25 Nisan 2011

Tamam Böyle Kalsın...

Bağımlılık ; objelerle, olaylarla, zamanla ve her neye bağımlılık gösteriliyor ise onunla ilgili değildir.Bağımlılık sahibi kişi bir bağımlılığını bırakabilse de diğerine geçecektir. Bir zaman ara verebilir ama mutlaka başka bir bağımlılık geliştirir...Önemli olan neden "bağımlılık" geliştirdiğini çözebilmektir...Neden bir "bağımlılığa" ihtiyaç var ?

"Dünyaya gelen her insanın bir amacı, bir gereği vardır. Herkesin dünyaya gelmiş olmasının bir nedeni vardır " kadar saçma bir önerme olamaz... Bunu doğrulayacağı düşünülen milyonlarca seçenek sunulabilir çünkü.Sırf bu yüzden saçmadır...Hiç bir şey bulunamazsa, babam benim doğmama neden olmak için dünyaya gelmiştir deriz.Güçtür her şeyin "öylesine" olduğunu kabul etmek velhasıl...

"Çıkar" ; insan ilişkilerindeki tek ama en gizlenmeye çalışılan gerçekliktir..."Seni Seviyorum" telaşı bu gizleme çabalarının başında gelir...

Sahip olmaya çalıştığımız eşyaların tek bir amacı vardır; hiç ölmeyeceğiz sanrımızı hayata ispat etmeye çalışmak...

Hayata dayanamıyorum diyenlerle hayata dayanabilenler arasındaki farkı "hayat" farketmediğinden ya yaşamayı seçmek gereklidir ya da ölmeyi...

Kendi yaşam , çevre, toplum, ahlak ve düzen kurallarını kendileri koyan insanlar, kendi kurallarını yıkabilmek için yine kendi ırklarını öldürür, yok eder.Yeni kuralları koyacak olanların da tek şansı kuralları insanların koyduğunu unutturabilecek kadar çok nesil atlanmasıdır zamanda...

"Beklemek" eylemi bekleyen tarafınca en yapılmaması gereken, en manasız, en saçma eylemdir, eğer "beklenen" için bir şey yapılmıyorsa, yapılamıyorsa...Gelecek olan gelecektir, olacak olan olacaktır ya da olmayacaktır...

İnsan kendinden bahsetmekten çekindiği kadar çok az şeyden çekinir.Bildikleri ile insanların yapacaklarından korkmakta çok ta haklıdır da...

Bence...

Ve insanlar için genellemelerde bulunmak, aforizmalarla insanoğlunun yapacaklarını tanımlamak onlara yapılacak en büyük kötülüktür neredeyse.Aynı zamanda saçmadır...

Şöyle demek gerek ya da çoğunlukla  ; Tamam Böyle Kalsın... ya da bazen böyle ; Falan filan...

24 Nisan 2011

Film "Eternal Sunshine of The Spotless Mind"

