Rüyalarım çoğunlukla ilginçtir. Kimi rüyamda gördüklerim ertesi gün hemen hemen aynen olur, kimi rüyamda henüz olmamış bir üzüntünün sıkıntısını hissederim. Kimi zamanda, fakat sıklıkla, kafamın içindekileri rüyamda oraya bıraya serpiştirir, hayatta iç içe gelmeyecek insan ve olayları yan yana görürüm. Dün geceki sıklıkla gördüğüm rüyalardandı.
Evimin balkonundayım. Bir yere gitmem gerekiyor ve çok uzak. Ben de nasıl gideceğimi düşünüp duruyorum. (Haftaya elimde bir kaç çanta ve kutuyla bir kaç semt öteye gideceğim, şimdiden nasıl, neyle gideceğime sıkılıyorom.) Birden balkonun hemen altında koca bir polis otobüsü görüyorum, içinde de bir kaç güler yüzlü genç polis memuru. Hemen uzun triko hırkamı,triko eteğimi giyip kapıdan fırlıyorum. (Çok eskiden, ergenlik zamanlarımda triko eteğim vardı ama hiç uzun triko hırkam olmadı. Son yıllarda genci yaşlısı kadınların dizlerine sarkan gömlekler, uzun hırkalar giymesine kıl oluyorum. Herkesin kıçıyla bir derdi varmış gibi geliyor. Bir de rüyamda gördüğüm renklerde bir kazağım vardı, bence de çok güzeldi, bir arkadaşım çok beğendiği ve istediği için ona verdim beş yıllık kazağımı.) Polis otobüsünün önünde durup, nereye gittiklerini, beni de alıp alamayacaklarını soruyorum. Tam da gideceğim yerin önünden geçiyorlarmış, bu yüzden çok seviniyorum ve hemen atlıyorum otobüse. Hareket ettikten bir kaç durak sonra yanıma cüzdan, para, para kartları ve hatta anahtar dahil hiç bir şey almadan çıktığımı anlıyorum. Otobüste polisler de dahil her yeri arıyoruz, acaba yanlış mı hatırlıyorum, çantamı almadan çıkmış olamam, nasıl çıkabilirim diye hayıflanıp duruyorum. Şiddetli bir kızgınlık ve şaşkınlık duyuyorum kendime... Nasıl, nasıl çantamı, anahtarı, paramı, hiç bir şey almadan çıkarım yola, bunu nasıl yapabildim, diye diye kendimi yiyorum. İnsem mi gidip çantamı alsam mı derken otobüs kalabalık bir caddede durunca iniveriyorum. İşin daha da kötüsü hiç paramın olmadığını, eve nasıl gideceğimi, hatta evin yolunu oradan yürüyerek nasıl bulacağımı inince düşünmeye başlıyorum. Bu sefer, bir sağa bir sola bakınarak bir müddet de buna hayıflanıyorum, pişman oluyorum, kendime ileri derecede kızıyorum, öyle böyle değil ama. Yaşlıca, bakışlarından hoşlanmadığım bir adamın beni gözetlediğini fark ediyorum. (Orta yaşlı, etrafındakilerce aklı başında sanılan ama fırsatını buldumu genç kadınları çirkin, sadece kadın olduğu için bakmak çok hakkıymışcasına süzen adamlar vardır. Bu tür adamlardan neredeyse nefret ederim.) Adamdan kendimi gizlemeye, her şey yolundaymış, panik bir halde nereye gideceğimi bilmez değilmişim gibi davranmaya çalışıyorum. O sırada beyaz, çok sevimli bir köpek yanımda beliriveriyor. Sarılıyorum, beni tanıdığını, evimin yolunu bildiğini ve bana göstereceğini hissediyorum. Çok seviyorum beyaz köpeği. Onun da beni sevdiğini düşünüyorum. Biraz kokluyor giysilerimi, oramı buramı, hah diyorum, şimdi beni peşinden sürükleyecek ve evime kadar gideceğiz. Sarılmışken kollarımın arasındayken yürümeye başlıyor, ben de arkasından. Bir an duruyor, kafasını bana çeviriyor, gel böyle diyor zannederken ben, o hızlanıp bir sokağın arasından kayboluyor. Öylece kalıyorum... Biraz yürüyorum, polis otobüsü yeniden beliriyor, binsem, beni tanırlar belki, az önce inmiştim der, yeniden para vermeden binerim, diyorum kendi kendime, fakat utanıyorum binmiyorum. Uyanıyorum.
