Kişi ‘Zaman dışı’ dır hep - Bu yüzden kendine zaman bulmak, çalmak zorundadır.
Kişi erteleyendir. Değerlendirmelerini; dolayısıyla ulaşacağı sonuçları; dolayısıyla vereceği kararları, dolayısıyla bulunacağı eylemleri, ve dolayısıyla, ne olacağını hep erteleyen.
Kişi hep, kendi yaptıklarıyla, olmayı istediği ‘kişi’ ile ‘kendisi’ arasında setler çeker.
Kişi ‘istem’ ile ‘olma’ arasında gidip gelen bir olumsuzluktur: Hep istemediğini olan; olduğunu hiç istemeyen - istemediğini hep olan; istediğini hiç olmayan - hep olduğu, hiç istemediği olan.
Kişi, susuyorsa, ya çok az şey biliyordur, ya da çok fazla.
Kişi, anımsadığıdır.
Kişi, kendini bir türlü bulamayıp, boyuna dünyayı ve nesneleri kurcalayandır.
Kişinin, kendi üzerine soruları arttıkça, yanıtları azalır. (Zaten tersi doğru değil mi: Kendi üzerine bütün yanıtları” bilen” kişi, kendini hiç sorgulamamış kişi değil mi ? Yani insanların çoğunluğu.)
Ölümdeki hiçlik, kişinin en öz varlığıdır.
Kişi, kendi dibine hiç ulaşamayandır - Boyuna suya dalan ama nefesi yetmeyerek, dibe ulaşamadan hep yeniden, yüzeye çıkmak zorunda kalan.
“Kişi,çıkar” yolu olmayandır: kişinin yolları”çıkmaz sokak”lardır.
Kişiyi kişi yapan, kendisine”sahip olması” ya da, sanki yoğun bir çabalama sonucu, kendisini “bulması”
değildir. - kendini aramasıdır; bu arama edimini de sürekli kılabilmesidir.
Kişi ancak kendi kendini atlatarak var olabilir; kendini tam ve sürekli bir bilinç içinde tutmaya çalışan kişi, ölümün kapısına dayanır… intiharın.
Bir insan”cinsi”nin özelliklerini yinelediği sürece kişi değildir - ancak yinelenemeyecek, yepyeni bir yanıyla ortalama ”genellik”ten ayrıldığı yerlerde kişi olabilir.
Her düşünme, kendi yalnızlığının içinden çıkarak gizlice, sonradan gelen yada sonrasından giden düşünme içinde konuşur.
Kişi, yaşamı boyu, bir yerde takılıp kalıp, yolda olduğunu sanabiliyor; yada, ters taraftan, sürekli yürüdüğü halde bir yerde durduğunu…
Önemli olan, bir yerde bulunmak değil, bulunduğu yerin bilincinde olmaktır; aynı şekilde, yolda olmak değil, yürüdüğü yolun bilincinde olmak.
Yer de, yön de, yol da, bilinçtir.
Bir yaşam, bir yönün bir yol olup olamayacağının deneme sürecidir.
Oruç Aruoba, 'Yürüme' kitabından...
26 Mayıs 2011
Şikayet !
Sanılmasın ki artık bir şey yazılmıyor, yazılmayacak... Var, var taslakta, aklımda bekleyenler ama 'blogger' yine siler diye korkuyorum...İnsan belli yaşlardan sonra böyledir, bir kere ağzı yandımı bir daha kolay kaynar süt içmez. 'Blogger' 12 Mayıs tarihli, gerçekten çok özendiğim, bitirdiğimde " oldu galiba" dediğim ve şimdi bir paragraf ile oturtamadığım uzun mu uzun bir yazımı sildi!!! Başka bir deyişle yazım 'bloggerın' alt yapı çalışmaları sırasında silindi ve yardım sitelerine kaç kez yazmama rağmen geri döndürmediler ve artık cevapta vermiyorlar...Artık beklemiyorumda...Dolayısıyla da buradan devam edip etmemekte çok kararsızım...O yüzden de bloğun renklerini beğenmememe rağmen, değişiklik yapılacak yerler olmasına rağmen elim kolum kalkmıyor...Yeni bir yere taşınmaya bile halim yok, o kadar...Ve zamanımda yok...