Eternal Sunshine of The Spotless Mind " Sil Baştan" adıyla Türkçeye çevrilmiş ama şöyle de denebilirdi ; "Lekesiz aklın sonsuz parlaklığı"...
Neden bazı filmleri defalarca izlemekten sıkılmadığımı daha net anladım bugün; en güzel adamların en güzel kadınlarla rol kesmelerini ya da en olmadık efekt sahnelerini izlemeyi özlediğimden değil; içimde bıraktıklarını tekrar hatırlamak için... Herkes için de böyledir sanırım. İnsanın yaşadıklarından öğrendikleri, hissettikleri ile bunlarla kendine neler yaptığıdır, kişiliğini büyük ölçüde etkileyen. Anılarının izleklerinden çokta anıların bize hissettirdikleridir asıl dikkat edilmesi gereken. Gördüklerinizi, işittiklerinizi, tadını bildiklerinizi, dokunduğunuzu unutabilirsiniz, ama içinizde bir yerlerde duyumsadıklarınız, asıl anılarınız ve sizi siz yapanlardır.
Bu film aşktan bahsetmiyor... Aşk üzerinden ayrılık ve unutmak konularını inceliyor. Eh, bu anlamda aşktan bahsediyor denebilir, pardon! 
İnsan; yaşamında her ne yaşayacaksa yaşayacaktır. Biraz bundan bahsediyor biraz da anılarımızı sildirmekten. Evet, yaşadıklarını zihninden sildirmeye çalışan bir çift ile karşı karşıyayız. Bir taraf kolayca sildirirken diğer taraf bunda çok zorlanıyor, silme işlemi sırasında anılarına rastladıkça bilinçaltında onları en derinlere saklamaya çalışıyor, saklanıyor, kaçıyor ama yine de onları kaybetmekten kurtulamıyor. Aslında silinirken zorlanılan; birazda kendi yaşadıklarımızın, bizi artık biz yapmış duygu ve düşüncelerinde siliniyor olması. Kendimizi de kaybediyoruz, öldürüyoruz artık. Bir diğer dikkate konu filmdeki; bunları bile bile, birbirlerini tüm anılarından sildirdiklerini bile bile tekrar karşılaştıklarında devam etmekten, tekrar sevgili olmaktan geri durmamaları... Birbirlerine söyledikleri onca kötü cümleyi, onca tanımlamayı da duymalarına rağmen. Zihinlerinden görüntülerini sildirmiş olmalarına rağmen ya hissettirdiklerini  unutmadıklarından - ki tekrar karşılaştıkları yerlere sebepsiz gidiyorlar, sebepsiz kendilerini oralarda buluveriyorlar- öyle olmalı ya da birbirlerini gördüklerinde gelecekte neler yaşıyor olacaklarına aldırmaksızın şimdiki zamanın büyüsünü kaybetmek istememelerinden yine aşık oluyorlar birbirlerine. 

Düşündüğünüzde bazen unutmak iyi görünür insana, birinin sizde bıraktığı anlarını, görüntülerini, kahkahalarını, sesini, oturduğu kanepedeki izini, yürüdüğü koridordaki kokusunu, dokunduğu yerdeki hissi bazen unutmak iyi görünebilir, dilenebilir...İçimizde bıraktığı hisler silinmedikçe, bizi biz yapanlar geriye dönmedikçe yani her şey her hücremiz geri saymadıkça bu mümkün olamaz çünkü...Hiç fark etmeden küçük bir anının üstüne kuruludur bir alışkanlığımız muhtemelen, bir şeyi sevmemiz, bir diğer şeyden hiç hoşlanmıyor oluşumuz o minik anılara bağlıdır... Onlar silindiğinde davranışlarımızın anlamsızlaşması kendimizle yabancılaşmamıza yol açacak her şey daha da sarpa saracaktır... Bazı anılar düşünüldüğünde şiddetle savunulabilir bu bilim kurgu, mesela; travma cinsinden olaylar, kişiyi aşırı yorgun düşürmüş insan davranışları, insanın insana yaptıkları. Ama onların bile bıraktıkları silinemeyeceğinden  onunla yaşamayı öğreten bir bilim kurgu çok daha anlamlı olacaktır...
Charlie Kaufmann imzalı hikaye ve senaryo bence iyi yönetilmiş, ilginç hikaye yapısı güzel anlatılmış... Jim Carrey'in niye seçildiği çok açık, suratını ekilden şekle sokması gerekiyordu karakterin bunu da en iyi yapanlardan biri de J.Carrey'dir bence de.  K.Winslet'ın en sevdiğim performansı The Reader'dır. Başka da çok iyi performans gösterdiğini çok söyleyemem, burada da ancak eşlik ediyor diyebiliriz sanki.

Gün gelir birinin, bir şeyin bize hissettirdiklerini bile unutabiliriz elbet ama bu birinin yüzünü, sesini veya bir şeyi  unutmakla aynı şey değildir kesinlikle... Hiç olmadık bir yerde aynı his yakalayıverir sizi eğer yaşarken bir şeyler hissettiyseniz...Zihninize bıraktığı izlerin unutulmamasının ya da hatırlatan en küçük bir detayda aslı gibi hissedilir olmasının nedeni; yaşarken hissettiklerinizdir , yaşarken aklınıza yazdıklarınızdır...
Film bununla ilgili sanırım...

