30 Mart 2017

Ölü Zaman Gezginleri


"kabına sığmaz olunca bana koşardı eskiden, şimdi bunu yapmıyor; kırgın. kırgınlığının nedenini çözemiyorum bir türlü, artık gözleri çok uzaklaştı, okunmuyor. " Ölü Zaman Gezginleri | Hasan Ali Toptaş

27 Mart 2017

Hikayenin Özü

Uzun zamandır yazmak istediğim bir hikaye bu. Epeydir düşünmeme rağmen nasıl yazacağımı, nerden başlayacağımı tam bilemediğim yine de. Hayal meyal bir şeyler görüyorum, kelimelerini buluyorum görüntülerin ancak o kadar. Başını ve sonunu şöyle böyle oluştursam da gidişatını ve neden sonuç ilişkisini kuramıyorum bir türlü. İki ya da üç kişilik bir hikaye aslında hepi topu. Bir dağ var gözümün önünde, çok dik olmayan. Uzun, aralarından güneşin az ama keskin şekilde sızdığı, her yeri olmasa da bazı bölgelerinde çok sesli yapraklarının bol olduğu ağaçlara sahip bir dağ. Sonra iki kişi, kimileyin el ele, kimileyin bir aşağıda biri yukarıda dağın yukarılarına doğru yürümeye çalışıyorlar. İlk bakışta görünen, herkes kendi attığı adımdan, tuttuğu daldan sorumlu. Gerçekte de öyle değil midir zaten. Hikayenin özü bu, yani sizin şimdi anladığınız şey, değil aslında. Çok başka, bambaşka. Peki, yeniden deneyeyim yazmayı.

Korkunç gürültülü, doğanın kızgın yüzünü hatırlatan, ürkütücü doluların yağdığı bir gündü, tıpkı bugünki gibi.


24 Mart 2017

20 Mart 2017

Akıldan Müziğe

Bir süredir bunu düşünüyorum; bunca kötücüllüğü yaratan insan aklının bir sınırı olmalı. Bunca kuralı ve düzenlemeyi getirmişse eğer Tanrı, insan aklına da bir sınır getirmemiş olması akla hayale sığacak şey değil. Eğer getirmediyse, ki öyle öyle görünüyor, ya biz bir yerlerde Tanrı'yı kaybettik, ya da aklımızı... 

Aşağıdaki müzik bir Balkan türküsü. Kimin nereye ait olduğu karmakarışık bir coğrafyada bugün Bulgarlar ve Makedonlar bu türkünün kime ait olduğu konusunda kavga halindelermiş. Hatta Bulgarlar türkünün %110 kendilerine ait olduğunu söylermiş. Acının acı üstüne bindiği, soykırımından kitlesel katliamına her türlü insan kötülüğünü görmüş bir coğrafyanın acısından delirmiş türküleri üzerinden hâlâ kavga ediyorsa insanlar, tüm müzikleri de sadece dinleyenine aittir bence. Türkü Makedoncadır, ve Bulgarlar bu türküyü Makedonca dinlermiş.


Ben de son günlerimi bir ağaç altında bu teyze gibi geçirmek istiyorum:-)

17 Mart 2017

Çocuk İşçiler yazısına cevap

"Zamanın yok edemediği hiç bir kötü gün yoktur", diyor Macbeth. 

Şu yazıda neden bahsedildiğini, en önemli çıkarımın ne ya da neler olabileceği hakkında görüşlerinizi sormuştum. Sevgili deeptone  önemli bir yorumda bulundu, kendisine teşekkür ederim. Söz konusu yazıda benim naçizane demek istediğim daha başka bir şeydi. Dikkat ettini mi, diyecektim, fabrika sahiplerinin adını bilmiyoruz, benim okuduğum hiç bir kaynak adlarını anmıyor. Diğer yandan çocuk refahı alanında iyileştirmeler yapmaya çalışmış Robert Owen, Robert Peel, John Wood, ve John Fielden'in isimlerini biliyoruz. Kısaca bunu demek istemiştim. 

