"...Gerçekte kendisini mahveden başka birinin mutsuzluğunu daha iyi gizleyebilmek amacıyla hiç bir şey atlamadan kendi mutsuzluğundan söz etti.Bana açılmaya karar vermeden önce evine teslim edildiği geceden sonra Bayardo San Roman'ın kalbinin en derin köşesinde yer aldığını hiç kimse bilemezdi.Bu Tanrı esini gibi bir şey olmuştu." Annem beni dövmeye başladığı zaman birdenbire onu anımsadım." Bu söyledikleri doğruydu.Kocası için acı çektiğini bildiğinden yumrukların acısını daha az duymuştu. Davranışı karşısında biraz şaşırmış olmakla birlikte yemek odasının kanepesi üstünde hıçkıra hıçkıra ağlarken Bayardo ' yu düşünmeyi sürdürmüştü." Yumrukların ve olup bitenlerin etkisiyle ağlamıyordum. Onun için ağlıyordum." Annesi yüzüne öküzgözü kompresi yaptığı sırada aklında yine o vardı. Özellikle sokakta bağrışmalar duyduğu, yangın varmış gibi çanların çalmaya başladığı, Pura Vicario'nun içeri girip felaketin en kötü bölümünün geçip gittiğini ve artık uyuyabileceğini söylediği zaman onu büsbütün düşünür olmuştu.
Annesini, göz muayenesi için Riohacha'daki hasteneye götürdüğü gün, Bayardo San Roman'ı uzun süreden beri düşünmekteydi.Geri dönerken sahibini tanıdıkları Liman Oteli'ne uğramışlardı.Pura Vicario bu arada bir bardak rakı istemişti. Kadın sırtını kızına dönüp rakısını içmeye başladığı bir sırada Angela Vicario salonu boydan boya süsleyen aynalardan kafasından geçenlerin hayalini görür gibi olmuştu.Soluğu içinde kalmış ve hemen arkasını dönmüştü.Bu sırada Bayardo San Roman'nın kendisini görmeden yanından geçtiğini ve otelden çıkıp gittiğini görmüştü.Yüreği paramparça olmuş, dönüp bir kez daha annesine bakmıştı.Rakısını içmiş olan Pura Vicario, gömleğinin yeniyle ağzını silmiş, yeni gözlüklerinin arkasından gülümsemişti.Angela Vicario, bu gülüşte dünyaya geldiğinden beri ilk kez annesini gerçek benliği ile görmüştü. Kusurlarına kendini adamış olan zavallı bir kadındı bu.İçinden "Allah kahretsin! " diye bağırmıştı.Kafası öylesine karışmıştı ki , dönüşte yol boyunca hep yüksek sesle şarkı söylemiş, eve gelince de kendini yatağına atıp üç gün üç gece ağlamıştı.
O günü anımsarken bana "Onu çılgınlar gibi seviyordum.Yeniden ilişki kuracak kadar ona vurgundum." dedi.Gözlerini yumar yummaz içinde hemen hayali beliriyor, denizle birlikte soluduğunu duyuyor, çarşaflara geçen sıcaklığının etkisiyle geceyarısı hemen uyanıyordu.Tüm bir haftayı bir dakika bile dinlenmeden geçirmiş sonra ilk mektubunu yazmıştı. Bu en saçma mektuplarından biriydi. Onu otelden çıkarken gördüğünü, gelip kendisini görmesini istediğini yazmıştı.Mektubuna boşyere bir yanıt bekleyip durmuştu.İki ay sonra, beklemekten bıkıp usandığı bir gün bir mektup daha yazmış, öncekinin tam tersi olan bir anlatımla yazılan bu mektupta, onun kabalığından sözetmişti.Mektuptan çıkan anlam yalnızca buymuş gibi görünüyordu.Altı ay sonra altı mektup daha yazmış, bunlara da hiç bir yanıt alamamıştı.Ama yazdıklarının tümü yanıtlanmış gibi bir tavır takınmıştı.