23 Nisan 2011

"Never Let Me Go"

Never Let Me Go filminden bir sahne
"Beni Asla Bırakma" filmin türkçe karşılığı... Yaşamımızda neleri kabullendiğimizi düşündüğümüzde utanırız ya bazen, bu filmi izlediğimizde göğsümüzü gere gere dolaşabiliriz gibi geliyor insana... Biz insanların an gelir dünyanın dönüş hızını değiştirecek denli güçlü olduğu da yazılıdır tarihimizde, zamanı durduracak denli sessiz kaldığımızda... Aklıma geldi dünyayı değiştirenler deyince de; Rosa Parks adlı siyahi orta yaşlı terzi kadın  bir gün, "o gün" sadece çok yorgun olduğu için bir beyaz adama otobüste yer vermedi sene 1955'te ABD'de Alabama eyaletinde. O yıllardaki eyalet kanunlarına göre siyahlar otobüslere arka kapıdan girebilir, arka koltuklarda oturabilir ve bir beyaz adama yer vermeleri gerekirdi, gerektiğinde...O gün otobüsten dövülerek  atıldı Rosa Parks. Ama o gün bir tek kişi bir tek kişiye yer vermedi diye artık siyahi adamlar ve kadınlar ve çocuklar bir yıl boyunca otobüslere binmediler ve sistemi pes ettirdiler... Bu filmi izlerken hep bunu bekliyorsunuz; bir tek kişi, bir tek kişi, bir gün  "o gün" hayır desin... Demiyor. Konumuz bu değil diyor film. Konumuz sizin size sunulanları olduğu gibi hep kabulleniyor oluşunuz zaten...Bu konuda bir tereddütümüz yok ki... Masumiyetimizi ilan ediyoruz izlerken. Filmlerde yaşanan acılara bakarken ki her zaman yaptığımız gibi kurduğumuz düşsel yakınlık, ne kadar sempati kurarsak acılarla, onlara yol açan gelişmelerdeki rolümüzü o kadar silikleştiriyor adeta... Tıpkı "gerçekte" yaptığımız gibi... Film, tekrar ediyorum, kurguladığı dünyayı eleştirmemizi; olmaz, olmaz, olamaz dememizi beklemiyor bana göre... O bize zaten var olan, yaşanan, herkesin yaşamın sadeliği, sıradanlığı, gereklilikleri içinde yaşamını kimi gün öyle kimi gün böyle geçiren bir avuç 20'li yaş grubu  insanın kısa öyküsünü anlatıyor, çocukluklarından başlayarak... Tıpkı bizim yaşamımız gibi... Bu nasıl bir kabulleniş diyorsunuz ya izlerken; neleri neleri kabullendiğinizi, neleri görerek duyarak yaşamınıza devam ettiğinizi düşündüğünüzde, hiç bir şey "fark etmediğini" görüyorsunuz. İnsanlar buna muktedir...
Ve diyor ki;  konumuz " aşk "aslen... Bir insan bir yabancıya ötekine aşık olduğunu ispatlayabilir mi? Öyle soruyor film. 

İki elinizi üst üste midenizin üstüne koyup hafifçe bastırarak, öne doğru hafifçe eğildiğiniz anlar vardır, mesela Yasmin Levy 'in sesini duyduğunuz vakit ya da mesela ; 
 - Biz sizin bize çizdirdiklerinizle ruhumuza baktığınızı, bir gün, işte bugün, bunlarla birbirimize karşı olan aşkımızın doğruluğunu anlayabileceğinizi düşünüyoruz. Siz bize o yüzden "sanat" dersiniz çok önemli, çizimlerinizi asla kaybetmeyin, onları sanat merkezine teslim edin diyordunuz ısrarla.
- Biz o resimlerle bir ruhunuz olup olmadığını ispat etmeğe çalışıyorduk.
gibi bir konuşma duyduğunuzda...

Film adını aşağıdaki videodaki şarkıdan alıyor yada filmin konusu zaten şarkının sözleri...
Son sahnedeki "veda" az izlenir cinsten bence...Filmin başından beri getirdiği telaşsız kabulleniş ve sakinlik, sıradanlık sahnenin hüznünü artırmamak için adeta... Ama olmuyor, öyle olmuyor. Buydu diyor sanki,  gözyaşlarına lüzum yok, buydu olacak olan; burada da hayatlarınızda da , eğer size ait değilse... 



20 Nisan 2011

Normal...

