29 Temmuz 2012


Ndemektir dokunmak ya da Ne yapar bir el senin saçınla benim hayalimde.  (e.e.cummings) 

Hayat Yaşlıdır, Ölüm Genç...

"...Bir danışıklı dövüş, hiç bitmeyecek bir alışveriş, seçeneksiz bir kabulleniş, imzasız bir anlaşma. Hayat her gün kendisini doğurmaktan yorgun. Etle, kemikle, ruhla beslenen ölümse capcanlı. Her şeyi, her şeyi reddedebiliyor insan. Neleri mümkün kılabiliyor isterse eğer. Birbirine muhtaç hayatla ölüm. Hayat doğurmazsa ölüm alamaz. Ölüm eksiltmezse hayat tazelenemez..." e.e.cummings

Henüz ölmemiş bizlerin ölümden bahsetmesini ilginç buluyorum. Henüz sevişmemiş birinin sevişmekten bahsetmesine benzetiyorum. Benzemiyor mu ? Bence benziyor. Hiç sevişmemiş birinin hayal ettiği, zannettiği sevişmek ile "gerçekten" seviştiğinde hissettikleri arasında büyük fark vardır. Her hayal ettiğimizle gerçeğini yaşadığımızda ki hissettiklerimiz gibi. Gerçek, insanın hayal ettikleri ile karşılaştırıldığında basit, sıradan, olağandır. İnsan aklı için hayal sonsuz, gerçek ise bir "andır". Benzemiyor mu? Bence de benzemiyor. Sevişmenin hissettirdiklerini utanarak, sevinerek ve tuhaf bir hazla paylaşabilmemiz, onu ölümden yakınlaştırılması mümkün olmayan bir boşlukla ayırır, farklılaştırır. Ölüm aşk gibidir, tek kişiliktir...
...
"kalbim daima açık olsun küçük 
kuşlara ki gizemidir yaşamanın
her neyi şakısalar daha iyidir bilmekten 
ve yaşlanmıştır artık onları duyamıyorsa insan

aklım gezine dursun aç
ve korkusuz ve susamış ve kıvrak
ve gün pazar olsa da yanılmış olsam
çünkü genç değildir artık haklı çıkıyorsa insan

ve kendim yapmasam yararlı hiçbir şey 
ve sen sevmesen gerçekten de öyle çok 
asla olmamıştır aptalın tam böylesi ki beceremeyen
tüm göğü üzerine örtmeyi bir gülümseyişle "

...
e.e.cummings

27 Temmuz 2012

Senfonik Ağıt ...



İnsanoğlunun atası Hayat ağacı için kendini feda etti. Adem ve Havva Bilgelik ağacının meyvesinden yedi ve Tanrı Hayat ağacını insanlardan gizledi. Ve ölüm;  "saygıyı" tekrar öğrenmek için dehşetli bir yoldu...
Ölüm durgun bir yaratma biçimi olabilir mi? Bedenimizin toprağından ağaçlar yetişmesi, kuşların ağacın meyvelerinden yemesi bir yaratma biçimi kabul edilse bile, insanoğlu kendi biçimini sonsuz, ölümsüz kılma çabasından vazgeçmedi. Kendini yaşamı tamamlamak bakımından bir solucandan üstün görüyor ve bir solucan bir insandan daha emin hayat ağacının bulunamayacağına. Yoksa biz, yok olmaktan korkumuzdan, bir son olduğunu kabul edememekten, bilinmezi anlayamamaktan "Tanrı"yımı yarattık... Aşağıdaki yukarıdakine yukarıdaki aşağıdakine benzer ise, her biri kendinden bir parça katmış olabilir diğerine...

17 Temmuz 2012

Bir Hücre Gidiyor...

Beyin Cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in konuşmasından... 

