsuzluk varken, demişti bir arkadaşım, mutlu musun dediğimde. Çok haklıydı. Mutluluk ya bilmemekten ya da görmemezlikten gelir. Artık kalbimin çılgınca çarpmayacağına eminim. Artık büyüğüm. Ağlamam, üzülmem bile eksik. Ağladıklarım kadar, ağlattıklarım da var çünkü. Bolca doyduğumda aç olduğunu bildiklerim, doğan bebeğe sarıldığımda ölüsünü özleyenlerin çokluğu artık her yerde. Yaşam giderek ağırlaşıyor...