Rutin büyük bir lükstür.
Sıradan, normal, hiç bir farklı hareketin olmadığı günlerdir asıl hayatımız.Yapılması gerekenlerin yapıldığı, güneşin aynı sıradanlıkla doğduğu, zamanı geldiğinde battığı , sabah çaylarının kaynadığı, masaya bir kaç zeytin, bir parça peynir , acele ile bir kaç domatesin doğrandığı, kalmış ekmek parçalarının ortaya konduğu acele edilen sabahlar...Aynı saatte aynı telaşla evden çıkıldığı, aynı hareketle kapının iki kere kilitlendiği, dış kapının aynı gürültü ile kapandığı sabahlar...Aynı yerden otobüse, dolmuşa binildiği, aynı yerde inilip yüründüğü, aynı kişilere - Günaydın denildiği sabahlar...
Sıradanlık asl olandır.Katlanamadığımız budur...Oysa rutin en büyük lüksümüzdür.Rutin olmalıdır hayat, kalıcı olmalıdır böylelikle...Huzur rutindir mesela.Eninde sonunda, en büyük aşklardan sıyrılsa, en olmadık yollardan dönse hep huzuru arar insan. " Huzur mezardadır" demişti bir üst yöneticim yoğunluktan dem vurunca...Demek ölümdür huzur...Ölülerin nereye gittiğini bir anlasam, bir anlasam...Nereye gidiyor onca konuşma, onca yürek, onca bakış , onca gülüş, onca dokunuş...Hani herşey uzay boşluğunda kalıyordu !

07 Nisan 2011

Film Kareleri...

" Koyu kahve, siyaha çalan saçlarımı yavaş, yavaş, taradım,dalgalı uçları omzuma henüz dökülüyorlardı. Banyo aynasında siyaha çalan koyu kahve gözlerimin içine, içine baktım.Alnımın tam ortasını ortalayarak saçlarımı ortadan ayırdım, resimdeki "Jane Eyre" karakteri gibi, ensemde topladım, mor lastik bir tokayla.
Beğenmedim.


Charlotte Brontë'nin Villette karakteri
Çektim mor lastik tokayı saçımdan sağ omzuma doğru, ben başımı sağa çevirinceye kadar orada kaldı saçlarım, omzumda.Bir daha taradım yavaş, yavaş. Yine topladım, ensemde birleştirdim, sıkıca bağladım, aynı mor lastik tokayla.Toplarken ellerimle düzleştirdim bir yandan başımın üstünden enseme doğru. Baktım, oldu. Musluğa düşen telleri suyla temizledim, kağıt peçete ile musluğu kuruladım. Daha uzun gelen bir dakika boyunca yüzüme baktım.Gözlerimin içine içine baktım.Göz bebeğimin etrafında oluşan tuhaf beyaz, hilal biçimli ince çizgiye baktım.Nedeni yok demişti doktor, bir nedeni yok,  en fazla daireyi tamamlar, göz bebeğinizin etrafından dolanır.
Yan tarafta duran küçük siyah avuç içi kadar tabancayı, saçımı biraz öteleyerek şakağıma değdirdim.Soğuktu.Sonra yüzüme tekrar daha uzun gelen bir dakika boyunca baktım.Aynı beyaz çizgiden diğer gözümde de oluştuğunu gördüm, önemsemedim.Tabancayı kavrayışımı sıkılaştırdım.                                
Sağ işaret parmağımı, sertçe avcuma doğru çektim."
                 Zihnimizde görüntülerini tuttuklarımız bazen geçmişten bir sahne, bazen bir filmden kare, bazen bir rüyadan uzun süre hatırlananlar bazen de hayal ettiğimiz görüntüler olabilir.
Yukarıdaki "sahne"  "hayal" örneğin. Gerçek olmasını dilemedim, hem gerçek olamayacak kadar düşünülerek hayal edilmiştir hem "dünya " gezegenini severim.Sırf bir gezegen  olarak çok güzel  olduğu için.
                 Sinemayı sinema yapan tüm sanatları içinde barındırabiliyor oluşu bir yandan da. Fotoğraf, müzik, şiir, edebiyat hepsine erişebiliyor olmanız, duyumsayabiliyor olmanız, dolayısıyla konuları ve bazı teknikleri ile insanlarda fikir ayrılığı yaratsa da sinemanın kendisi böyle bir  ayrım yaratmıyor.Herkes sinemayı sevebiliyor kısacası...Ve bunu ;  öğrenme oranı istatistiğinde ikinci sırada yer alan "görsel" olarak  sunuyor olması tabi ki en büyük etkisi. İlk sırada "duyusal" yer alır merak edenler için. Duyusal ; korkarak, heyecanlanarak, üzülerek, sevinerek...(Eğitim alanında kim ne zaman nasıl yapmış bilemiyorum, bu nedenle itibar etmeyebilir siniz ancak yapılan bir araştırmaya göre;  insanların %40 'ı duyusal olarak, yüzde 35'i görsel olarak, %25 'i de işitsel olarak öğrendiği ölçülmüş.)
                Filmlerden herkes kendisi için olan kareleri saklar, onları taşır zihninde.Bazı sahneler ortaktır herkes sever, bazı sahneler özel ;
Burada Metin Akpınar, tekneden inen Filiz Akın'a öyle bir kur yapıyor ki hem gülerim hep eğlenirim hiç usanmam izlemekten. Türk sinemasının en güzel sarışınlarından Filiz Akın ( Emine ) ; en yakışıklı delikanlılarından Tarık Akan'ın (Ferit ) başrollerini paylaştıkları "Tatlı Dillim" filminde, sene 1972 yönetmen tabi ki Ertem Eğilmez, kendini Mine olarak tanıtan köy öğretmeni Emine, Ferit'i kıskandırmak için kendisine kur yapılması için etrafta salınır durur.O anlardan birinde sosyetenin çapkını Metin abi der ki : 