Benden tavsiye, yazılarınızı yedekleyin, ben öğrendim....
Bu 'bloggere' verdiğim bir şans, tolerans değildir. Sadece yorgunluğumdan faydalanıyor o kadar. Yoksa kızgın ve kırgınım artık...Benim gibi bu kadar az kırılan birini de kırabildi ya, yok başka diyeceğim...
11 Mayıs 2011
Okunacaklardan.
"...Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişmeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbirlerine giren şehirler yapmışlar aklım ermiyor? Birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?... "
Bu kitabı okumak istiyorum, yukarıdaki alıntıdan da ötürü hep aklımda tuttuğumdan da ötürü. Haziran bitmeden okuyacağım. Keşke yandaki halini bulabilsem...
"Havada Bulut" dizisi vardı bir zamanlar TRT'de, sanırım bu kitaptan bölümlerdi o dizi. Onu da izlemek istiyorum tekrar baştan sona, bulabilirsem. Çok güzel, çok dingin bir diziydi. Küçük kızın kovaya bakıp suda bulut görmesini hatırlarım hep...
Şimdi.
On beş yıldır ilk defa başka bir iş yapıyorum.
Dışarda yağmur yağıyor. Çok sessiz. Bir tek bir köpek havlıyor. Dağları sis kaplamış. Deniz gri ve kabarık. Ve köpekle gözgözeydik beş dakikadır. Şimdi de gök gürlüyor.Mutluyum ya. Mutlu.
Dışarda yağmur yağıyor. Çok sessiz. Bir tek bir köpek havlıyor. Dağları sis kaplamış. Deniz gri ve kabarık. Ve köpekle gözgözeydik beş dakikadır. Şimdi de gök gürlüyor.Mutluyum ya. Mutlu.
10 Mayıs 2011
Alıntı...
"Oysa bilmiyordum henüz insanın kendinden bile sıkılacağını..."
B.Uzuner " İki Yeşil Su Samuru, Anneleri, Babaları ve Sevgilileri."
B.Uzuner " İki Yeşil Su Samuru, Anneleri, Babaları ve Sevgilileri."
04 Mayıs 2011
İstatistiki Bilgi...
İki uygarlık arasında bocalayan, toplumumuzun yanlış tutumlarını, davranışlarını alaya alan eleştirel bir romandır. Yapıt, çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan Hayri İrdal'ın anıları şeklinde kurgulanmıştır. Hikayenin ana teması ; kahramanımız Hayri İrdal' ın bir vesile ile Halit Ayarcı ile tanışması ve o dönemde bütün ülkede büyük bir ilgi uyandıracak ikisini de çok zengin edecek, bir holding haline gelecek ve çok çeşitli yerlerde şubeleri açılacak "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü kurmalarıdır... Roman da Hayri İrdal'ın anılarını yazmaya karar vermesi ile başlar. Şöyle der Hayri İrdal: "...behemehal yazılacakları derinleştirmeye, hulasa bir yazıdan ve bilhassa hatırat cinsinden bir yazıdan samimilik denen şeyin istediği bütün sıkı şartları göz önünde tutarak, hadiseleri zihnimde sıralamaya çalıştım. Çünkü ben Hayri İrdal, her şeyden evvel mutlak bir samimilik taraftarıyım. İnsan her şeyi açıkça söylemedikten sonra neden yazı yazsın?..."
Çocukluğu saatçi Nuri Efendinin yanında geçen Hayri İrdal saatler ve insanlar hakkında konuşmalarla büyür. Nuri Efendiye göre: "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur." Yine demiştir ki Nuri Efendi bir keresinde "Sabır insan oğlunun tek kalesidir..."
