28 Nisan 2016

Kendini Bilmezlik!

Çevre

Yarin mendili nakışlı
Okşadım ellerimle.
Göz göz üzerimde
Çevrenin bakışı.
Çevre ateş içinde
Daralmakta çember
Biz yanarsak beraber yanarız
Seninle, beraber.

Çevre tortop
Vurur sırtıma sırtıma.
Yüksek dağların orada
Çevre yok.

-Behçet Necatigil                                   

25 Nisan 2016

Denizkızları

Bazen de görmek istediğimiz gibi görürüz. Ben de yüzerken bu canlıyı görsem, hadi o kadar ileri gitmeyelim, bu fotoğrafı görsem, deniz kızlarına kesinlikle inanırım. Fotoğraf hikayesini bilmekle beraber, hala inanasım geliyor. Oysa burada görülen Beluga Siren, bir çeşit beyaz balina türü. Suda attığı yüksek perdeden çığlıklar sebebiyle kendisine deniz kanaryası da deniyor. Değişik vücut ve hareket yapıları gereği su içinde hareket ederken bu tür görüntüleri oluşabiliyor. Deniz memelilerinin kara memelilerinden evrimleştiği düşünülüyor. Beluga balinalarının da bacakları yok olurken oluşan bu kasları, sırt yüzgecinin bulunmaması, ve karın bölgesinde kasılmasını ve yüzmesini sağlayan yağ tabakası görüntüsü bizi yanıltabiliyor. Daha detaylı bilgi ve kaynak için; burası.

Denizcilerin hikayelerini çok görmemek lazım;  suyun içinde böyle bir şey görüp, bir de çığlıklarını duyan hangi erkek ona bir kadın demez ki?!

22 Nisan 2016

Umarım...

'Hayattan geriye iyi yürekli insanların kelimeleri kalacak.'




"Yüreğinde yeşil bir dal saklarsan,
şarkı söyleyen bir kuş gelecektir mutlaka." 
-çin atasözü

19 Nisan 2016

Bazen Çocuklar Bilir: "Pan'in Labirenti"

"Sadece zaman bize neyin doğru neyin efsane olduğunu söyleyebilir. Bazı doğrular da zaman içinde unutulur." *

Tanrı Hermes'in oğlu Tanrı Pan, kırların, dağların, dağların rüzgarının, otların, koyunların, başkaca hayvanların, kısaca doğanın tanrısıdır. Keçi ayaklı ve insan yüzlüdür. Biraz çirkin ve tuhaf bir yüzü vardır bu yüzden onu gören insanlar korkmuş, çekinmiş, yoldaş olmak istememişlerdir. Panik kelimesini de onun adından uydurmuşlardır.  Oysa elinde, sevdiğinin şimdi olduğu sazlıklardan yaptığı flütü, oradan oraya zıplayarak melodiler çalan Pan'in perilerden arkadaşları vardı ve hiç de korkulacak biri değildi,ki, insanoğlunun bilinen kadim hatalarındandır; kimi iyi kimi kötü bileceğini oldum olası karıştırır. Fakat Ofelya, bu küçük kız farkındaymış Pan'in korkulacak biri olmadığının.

Karşılaşmaları bir tesadüf değildi, bütün tesadüfler gibi. Ofelya nicedir konuşacak, anlatacak birilerini arıyordu, Pan'da tam böyle biriydi, bir insan konuşsun o dinlesin... Ancak Pan Ofelya'yı boşuna bulmamış, boşuna anlattırmıyordu. Ofelya Ay ülkesinin prensesiydi. Bir gün dolaşırken ülkesinden çıkıvermiş, kaybolmuş bir daha da geri dönememişti. Dünya zamanında da Ay ülkesinin hikayeleri anlatılmadığı için nereden geldiğini, kim olduğunu hiç bilmiyordu zavallı. Ogün bugün kendini kötülükler, kötü insanlar arasında küçük bir kız zannediyordu. Neyse ki Pan onu tanımıştı.