- Ferit kim bu güzel hanım ?
- Mine Metin abi, baldızım. 
Metin abi Mine'ye doğru eğilir:
- Tanrım , aman tanrım bu nasıl bir güzellik...Ama bu haksızlık.
- Merhaba.
- Buna hakkınız yok ; sizin güzelliğiniz karşısında şu baktığımız güneş bile sönük kalıyor.




Yalancı Yarim, Ertem Eğilmez ,1973
Alev (Emel Sayın) 
Ferdi ( Tarık Akan)

Filmin sonu;  Ferdi Alev'i kandırmış, seviyormuş gibi yapmış, küstürmüştür. Alev kendisini terk edince de aslında ne kadar çok sevdiğini anlamış, kendini yollara, denizlere vurmuştur...Hatalarını anlayan Ferdi'nin ailesi Alev'in evine gider O'nu barışmaya ikna eder ve hep beraber Ferdi'yi geri dönmeye ikna etmeye giderler .Bütün mahalle yaklaşık 20-25 kişi ; Alev,babası Münir Özkul, komşusu Zeki Alasya Ferdi'nin arkadaşları Kemal Sunal, amcası Metin Akpınar bir balıkçı teknesinde büyük bir yolcu gemisini takip ederler; yandaki gibi...Gemiden gemiye seslenirler Ferdi onların seslerini duyar, Alev'in gülümseyen el sallayışını görür veeee gemiden atlar, hava güneşli, Ferdi' de her zamanki beyaz pantolonu, açık kahverengi gömleği, balıklama suya dalar ayakları ters döner hatta. Alev bir etek bir bluz ayak üstü balıkçı teknesinden atlar, güzel bacaklarını görürüz Alev'in, aynı anda nerdeyse kafalarını sudan çıkarırlar ve birbirlerine doğru yüzmeye başlarlar ve suda sarılırlar...O küçük tekneden o koca gemiye seslenmeye mi gülümsersiniz, Ferdi'nin hüzünlü yüzünün Alev'in el sallayışı ile aydınlamasına mı...Ağır çekim denize atlamalarına mı yoksa başlarını sudan aynı anda çıkarıp, sarılmalarına mı ? Barışma dediğin böyle olur diye gülümseyerek izlerim her seferinde...