" Dünyanın en ünlü beyin cerrahlarından olan ve çalışmalarını ABD ile İsviçre’de sürdüren Prof. Dr. Gazi Yaşargil geçen cuma günü Yeditepe Üniversitesi Hastanesi’nde genç meslektaşlarıyla buluştu.
Milliyet gazetesinin haberine göre; genç beyin cerrahlarıyla birlikte bir beyin ameliyatına da giren Yaşargil, kanserin sebebinin tam olarak bulunamamasının kendisini mutsuz ettiğini söyledi.
Türk beyin cerrahisinin dünyayı yakaladığını anlatan Yaşargil, “Ben 1960 yılında beyin cerrahisine başladığımda, beyin cerrahı sayısı dünyada 500’dü. Türkiye’de de hiç yoktu. Şimdi Türkiye’de 1400, dünyada 40 bin beyin cerrahı var. Bilgisayar teknolojilerinin ilerlemesi, teşhiste muazzam kolaylıklar getirdi. Hastaya zarar, acı vermeden araştırılabiliyor. Beyin cerrahisinde teşhiste ve tedavide iyiye gidiyoruz” diye konuştu.
Yaşargil, kanser konusunda ise mutsuz olduğunu belirterek şunları söyledi: “Ama beni hala memnun etmeyen durum şu. Kanserin ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Kanserin sebebi henüz tam bulunamadı. Bütün kanserlerin nedenini bilmiyoruz. Benim bildiğim beyin kanseri başka tarafa sıçramıyor, beyinde kalıyor. Kanserin nedeninin bulunması benim için çok önemli.”
Her insanın beyninin 150-200 odacıktan oluştuğunu ve her odacığın başka düşünceler ürettiğini anlatan Yaşargil şöyle devam etti:
“Beyin hastalıkları da bir odayı vuruyor. Geri kalanı yerinde duruyor. Beyin hem uzayı algılamaya çalışıyor hem de atomu parçalamaya çalışıyor. Her kararımızı yüzde 51 ile veririz. Sadece aşık olduğumuz zaman yüzde 100 karar veririz. Yani kimyevi anlaşma. Bazen bir bakış, şimşek çakar. O zaman nasıl oluyor ki koca beyin, yüz milyar hücre birden şaşırıveriyor. İnsan her şeyi unutuyor. Bir hücre gidiyor milyarlarca hücre arkasından gidiyor.”
kaynak: ntvmsnbc.com 02/07/2012
Kararlarımızın sadece iki milyon hücre tarafından belirlenmesine şaşırmadım.
En önemli kararlarımızı bile bazen çok küçük nüanslarla, birden verebiliyoruz. O yüz elli -  iki yüz odacık günlerce birbirine zıt düşünceler üretirken birden bir odada sakladığımız "bir şey" basit bir hatırlamayla, belki sevinç ya da acıyla belirginleşiveriyor. 
Yüz milyar hücrenin de tek bir hücrenin peşinden gitmesini hayal edince oldukça "komik" görünüyor. Asıl mesele yüzde yüz kararımızdan sonra, o hızlı koşuş, o tutukluluk halio elektriklenme ( nöronlar bilgiyi birbirlerine elektrik sinyalleriyle aktarır) azalınca ki, beynin o şekilde uzun süre vücudu yönetmesi mümkün değildir, artık gördüğümüz kişiyi sevmeye devam edip etmeyeceğimize yüzde elli bir ile karar veriyor oluşumuz. Hayattan  beklentilerimiz, sevginin bizdeki anlamı, artılar eksiler, kişinin yaptıkları yapmadıkları, ona verdiğimiz önem, yüklediğimiz anlam, yaşananların kişiler üzerindeki etkileri, onun bize hissettirdikleri hepsi düşünülmeye başlıyor ve iki milyon hücre hangi yöne döneceğimize karar veriyor...

13 Temmuz 2012

Kitaplar Yüzünden...

"Gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur " diyor Hasan Ali Toptaş, denemelerden oluşan Harfler ve Notalar kitabında. Gelecekten kurtulabilmekte, bugün sahip olduklarımızın bize sahip olup olmadığı ve yaşamayı seçip seçmediğimizle, ruhumuzun ne kadarını kaç fiş karşılığı masada bıraktığımızla ilgili en çok. "The Way" filminde baba oğlunu çıkacağı kutsal yolculuktan vazgeçirmek için " Ben yaşamımı seçtim, burada yaşıyorum" diyor. Oğlu da : " Bir yaşam seçemezsin baba, onu yaşarsın..." 
"Wall-e filminin, uzun zamandır odamda asılı duran afişindeki  şu cümleye dalardım sık sık. 
"Yedi yüzyıl boyunca üretildiği işi yaptıktan sonra, aslında ne için var olduğunu keşfedecek." 
 Yakın zamandan beri de gözüm sürekli kitaplığa takılıyordu. Yaklaşık üç yüz adetlik kitap, doksan beş-iki bin yılları arasında biriktirdiğim Varlık dergileri, en azından fazla almamış olduğum Cogito ve Doğu Batı dergileri...Okuduklarımı ayırsam karşıma çıkacak manzaranın korkunçluğundan, dikkatli bakamıyordum. Üstelik okuduklarımı bile sindire sindire, karalaya eskite okuyamamışken...Neler neler; Say yayınlarının psikoloji ve felsefe serisi az az okunmuş, ömrümün yarısını geçmişken hala A.Adler' in "Yaşamın Anlamı ve Amacı" okunmamış... Dünya klasikleri ; Ruslar, Fransızlar, İngilizler, en azından buradan daha fazla okunmuş. Proust'ın  Kayıp Zamanın İzinde serisi, Server Tanilli'ler, Tahsin Yücel'ler, Saramago, Tanpınar ve Marquez'ler...Psikoloji merakıyla aldığım A.Adler, Jung ve Freud serileri... Albert Camus'tan Theodor Reik'e kadar on kişilik bir ekibin sosyoloji, psikoloji ve felsefe kimlikleriyle inceleyip yazdıkları  "Aşkın Anatomisi' ni " ise, artık okumasam da olur. 
Ve şiirler ; Edip Cansever'in iki ciltlik toplu şiirleri ve benim sadece belki de bir kez okuyabildiğim "Ben Ruhi Bey Nasılım'ı." ve niceleri.
Ve yıllar önce hemen okuyup getiririm diye arkadaşımdan aldığım M.Mungan'ın "Üç Aynalı Kırk Oda'sı." Artık okusam da iade edemem...Kendisini beş yıl önce buradan yolcu ettik... 