Benim kitaba dair anlatacağım başka bir şey ama şunu yazmadan edemiyorum, Tanpınar'ın mı, Hayri İrdal'ın mı desem ama bir kadın için böyle de yazabilmişlerdir kendileri: "...Ve ben içimden, dostlarının hem geç kalmalarına, hiç gelmemelerine, hem bir an evvel gelip beni neredeyse boğacak olan bu saadetten kurtarmalarına dua ediyordum. O gece ilk defa Selma Hanımefendinin sade üslup, sade zarafet, sade iyi seçilmiş elbise, en latif duruş ve çıldırtıcı bir yığın gülüş olmadığını, ayrıca bir vücudu bulunduğunu, bu vücudun birinci sınıf bir kadın vücudu olduğunu, bu gemi ile dünyanın en güzel seyahatleri yapılabileceğini görmüştüm. Hiç bir saray aynası onun sırtı kadar güzel olamazdı, kolları ay ışığında gümüş ırmaklar gibi akıyordu..."
Saatleri Ayarlama Enstitüsü haliyle büyük bir kurumdu. Kurucularının ünü ülkeyi aşmış, yurt dışından gazeteciler tanışmak için geliyorlardı. Şirket merkezinde çok fazla çalışan yoktu, telefonlara bakan ve gerektiğinden Halit Ayarcının bazı raporlarını hazırlayan bile teyzesi idi mesela. Hayri İrdal bunu sorguladığında teyzem bu işi yapabilecek en iyi kişi gibi çeşitli lakırdılarla ikna etmişti zaten Halit Ayarcı onu...Bir keresinde teyzesinden şöyle bir şey istemişti Halit Ayarcı; "Büyükçe bir kağıda yanyana çubuklar çizelim, her biri farklı uzunluklarda olsun, uzunlu kısalı. Her birini farklı renklere boyayalım lütfen.Aman ha hiç eğrilik olmasın, hepsi dümdüz olsun yana yana ama uzunlukları farklı." Ertesi sabah teyzesinin harikulade çubukların üzerine rakamlar altlarına tarihler koyarak, şimdi hatırlamadığım şirket içi bir istatistiki bilgi için kayıtlara geçmesini istemişti. Hayri İrdal nasıl olur dediğinde ise, "hiç merak etme çok az, hemde tahmin edemeyeceğin kadar az istatistiki bilgi sorgulanır" Bir çoğu böyle çıkartılır, ayrıca kim hesaplayabilir ki en iyi bizden başka!
Bayıldığım ve bir o kadar inandığım bir kısımdır burası bu kitapta. Tüm bu istatistiki raporlamaların içinde olan biri olarak eminim ki rakamlar, tablolar bir şeyi anlatmaz, siz neyi anlatmak istiyorsanız onları öyle yaparsınız. Çabuk başarı elde edenler de işte o grafikleri kendi lehlerinde renklendirebilenlerdir. İstatistiki bilginin sapma payları vardır, ortalamalar alınır, küsuratlar yuvarlanır ve geriye kalan gerçekten çok uzaktır...Tanpınar'ın buralar dahil kitapta yaptığı ironiler, küçük hikayeler büyük bir hayranlık uyandırıyor bende...
Yine kitaptan; Halit Ayarcı;
-Size kendi hakikatinizi söyleyeyim. Artık dönemezsiniz. Çünkü hiç bir şeyden vazgeçemezsiniz. Bütün tenkidlerinize ve küçük görmelerinize rağmen rahat ve güzel bir karınız var, ayrıca bir metresiniz var ki çıldırıyorsunuz. Kızınız, oğlunuz için her zaman kendinizi fedaya hazır olduğunuza da eminim... Hiç bir şeyden ayrılamazsınız, nasıl döneceksiniz?
Hayri İrdal:
- Dönmek istemiyorum, dedim, sadece biraz daha makul...
Tekrar güldü:
- Makul... Makul... diye başını salladı. Hayır siz makulu aramıyorsunuz! O kadar budala değilsiniz. Aklın kendisi için işleyen bir cihaz olduğuna kaniyseniz o başka...Hayır sizin aradığınız başka bir şey.
- Ben doğruyu arıyorum. Yahut istiyorum, bir parçacık olsun...
- Doğru, ya bütün olur, ya hiç olmaz... Dostum, sizin bahsettiğiniz sağlam kıymetler ancak bir lokma , bir hırka yaşamaya razı olanlar içindir. Sizin gibi her şeyi ve hepsini birden isteyenler için değil! Bütün ve halis şahsiyet her şeyden evvel kendisiyle yetinmeyi icap ettirir.