Öyle ya, o doğada ve doğaya yakın ne varsa bilirmiş, görürmüş tanırmış. Ofelya kaybolduğundan beri onu bulmakta Pan için bir umuttu. Onu bulur ülkesine götürürse belki Ay ülkesinin kralı ona sevdiğini geri verebilirdi. Belki sevdiğini sazlığa dönüştüren kötü dnya krallarını yenebilirdi, diye düşünür dururmuş Pan'da. Bu yüzden Ofelya'yı gördüğüne ondan daha çok sevinmiş. Demiş Ofelya'ya; "Merak etme, evine gitmene yardımcı olacağım, ama dediklerimi yapman lazım." "Tabii", demiş Ofelya. Neden demesin, o da istiyordu artık bu dünya da yaşamasın, olan biteni görmesin. Hem içten içe hissediyordu, başka bir dünya vardı; bütün bunların olmadığı. Annesi acı çekiyordu. Sevmediği insanlar vardı etrafında ve gidecek bir yer bulamıyordu kendisine. Bir kardeşi olacaktı yakında ama onun masumiyeti bile yetmiyordu Ofelya'yı mutlu etmeye, annesinin acısını dindirmeye. Doktor bir amcası vardı, komutanlar tarafından öldürülmüştü, demişti o da giderken: "Emrinize uyabilirdim ama uymadım. Aslında etmiş olmak için itaat etmek, sorgulamamak, yalnız sizin gibilerin yapabileceği bir şey Yüzbaşı."



Yüzbaşı dediği, yeni kocasıydı annesinin. Annesi; "Öyle olmak zorundaydı kızım," demişti Yüzbaşı ile evlenirken, Ofelya'da ses çıkarmamıştı. Ne de olsa annesi hastaydı ve bu Yüzbaşı ona bakabilirdi. Pan, dünya insanlarının korkularını ve sorgusuz sualsiz itaatlerini çok iyi biliyormuş. Düşünmüş, 'Ofelya'yı da ancak bu şekilde ikna edebilirim yapacaklarına.', diyerek planlarına başlamış. 


Ne dediyse yapmış Ofelya. Ormanın en derinlerine yürümüş. En ulu ağacın kökünden koparmış. En yalnız bitkiyi, demiş Pan, onu bulmalısın, annene getirmelisin, yapmış Ofelya. Kimsenin yanına gimediği, sofrasına oturmadığı tok adamın masası bile gelir aklına Pan'in, Ofelya'yı oraya da gönderir. Ay ülkesine adım adım yaklaştığına inanan Ofelya ne diyorsa yapar Pan.


Zaman olmuş, Yüzbaşı bir şeyler döndüğünden şüphelenmeye başlar. Bir şeyler iyi gidiyormuş, Ofelya gülüyormuş, annesi iyileşiyormuş, odasından çıkıyor, daha canlı, daha konuşkanmış. Orman bile daha yeşil, güneş daha sıcakmış sanki. Öyle oldukça yüzbaşı kendisi kendisine sığmaz olmaya başlamış. Çünkü bütün bunlar onu daha belirgin yapıyordu; kibrini, zulmünü, sevgisizliğini, zalimliğini saklayacak karanlık azalıyordu giderek. Karısından başlar ne olup bittiğine bakmaya; hemen yalnız bitkiyi buldurur, atar. Ulu ağacı kestirmeye adamlar yollar. Tok adamın sofrasını aratmaya başlar. Bütün bunların sırf Ofelya'nın başının altından çıkamayacağını da tahmin ediyordu. Herkesi, her yeri aratmaya başlar. Günler geçip giderken bu karmaşayla, bir masumun doğması da aydınlatamamıştı günleri. Kardeşi doğar Ofelya'nın ama babası bitmeyen bitkiyi attığı, en ulu ağacın kökünü kuruttuğu için annesi ölmüştü. Artık bu dünya da yapacak bir işi, sevecek kimsesi kalmadığını düşünüyordu Ofelya. Annesini ondan alan yüzbaşının canım dediği kardeşinden başka belki.


Labirente çağırır Ofelya'yı Pan, son görev için. "Bir damla kana ihtiyacım var", der. Masum olmalı, tek şartı budur Ay ülkesinin. Kardeşin der sonra, kardeşinin parmağından ay kuyusunun suyuna damlatacağız ve kapı açılacak, sen gideceksin artık ülkene. Kapı, ancak en masumlara açılır, henüz yaşama geçmemişken ver kardeşini, demiş Pan. "Bana itaat edeceğine söz vermiştin," unutma da der. Durur Ofelya. Kardeşine bakar. Pan'a bakar, ay ülkesindeki annesini ve babasını düşünür ve yüzbaşıyı düşünür. "Vermem", der. 