Macbeth haklı mı bilmiyorum, insan ömrü zamanın döngüsünün tamamlanmasını görecek ve evrenin sebep ve sonuçlarını bilecek kadar uzun değil. Eğer haklıysa, belki haklılığı, insanın ömrünün kısalığından sebeptir. Eğer haklı değilse, haklı olmasını dilemek ve  iyileri anmak, kötüleri unutmak insanın zamandan intikamının en iyi yolu olsa gerek... 

14 Mart 2017

Çocuk İşçiler

1800'li yılların başına kadar İngiltere'de devletin sosyal politikaya dair bir işlevi yoktu. Dahası var olan genel geçer uygulamalar işçi sınıfına yapılan baskılarla toprak ve fabrika sahiplerinin işine yarıyordu. Ailesi olmayan, olsa da çoğunlukla yoksulluklarından dolayı çalıştırılan çocuklar fabrika sahiplerine işçi olarak satılıyor, anlaşmalar yapılarak fabrikalarda çalışmaya zorlanıyordu. İlerleyen yıllarda dokuma sektörünün hızla gelişmesi buralarda çalışacak büyük bir işgücünü gerektirdi. Dokuma tezgahlarının küçük makine parçaları için biçilmez kaftan olan çocukların elleri uzun zaman fabrika sahipleri için büyük nimet oldu. Çocukların bazıları dört, beş, altı yaşlarında işe başlatılıyordu. İş saatlerinin kontrolü ya da kısıtlayıcılığı olmadığından fabrika sahipleri istedikleri saatlerde istedikleri kadar çalıştırıyorlardı çocukları. Sabahları doğuşuyla çalışmaya başlayan çocuklar sabah yarım saat, öğlenleri bir saatlik yemek molaları dışında akşam altı yedilere kadar mola vermeden çalışırdı. Tezgah başında uyuya kalan çocuklar sert vuruşlarla uyandırılır, sabahları fabrikanın sağlıksız ortamlarında yaşayan ve uyanmakta zorlanan çocukların yine sert fiziki cezalarla uyandırılırdı. Su içmek ya da tuvalete gitmek gibi ihtiyaçlarını ancak yemek saatlerinde karşılamaları beklenirdi. Dört beş yaşlarındaki çocuklar fabrika içine dökülmüş yünleri toplayıp bir yere yığıyor, altı yedi yaşlarındakiler tezgah başında daha büyükler de taşıma işlerine bakıyordu. Oxford Üniversitesinin bir araştırmasına göre 1800'lerde 350 bini 7-10 yaşlarda olmak üzere, en az 1 milyon çocuk fabrikalarda istihdam edildi. Ve yine bu dönemde toplam iş gücünün yaklaşık %15'i çocuklardan oluşuyordu.

Çocuk koruma konusundaki ilk adım 1802'de Sir Robert Peel tarafından atıldı ve onun çabaları ile ilk kanun çıkarıldı. Çocuklar en fazla on iki saat çalıştırılabilecek ve geceleri çalıştırılmayacaktı. Maalesef bu kanun sadece sahipsiz, ailesi kalmamış çocukları kapsıyordu. Yürüyen sefalet ile yakından ilgilenen, Robert Peel, Robert Owen, John Wood, ve John Fielden'in çabaları ile fakat ancak otuz yıl sonra 1833 yılında kanunda güncellemeler yapıldı. Ve, dokuz yaşından küçüklerin dokuma sanayiinde çalıştırılması yasaklandı, gündelik çalışma saatleri sınırlandırıldı. Daha iyisi, 1847 yılında kadınlar ve on sekiz yaşından küçük çocuklar için gündelik çalışma on saat ile sınırlandırılır. (-kaynak: Walter A. Friedlander)

İngiltere, 1800'li yıllar. 
Şimdi sormak istediğim; bu kısa tarih bilgisinden çıkarılabilecek en çarpıcı sonuç ve sonuçlar nelerdir size göre? Ben kendi fikrimi bir sonraki yazıda söyleyeceğim. Görüşmek üzere.

not: Türkiye'deki ve çoğu ülkedeki şartlar maalesef 19.yy şartlarının çok çok ötesinde değildir. Fakat bugünkü konumuz bu değildir. 