Semiramis Pekkan'ın "Bana Yalan Söylediler" şarkısı ile bende özdeşlemiş, Orhan Elmas'ın yönettiği Necla Nazır, Itır Esen, Saadet Gürses'in başrollerinde oynadığı Liseli Kızlar (1977)  filminin en sonunda çalar bu şarkı.Film üç farklı genç kız portresini anlatır bize.Zengin ama mutsuz çünkü ilgisiz aile  saçmalığını Saadet Gürses, ilgili aile , cici hanım hanımcık için Itır Esen ve yobaz, muhafazakar ailenin kızı için ise  Necla Nazır seçilmiştir...Tabi ki bizim örnek almamız gereken Itır Esen'dir gibi giden bir hikayeler toplamıdır. Film , kurgu ve diyaloglar olarak kötü bir türk filmidir ama bu şarkıyı başka filmde duymadım ve çaldığı sahne ile çok iyi oturmuştur...Babasının mahallenin yaşlı  kasabına çeşitli borçlarının karşılığı evlendirdiği (sattığı) Necla Nazır, kasap kocası  ile plaj sefasına gider daha doğrusu götürülür.Kocası ile soyunma kabinine girer ve kusarak ve koşarak çıkar.En iyi oynadığı sahnelerdendir sanırım...En sonunda ise kocası tarafından başkalarına satılmaya başlar aynı soyunma kabininde, yine aynı şarkı çalar durur...


Türk sinemasını sevip bu karagözlü kara saçlı en güzel akdeniz kadını formundaki Sevgili Türkan Şoray'ı sevmeyen azdır herhalde, ben gibi.Unutmadığım yüzlerce sahnesi ve yüzü vardır ama sanırım müzikleri ile özdeşleştirdiğim Yönetmenliğini de kendisinin yaptığı Dönüş ,1972 filminin sahneleri aklıma gelir önce. "Hasretinle Yandı Gönlüm"anonim türküyü Edip Akbayram da güzel söyler ama daha da güzelini Seha Okuş söyler bence, filmde de onun sesinden duyarız zaten...Daha önce yine yazmıştım Dönüş filmi hakkında o nedenle çok yazmak istemiyorum aslında sadece bu sahnedeki yüzü, yüzleri çok değerlidir benim için. 


" Standardın üstünde uzun boylu bir kızdı, hala da öyle...Standarttan çok daha sarışındı, hala da öyle...Beline varan uzun sarı saçları vardı, hala aynı uzunlukta. M.deyince aklıma hep yurdun o uzun florasanlı uzun koridorunda ayaklarının tümünü yere sert sert basarak hızlı hızlı yürümesi gelir.Şimdi yine moda olan dar paça kot pantolanları, kısa penye bluzlar giyerdi, zayıf, incecik "dalyan" gibi bir kızdı, hala da öyle...Gülerek konuşurdu ya da bana öyle gelirdi...Derdi arkadaşlar bana ; "M.dolabından saralleni aldı yine" Olsun derdim, olsun...Sagra'nın fabrikasından gelen orjinal saralle kavanozu bitiverirdi iki günde...Birbirimize çok uygun kızlar değildik, beraber paylaştığımız anlar sayılıydı; banyo sırasındaki konuşmalar, saralle kavanozu, biraz matematik final soruları , biraz da kağıt oyunlarıydı geceler boyu...Ben seyrederdim onlar oynardı...Üç oda uzağımda komşumuzdu işte...Ama hep sevdim ben M'yi, o koridordaki yürüme sahnesini hiç unutmadım..." Haftalardır, O'nun sadece gözlerini kırparak konuştuğunu, ayak parmağını oynatmasının koşmasına eş tutulduğunu düşündükçe...Bekledim, yazmadım, yazamadım bir şey...Bir şey olacak diye çok korktum, bekledim...Olmadı çok şükür...Bu sefer olmadı...Bu sefer O yaşıyor...
İnsanlardan kalan sahneler oluyor geriye en çok bende...Filmlerden kalanlar gibi...O'nun için yazıldı bu yazı...Lafın bu kadar dolaşması, ne diyeceğimi bilememekten. İsimleri düşündüğünüzde görüntüler geliyor akla , en azından benim öyle...Yürüyecek O, tekrar yürüyecek, insan ayak baş parmağını oynatabiliyorsa kesinlikle tamamını oynatacak demektir...Yaşamaz dedi doktorlar ama yaşadı...Kıpırdamayacak hiç dediler ama kıpırdadı...O zaman kesinlikle yürüyecek...Ben onu uzaktan seyredeceğim yine, öyle salına salına yürümesini, uzun sarı saçlarının sırtında zıplamasını, bana doğru gülerek ellerini kollarını savurarak konuşmasını yürürken...

04 Nisan 2011

Aykırı Sevda Sözleri...

"Sevdiğim, tabutum, ak kefenim; 
derin ve dar mezar cukurum benim. 

Yeni bir kalıba dök, beni arit bir potada. 
gecmisim sakli ama gelecegim ortada. 