Birden gözleri kararı Ofelya'nın. Ne kadar zaman geçmiş bilmez uyanır. Sarı ışıklar altında tavanı uzun ağaçlar kadar uğultulu bir salonda açar gözlerini. Annesi, babası ordadır ve ona gülümsemektedir. Küçük melekler kulaklarında, hoşgeldiniz prensesimiz diyorlardı...

Orjinal ismi: Pan's Labyrinth
Yönemen; Guillermo del Toro,
İspanya, 2006
                                                                                                                                                                          *B.C.10,0000 filminden

16 Nisan 2016

Hâlimiz...

32’de Elazığ Cezaevi'nde bir Memed’imiz vardı bizim. Kara, kav­ruk bir oğlan. Sovyet sınırındaki bir karakolda askerlik yapmış. Sonra gelmiş memlekete; bir gün kahvede, “Rusların ka­rakolları fena değildi, aç değildiler ” gibi bir söz etmiş. “Ko­münist oldun” deyip bizim yanımıza tıktılar bunu. Beş vakit namazında. Cin gibi bir oğlan. “Okuman yazman var mı?’’, de­dik. “Harfleri tanıyorum da birbirine vuramıyorum", dedi. Okuyamıyordu. Epeyi kaldı bizimle... Bir gün “ne vakit gözü açılacak , ne vakit gerçekleri görecek bu halk” gibisine dertle­şiyoruz. “Baba” dedi, “Bu millet de benim gibi, harfleri tanıyor da, daha birbirine vuramıyor.
Vedat Türkali, Bir Gün Tek Başına, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1975

13 Nisan 2016

Geçen Zaman

Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım? 
-Şükrü Erbaş

Bu gece yazarım diyordum, uykum geldi. Yaşlandığımı, takatimin azaldığını hissediyorum son günlerde. Ve yaşlandıkça gelecekten elimi çekip geçmişe döndüğümü, geçmişe baktığımı uzun uzun en kötüsü. Geliş olarak türkçeye çevrilmiş bir bilim kurgu filmi var. Çok basit ama çok hoş bir detay var zamanla ilgili filmde. İzlemeyenler kızmasın söylemek zorundayım; film de başka gezegenden gelen canlılar bize bir hediye getiriyorlar fakat bizim bunu anlamamız dillerini bilmediğimiz için epey uzun sürüyor. Karşılıklı dilimizi öğreniyoruz. Biz yazımızı yazıyoruz onlar da yazıyor. Yazıları çemberler şeklinde, bu şeklin üzerinde girintili çıkıntılı şekillerden oluşuyor. Biz de biliyorsunuz, bir doğru üzerinde yazıyoruz harflerimizi. Öyle mi böyle mi derken, bize sundukları hediyenin geleceği görebilme yeteneği olduğunu anlıyoruz çünkü bizim dilimizi onlara öğreten kadın onların dilini öğrendikçe geleceği görmeye başlıyor.


Dil bilimci olan kadının lafı yerini buluyor; dil, düşünme ve algılama biçimimizi belirler. Bir çember üzerinde harfleri yerleştirerek yazabilir miydik sizce? Eğer çemberin hangi noktada tamamlanacağını, kelimeyi tamamladığımızda çemberin hala tam bir yuvarlak olacağını hesap edebiliyorsak, olabilirdi elbette. Bunun için de geleceği, birleşmenin düzgün olup olmayacağını görebilmemiz, yani zamanı bir doğru, düz bir çizgi, bulunduğumuz an olarak değilde, evrenin hali gibi döngüsel, eğilip bükülebilen, üzerinde ileri geri gidilebilen bir boyut olarak algılıyabilseydik yazabilirdik öyle bizde. Yani öyle yazmayı biliyor olabilseydik, öyle algılardık zaten. O zaman böyle geçmiş gelecek sorunlarımız da olmazdı. Bu arada bu açıklama filmde geçmiyor. Yalnız film, öyle güzel bir bilim kurgu tadı bıraktı ki zihnimde, benzerini bulamadıkça film izleyemiyorum ne zamandır.


10 Nisan 2016

Aile

© Rene Maltete, *Fransa, 1960'lar.
Aile,
Doğmak,
Büyümek,
Yaşamak,
Ölmek,
Sevmek,
Nefret,
Onlar,
Bizler,
İnsan,
İnsanlar,
Hayat,
Aşk,
Zaman,
Geçmiş,
Gelecek...