Harfler ve Notalar'ın  bir denemesinde Toptaş, Çağdaş Eleştiri dergisinde E.Cansever ile yapılan bir söyleşiden, altını çizdiği bazı cümleleri aktarıyor. Okudukça cümleleri bir yerlerden hatırladığımı düşündüm ve çok eskiden Varlık Dergisi'inde okuduğumu hatırladım. Ne yazık bayıldığım cümleleri bile unutabilen biri olarak kendimde şaşırdım bu duruma ama o cümleyi hayatımla çok ilişkilendirip, üzerinde düşünmüş olduğumdan unutmamıştım. Deneme metni ilerledikçe, Toptaş 'da aynen bu fikre kapılıyor. Ben bu cümleleri bir yerden hatırlıyorum diyor ve hatırladığı kitaba bakıyor, vaktiyle orada da aynı satırları çizmiş olduğunu görüyor.
Ve bu denemesini  "Anlamadığım şu / ben neden bir otel katibiyim" cümlesiyle bitirince ben kitabı elimden fırlatıyordum. Yazının bu güzelliği, bana yazarla hissettirdiği bu yakınlık, bu hoş tesadüfün hazzıyla yine kitaplığa dalmıştım...Daha da canımı sıkan, elbet kıskanmak ne haddime lakin, Toptaş'ın Harfler ve Notalar'da bahsettiği yazarlar, hikayeler, alıntılar, türküler, sanatçılar, o kitaptan o kitaba geçişi, yıllar önce okuduğu kitaplardan paragraflar hatırlaması, adını duymadığım romanlardan , hikayelerden başucu kitabım diye bahsetmesi...Kendisi de diyor zamansızlıktan bahsederken; "işin kötüsü okumam gerektiği halde okuyamadığım kitapların adlarını ve yazarlarını bile öğrenemeyeceğim, kör noktada kalacaklar çünkü." Doğrudur ama yine de benim kitaplığa daldığımdaki hüznümü azaltmıyordu...
Okumak ve anlamak ve bilmek ve bulmak;  nasıl, ne zaman ? Belki Neşat Ertaş vurdu son darbeyi ; "Ahmak aldatırmış dünyanın malı, çoğunu isteyen delidir deli.", " Bizim evimizi bir eşeğe yüklesen götürür ama keyfimizi tren katarları götüremez." diyerek...Belki de M. Cioran "Nasıl bir uçurum kusursuzluğuna ulaşmışım ki düşecek yerim bile kalmamış." diyerek...
İşte, Faust'un ruhunu sattığıyla, O'nunla, sürekli masada arttırılan "sahteliklerle" oturduğum son pazarlıkta, bu sefer oyunu ben kazandım...Alpacino'nun Şeytan'ın Avukatı'ında filmi başa döndürmesine izin vermedim...On yedi yıldır çalıştığım kurumdan ayrılıyorum böylelikle. Kapitalizmin beni unutması en fazla on yedi dakika sürecek biliyorum, umarım öyle de olur...İnsanlar sebebini sorduğunda, kitaplığa baktım ve karar verdim diyorum. Bu bana Truva filmindeki bir sahneyi hatırlatıyor; Helen, Paris'in babasına, Kral'a der ki: 
" Benim yüzümden insanlar ölecek, kadınlar dul, çocuklar yetim kalacak. Bırakın beni geri döneyim." Kral ;  " İnsanlar yüzyıllardır bir çok sebep için savaştı, savaşacak ta. Aşk, bu nedenler arasında en değerlisi, en güzeli olacaktır." der ve oklar çekilir...