Kabahatinden daha büyüktür özürü; 
yüreğimin aşık olmaktan ötürü. 

Sen vazgecilmez kotu bir alışkanlıksın, 
cinnete ve ölüme karşi bir esrarsın.



En büyük yanlıs bir kadına bağlanmaktır; 
gerçek aşk bir kadından kadınlara akmaktır.



Seni kuşanıp çıkarım sokaklara. 
tuhaftır, hep ben olurum hazır patlamaya. 

Yüreğime benzin döküp kibrit çakan; 
ey usta kundakcim iz birakmayan! 

Söylentiler çiksin, elimi kana bula; 
yeter ki günlerim olsun çırılçıplak koynunda. 

Kumar borcum, yani namusumsun; 
masum degil, iflah etmez tutkumsun. 

Bütün pislikleri ortaya çıkardığından, 
aşıksam nefret ediyorum yaşamaktan. 

Aşk bütünn kötülüklerin anasıdır,
her aşk sonunda bir bozgun anısıdır. 

Seninle icimde bir yakin ölüm sevinci; 
sen vaktini şaşmazsın salgınlar gecikmeli. 

Aşkın fincanindan kayıp gitmis bir pul sirca 
ve güve yeniği umudun havlu kumaşında. 

Benim soluğum barut kokar ve de kan. 
seninki bir ağıttır kendini yerden yere vuran. 

Bu ham dunyada zoraki bir söz gibi sevgim. 
sevsem sana yazik, sevmesem incinirsin. 


Sevgimiz bir taştir yarısı gömük toprağa; 
kaldırsan böcekler görürsün altında. 

Temiz kalmış ne bulunur bir çöplükte 
aşk da kirlenir elbet insanla birlikte. 

Gözlerine derinden ne zaman baksam; 
hep uzaklaşıp giden yalnız bir adam."



Metin Altıok.


Bir arkadaş demişti ; "bırak şu aşk - meşk işlerini, daha edebi şeyler yazabilirsin sen oraya. Önceleri alındım, çekinirdim "aşk" tan bahsetmeye. Sonraları, şimdileri "hayır" diyorum , aşk olmalı, aşk olmadan olmaz. Benim içinde olmam gerekmiyor.Kendi aşkımdan bahsetmem hele hiç gerekmiyor.Kimsenin aşkından bahsetmem gerekmiyor. 
"Aşk" 'tan bahsetmeyi kesmemeli insan.

Bugün.

Doğum günün kutlu olsun Aze.

03 Nisan 2011

Bu Gece En Hüzünlü Şiiri Yazabilirim.

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu
Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta
Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı.

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim
Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.
Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece
Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında
Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim
O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama

Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim.
Yokluğunu düşünüp, yitmesine yanmakla
Duyup geceyi, onsuz daha engin geceyi.
Ota düşen çiğ gibi, düşmekle şiir cana
Ne gelir elden, sevgim onu tutamadıysa.
Gece yıldız içinde, o yoldaş değil bana

Hepsi bu. Uzaklarda şarkı söylüyor biri.
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Gözlerim arar onu, yaklaştırmak ister gibi
Yüreğim arar onu, o yoldaş değil bana

Artık sevmiyorum ya nasıl, nasıl sevmiştim
Sesim arar rüzgarı ulaşmak için ona
Ellere yar olur. Öpmemden önceki gibi.
O ses, ışıl ışıl ten ve sonsuz bakışlarla

Artık sevmiyorum ya severim belki yine
Ne uzundur unutuş ah ne kısadır sevda
Böyle gecelerde kollarıma aldım çünkü
Yüreğim dayanmıyor yitmesine kolayca
Belki bana verdiği son acıdır bu acı
Belki son şiirdir bu yazdığım şiir ona.

P.Neruda

Ç. 03/04/1995

Sadık "Öküz"...