Yaşamının ikinci yarısında, ona her hafta bir mektup göndermişti. Bana "Bazen yazacak bir şey bulamıyordum.Mektuplarımı aldığını bilmek, işte bu bana yetiyordu." dedi.Bu ilk yazışmayı gizli metres pusulaları, geçip gidiveren nişanlılık döneminin kokularına bulanmış mektuplar, iş belgeleri, aşk belgeleri ve son olarak da onu geri dönmeye zorlamak için, bırakılmılş bir sevgiliye özgü korkunç hastalıkları içeren zavallı mektuplar izlemişti. Bir gece yazıp bitirdiği mektubun üstüne mürekkep şişesini devirmiş ve mektubu yırtıp ateşe atacağı yerde altına şu dipnotu eklemişti: " İşte aşkımın kanıtı olan gözyaşlarım." Bazen ağlamaktan yorgun düşerek çılgınlığını alaya almıştı.Mektupları götüren aracı kadın altı kez değiştirilmiş, böylece suç ortaklığıda altı kez yenilenmişti.Bu işten vazgeçmeyi hiç düşünmemişti.Ama bu can sıkıntısının üstünde hiç durmuyormuş gibi davranmıştı.Sanki bir hayalete yazıyormuş gibiydi.
Aradan on yıl geçtikten sonra rüzgarlı bir sabah, yatağında yanıbaşında onun çırçıplak yattığını sanarak birden uyanıvermişti.Bunun üstüne oturup yirmi sayfalık ateşli bir mektup daha yazmış, o korkunç geceden beri kalbinde kokuşup duran acı gerçekleri hiç sıkılmadan anlatmıştı.Ayrıca ruhunda açtığı onulmaz gönül yaralarından da söz etmişti.Mektubu her Cuma günü öğleden sonra gelen,birlikte iş işleyip mesajları alıp götüren, postacılık görevini yapan kadına vermiş ve bunun can çekişmesinin simgesi olan , içini döktüğü son mektubu olduğuna inanmıştı.Ama mektubuna yine bir yanıt alamamıştı.O günden sonra artık yazdıklarının bilincine varamamış, kime yazdığını bile ayırtedememiş, yine de durup dinlenmeden on yıl boyunca yazmıştı.
Arkadaşlarıyla iş işlediği bir Ağustos öğlesinde birinin kapısına doğru geldiğini görür gibi olmuştu. Gelenin kim olduğunu anlaması için gözlerini açmasına bile gerek kalmamıştı.Bana " Şişmanlamıştı, saçları dökülmeye başlamıştı.Sonra gözünde gözlük de vardı.Evet, oydu, ta kendisiydi." dedi. Olduğu yerde yığılıp kalmıştı.Bayardo da onu herhalde kendisi kadar yaşlanmış bulmuştu. Ama kalbinde onu bugüne dek hoşgörmesini sağlayan o sevgiden eser yoktu.Kermeste gördüğü ilk günkü gibi gömleği terden sırılsıklam olmuştu.Belinde aynı kemer, omuzunda gümüş süslemeli ve dikişleri atmış aynı deri çantalar vardı.Bayardo San Roman , öteki işlemeci kadınlara hiç aldırmadan bir adım yürümüş, sonra çantalarını dikiş makinesinin üstüne atmıştı.
"- Çok iyi, işte geldim " demişti.
Bir elinde çamaşır dolu bir valiz, öbüründe de Angela Vicario'nun yazdığı iki bini aşkın mektubun bulunduğu, birincisinin benzeri olan bir çanta daha vardı.Mektuplar alınış tarihlerine göre sıralanmış, renkli kurdelelerle demetler halinde bağlanmışlardı. Hiç biri açılmamıştı..."
Gabriel Garcia Marquez. " Kırmızı Pazartesi" 'den...