Bugün bir şeye dalmışken geçmiş zamanda bir zaman rüyamda gördüğüm bir kasabayı çok detaylı bir şekilde hatırladım. Neden rüyamda o kasabayı gördüğümü düşündüm. Hayatımda öyle bir yer ne hayal etmiş ne görmüştüm... (Arabayla dönemeçli toprak bir yoldan gidiyordum. Yanımda biri var mı yok mu hatırlamıyorum. Neden bilmem, sağa sapıyorum ve yokuş aşağı inmeye başlıyorum. Virajlar keskinleşiyor, toprak yol giderek daralıyor. Dik bir dağı döne döne iniyorum denilebilir tam olarak. Uzun süre geçmeden kendimi birden, ama birden bir açıklıkta buluyorum. Ortasında eski olduğu taşlarından ve üzerindeki yazıtlardan belli bir çeşme, kaldırım taşlı küçük bir meydan vardığım yer. Bir kaç, benim olduğum memleketin giyiminden olmayan yaşlı kadın, askılı pantolonlu genç, yaşlı erkek çeşmenin etrafında, meydanın orasında burasında, ayakta ya da oturarak sohbet ediyorlar. Kâh gülerek kâh ciddi.) Meydanı, otuz kırk yıl öncesinin bir italyan filminden kafama yerleştirdiğim belli. Santa Vittoria'nın Sırrı adlı bir italyan filmi vardır, çok çok severim. Bir farkla tam olarak o kasabanın çeşmeli meydanına benziyor. Rüyamdaki çeşmenin üzerinde bir erkek heykeli vardı. (Arabayı nereye park ettiğimi, ne zaman indiğimi hatırlamıyorum, zira kasabayı gördüğümde kesinlikle başka bir zamanda olduğum, etrafta hiç arabanın olmadığı hissine kapılıyorum. Konuşan insanlar arasında gezeliyorum ben de. Beni farketmiyorlar. Dediklerine göre, heykelin içinde bilinen tüm haçlardan eski olduğu anlaşılmış bir haç varmış.Yeni keşfedilen bu haçı da birazdan şehirden yetkililer almaya geleceklermiş. Onlar da ne yaparız ne ederiz de kasabamızın heykelini parçalatmayız, bunu tartışıyor. Aralarında dolaşıyorum hâlâ. Toplaşıyorlar, bağırışıyorlar, konuşuyorlar, heykeli saklamaktan, kaplamaktan bahsediyorlar. Hiç biri beni farketmiyor. Uyanıyorum.) Rüyamdan aklımda kalan, kasabadan ziyade indiğim yol ve kasabanın yolun sonunda birden önüme çıkmasıydı. Uyandığımda bile şaşıyordum, o kasabanın orada ne işi vardı?... Neden, kimden o kadar saklanmıştı... Bazen bir virajı dönersiniz, işaretler daha çok viraj olduğunu ve ağaçlar henüz dağın devam ettiğini gösterirken birden yol biter ya bir denize ya bir boşluğa çıkarsınız, işte öyle bir şeydi. Aslında tam olarak öyle de denilmemeli. Çünkü hayat dediğimiz zamanda öyle şeyler olmaz, işaretler gösteriyorsa yol olduğu gibi devam ediyordur.
Başka rüyalarda görüşmek üzere...