11 Mart 2017

Umar

Elimde tuttuğum kanlı yumak hala ılıktı. Soğumuyordu bir türlü ne yapsam ve bu beni daha da sinirlendiriyordu. Sıksam da sıkmasam da kan, serçe parmağımla yüzük parmağım arasından geçiyor bileğime doğru akıyordu. Az hissedilir ama hissedilir bir hareket hala vardı avucuma değen. Küçük, titreyen bir serçenin kalbi gibi, uyurkenki hali gibi, sakin, yavaş ve geri kalanlardan uzakta, öylesi daha güzel gibi. Olmuştu işte, böylesi daha iyiydi, evet evet daha iyi olacaktı. Kolumu dirseğimden bükmüş, elim havada gözlerim yerdeydi. Hemen ayağımın yanındaki yaprak motifine bakıyordum. Bir yaprak bir kalbe benziyormuş epeyce, şimdi farketmiş gibi bakıyordum. Ağaçların yapraklarının çıkardığı sesin kalbime o kadar yakından değmesi bundan sebep miydi, aklıma geldi birden bu soru. Ama düşünecek halim de yoktu şimdilik. Bu soğumayan kan akıp duruyordu hala.Tanrı biliyor ya çabalamıştım, uğraşmıştım, sonunun böyle olmamasını istemiştim. Bu soğumayan ılık, tenimde yine de ısınan kan akıp duruyordu hâlâ.



08 Mart 2017

Fuentes'in Saf Bir Ruh'u

Carlos Fuentes'in Körlerin Şarkısı hikayeler kitabını okuyan var mı? Son hikaye, Saf Bir Ruh hakkında bir şey sormak istiyorum. Hikayenin sonunda, sizce ölen kadın mektubu okumuş muydu, okumamış mıydı?

Bu arada merak edenler için kısaca diyebilirim ki; iyiliğin kötülüğü üzerine, okuduğum en iyi hikayeydi. İyilik ve kötülük üzerine düşünmek istiyorsanız, buyrun.



05 Mart 2017

Turnalar Göçer

telli turna
Turnalar göçmen kuşlardır. Benekli akbabalardan sonra en yüksekten uçabilen ikinci tür olmakla birlikte, akbabaların her türü göç etmediği için onları sayılmıyor ve böylelikle Turnalar, şimdilik, uzun süre uçarak Himalayaları aşan tek kuş cinsi kabul ediliyor.

Göç sırasında, kartal gibi tehlikeli dağ yırtıcılarından kaçınmak için Himalayalar'ın üstünde uçmak zorunda kalıyorlarmış. Alçakta kalan bir telli turnaya neler olabileceğini görmek istiyorsanız burada. Sessizce Hindistan'a ulaşanları izlemek istiyorsanız burada.  Hindistan köylerinin onları nasıl kutsal bir misafir olarak karşıladıklarını ve beslediklerini görmek istiyorsanız burada.  Uçan Kaz Morton ve arkadaşı Nils'i unuttuğumu sanıyorsanız, hayır unutmadım.

Hint kazları olarak bilinen başlıklı kazlar da en yüksekten uçabilen üçüncü kuş türü. O sayede o çizgi filmde bütün dünyayı gezdi Nils. Yalnız kazlar çok uzun süre yukarda kalamıyorlar, sekiz saat kadar, bu nedenle Nils ve arkadaşları sık sık aşağıda mola verip başlarını derde sokuyorlardı. Doğa hayvanlara insanların ondan aldıklarından kalanını veriyor ne yazık; az ve zor olanlarını. Mesela, kazların Himalayaların etrafından değil de neden üzerinden uçtuğuna çok anlam verilemiyor. Bu konudaki bir hipotez, kuşların milyonlarca yıl boyunca dağların şimdiki yüksekliklerine gelmeden önce, o güzergahı göç yolu olarak seçmiş olmaları, buna göre evrimleşmeleri. fotolar kaynakyazılar kaynak

02 Mart 2017

Sordu Karga

(fotoğraf internet görsellerden alıntıdır. Kaynağını bilmiyorum. Ama filmi biliyorum.)