07 Nisan 2016

Dönüş Filmine Ağıt

Türkan Şoray'ın hem başrolünü oynadığı hem de yönettiği Dönüş filminin sonunda kocası (Kadir İnanır) onu öldürmeye gelir koşa koşa Alamanyalardan. İkinci gidişinden sonradır bu gelişi. Yanında Alman karısı ve ondan olan çocuğu ile beraber. Köye yaklaştıkça bir türkü çalar, adam torpidonun gözündeki silahını kontrol eder. Arkada bıraktığı karısı; köyün ağasının yatağına girmediği için dile düşürülmüş, çocuğu öldürülmüş, tarlaları yakılmış, köylülerce taşlanmış ve nihayetinde kocasına "kahpe" diye geçilerek ölümünün onun elinden olması istenmiştir; en sevdiğinin elinden.
Köyün ağası Bilal İnci, bir yerde bağırıyordu;
- Şuralar benim, istersen senin, gözünün gördüğünce senin!
- Senin elinden mezar olsa istemem, diyordu Türkan Şoray.

Kim olsa boyun eğerdi ağanın yaptıklarına, kim olsa... Ama Gülcan beklemişti döneceğim diyen kocasını. Çocuğu öldürüldüğünde ağanın adamlarınca, ölüsünü gömmüyor günlerce. Kadınlar, ağalar, büyükler, çocuklar geliyor açmıyor kapıyı, elinde tüfek kapının arkasında bekliyor. Sonradan okuma yazma öğrendiği köyün öğretmeni ikna ediyor; "sana öğrettiğim bir harfin hatrı varsa aç kapıyı, ver çocuğu gömelim", diyor. Hatır, Gülcan'ın acısını delip geçiyor...


Bu sabah her sabah geçtiğim yaya geçidinde bir araba durdu ben geçmeye hazırlanırken. Bir gün bu ülkede yaya geçidinde araba durursa bir şeyler değişmeye başlamıştır, derdim kendi kendime. Baktım; plakası Alamandı.
***
Bir arkadaşım bir hikayesini anlattı; kim olsa senin yerinde öyle yapardı, dedim. Baktı; "ama ben baştan beri çok az kimsenin yapacağı şeyleri yaptım, sen de öyle demiştin hani," şimdi, "kim olsa", olmak haksızlık değil mi, dedi... Dedim; böyle işlerde hak, işlenmeyen bir konudur. Yüzlerce kelime, onlarca cümle vardır söylenebilecek yaşayanlar için, bir tek ölüm bize söz bırakmaz, ve biz birini tutarız söyleneceklerden çünkü, onu seçeriz...
***

"oğul, bu günler kan lekeleri
ölen arkadaşları kimse unutturamaz
kimse, hiç bir şeyi unutturamaz
ve avutmaz çinileyen güzel gün bizi!
bir ağaç gibi burdayız ve işte konuşuyoruz
en sıkıyönetim altında ve en yüksek gürültüyle
bahçede güneştesin, susamış olmalısın."
***
"dönersen ıslık çalarsın
yol uzun, su karanlık
otur bir çardak altına
bırak biraz yağmur yağsın."

Ergin Günçe

Cemal Süreya; "Ergin Günçe bir savaşçı gibi değil de, bütün hesaplarını vermiş eski bir uygarlık gibi konuşmaktadır"
Daha kırklarını aşmadan kaybedilen bir insan için söylenebilecek ne güzel bir sözdür bu. 

04 Nisan 2016

Yaş Günü

Doğum günüm kutlu olsun. Henüz devamını bilmemekle birlikte, bunca "şeye" rağmen, henüz, hala diyorum ki; iyi ki doğmuşum... Denizi, çimenleri, papatyaları ve diğer çiçekleri, nehirleri, şelaleleri, atları ve ağaçları seviyorum... En çok doruk ormanlarını ve uçsuz bucaksız sarı çayırları, aşağıdaki gibi... Kötülük çok, bitmiyor, değişmiyor, fakat bunlara baktıkça bir an ferahlıyor ya insan, değer diyebilmek güzel... Bir sevenim bana hediye etmiş doğum günüm için, ben de size dinleteyim: Fazıl Say çalıyor, Cemal Süreya yazmış, Seranad Bağcan söylüyor, daha ne olsun ki...

Çambaşı yaylası-Ordu

01 Nisan 2016

01 Nisan!

Hayat güzel, insanlar mutluymuş. İnsanın insana ettiği güzelliği yağmur çimene, bulut yağmura, güneş buluta etmiyormuş...

@Marcin Sobas 
Şaka şaka, 1 Nisaaaaan!