Ya Sonra
Yönetmen : Özcan Deniz, 2011 Türkiye
Oyuncular : Özcan Deniz-Deniz Çakır-Barış Falay

Sırf eğlence olsun diye de izledim ,yorgunluktanda...
"Son" yazdıktan sonra mutlu olunduğunu sanan, hayatın öyle mutlu gittiğini düşünen bir nesil olarak yetişmemiz için ellerinden geleni yapmıştı yeşilçam üreticileri...Beyaz atlı prens bekleyecektik nerdeyse ölene kadar, az kaldıydı inanacaktık sonsuzluklara...
Film de öyle başlıyor, beyaz atlı prens bulunmuş, evlenilmiş, ev,mülk,mal edinilmiş...Sevilen işler , görüşülen neşeli arkadaşlar, ortanın üstü bir standart...İstediği işi istediği yerde yapmaya çalışan, hayallerinin peşinden giden bir erkek ; veteriner, işini iyi yapmaya çalışan bir kadın; mimar.
Tam bir holywood romantik komedisi yapılmaya çalışılmış, özellikle ilk yarı da başarılı olunmuşda, komik özellikle erkeğin arkadaşları ile olan diyalogları.Kadının ise çokta bir hayatı yok bize sunulan.Öyle de birazda,yok...Kendi idealleri , hayalleri hep geri planda kalmak zorunda olmuş, beraber değil, hep "biri" için yol almışlar...Gün gelir kadın kendi hayatının da önemli olduğunun farkına varır, kendi hayallerinin de bir yeri olmasını ister hayatlarında, konuşulur, anlatılır, dinlenir, beklenir olmayınca da kadın gider...Ben bundan sonrasına takılıyorum filmde.Kadın gitti tamam, hatta resmi olarak boşandılar.Sonradan erkeğin gözünden bize anlatılanlar ; tamamen maçoluğu öven, kadının boşandıktan sonra bile kocasına sadık kalmasını isteyen, savunan, aksinin mümkün olmasını reddeden bir film çıktı ortaya...İyi bir beklentim yoktu aslen filmden ama boşanma nedeni olarak erkeğin yapmadıklarını gösterdikten sonra bize, kalan her şeyin kadına yüklenmesi , yeşilçamdan bu yana hiç bir şeyin değişmediğini gösterdi ki yeşilçamın kendine has bir hoş görülüğü, baştan belli olurluğu oldu her zaman...Hele hele erkeğin arkadaşının gelip boşandıktan aylar ve  aylar sonra bile  barışmaya ikna etmek için ya da daha bir hevesle barışmasını sağlamak  için  "karın" hala "senin karın" biliyor musun, gibi laflar etmesi, bardağı taşıran son damla oldu bende...Aylar geçmiş karısı hala, henüz kimse ile birlikte olmamış, kendisi de bir kadın koynuna kadar girdiği halde reddetmiş öyleyse herkes sadık, herkes ne çok seviyor birbirini , tekrar evlenebilirler...Karısını sevmemiş bana göre, hayallerinin peşinden gitmesine izin vermemiş, desteklememiş, unutmuş, yoldaş saymamış ama "sadık". Başkasına dokunmamış olması çok daha önemli onun ruhuna dokunamıyor olmasından...Aynı şekilde karısı içinde , başkası ile flört etmiş, düğün hazırlığına başlamış, ondan ayrılmış ama iyi ki de başkasına dokunmamış yoksa tekrar evlenmeleri ne kadar güç olurdu...
Kötüydü ve hala hep aynı şeyi söylüyorlar,  en çok bu rahatsızlık veriyor...
Yasemin Mori'nin şarkısı çok yakışmış, Janset, Ragıp Savaş, Erdem Akakçe olmasaymış berbat olurmuş...

Olsun...

Bloğun açılmasını bekleyen bir çok taslak metin vardı. Bugün rahat giriş yapılabiliyorum ama onları tamamlamak için gün;  bugün değil, değilmiş...



Daha duru yorumları da var Yasmin Levy'in ama bu gece buna takıldım...Daha güzel yorumları da var ama bu gece bunu buldum...Bir tek resmi çok sevdim, müzik dediğim gibi...Olsun, müzikte o kadar olsun.
"Olsun"...Bu kelime çok tuhaftır benim için...Bir şeyin yerini tam bulamayınca "olsun" derim. 
Beğenmesem de "olsun" derim.Üzülsem de "olsun" derim.Çok kızsam da bazen" olsun" derim...Olsun, öyle de olur derim.N'olur ki derim , öyle olsa n'olur ki, öyle olsun, olsun...
Bir şeyi tamamlayamayınca, başaramayınca, yenemeyince, gidemeyince, kalamayınca, olmayınca, bitmeyince "olsun" derim, bu da böyle olsun...