Bir tekme ile bütün iç dünyamdan uzaklaşmıştım.
- O kadarını isteyen yok dedim.
- Demek pazarlığa geliyorsunuz! Ama bu iş, pazarlığa gelmez! Bu masada biri de, bini de kazanan hep aynı şeylerin üzerinde ve sonunda kaybetmek üzere oynar! Oyuna girdiğiniz anda onu kaybettiniz demektir. Fazilet pazarlık götürür mesele değildir...
Bir diğer konu değinmek istediğim; yukarıda gördüğünüz kitabın eski baskısının kapağı. Saat ve kitabın içeriğini bir parça anlatabiliyor. Modern ve eskinin buluşumu, insan ruhunun zincirlerini gibi. Bu yandaki ise yine dergah yayınlarının yeni baskısı; ne kadar da yaratıcı Tanrım siminin içinde satt geçen bir kiatbın kapağını saatle donatmak! Bir de kitabın İngilizce baskısına Penguen yayınevinin yaptığı baskıya bakın...
01 Mayıs 2011
Korkaklar...
Korkarız. Biz korkaklarızdır. Yanımıza yaklaşıldığında söyleneceklerden korkarız. Hayatta nelerin var olageldiğinden korkarız. Bize söylenenlerle ne yapacağımızdan korkarız. Ne cevap vereceğimizden korkarız. Cevabımızla neler olabileceğinden korkarız. İçimiz titrer korkaklıktan, sonra nasıl başa çıkarız olanlarla, onlardan korkarız...Sarhoş olmaktan korkarız, kendimizi kaybetmekten korkarız. Kendimizi kaybettiğimizde ortaya çıkacaklardan korkarız. Kendimizden korkarız...Kendimizin görünmesinden korkarız. Görüneceklerden korkarız. Görmelerinden ve geri dönmelerinden korkarız. Geri dönüp bulmalarından korkarız. Sakladıklarımızı bulmalarından korkarız. Bulduklarında yapacaklarından korkarız. Onlar gibi olmamaktan korkarız. Aynı olmamaktan, benzer olmamaktan, beğenmemelerinden, sevmemelerinden korkarız...Saçmalarız...Sevmediklerinde var olmamaktan korkarız. Saçmalarız...Bize yapacaklarından korkarız. Duvarlarmızı yıkacaklarından, içeri gireceklerinden, içeride kalacaklarından, hiç gitmeyeceklerinden, onlarla ne yapacağımızdan, korkarız. Yaşamaktan korkarız demek istemiyorum, yaşamak ne demek diye soruyorum çünkü kendime : Ne demek ki korkuyoruz bu kadar. Boşluk, boşluktan korkarız, bir "tanıdığın" şu tanımına bayılıyorum : " boşlukta boşu boşuna "...
Ne demektir "tanıdık" mesela...Tanımış olmak... Ne saçma. Ne zaman , ne kadar tanıyabilir ki insan "birini". Böylesine korkaklık içinde...Ölümden korktuğumuz kadar korkmuyor görünürüz yaşamaktan, oysa yaşamayız ama ölürüz tüm ölümlülükle, olduğu gibi, tamamen...
Michelangelo 'nun David'inin eli... ...Heykelin hiç bir yerine şaşırmamışımdır da,(?) elindeki bu damar görüntüsünün mermerden oyulabilmiş olmasına şaşırmışımdır...Resmi bu nedenle özellike çekmişimdir ki bu resim orjinal David heykelinin resmi değildir...Orjinali" Accademia dell'Arte del Disegno" (Tasarım Akademisi ) kısaca" Acedemmia ", Floransa müzesindedir...Bu da aynı akademinin öğrencilerinin yaptığı yine iyi bilinen bir kopyasıdır...Michelangelo aynı zamanda bu heykeli mükemmel "insan oranı" olarak betimlemiştir. Aynı zamanda "erkek formu" olarak baz almıştır.
Korkarız işte şaşırmaktan korkarız...Şaşırıp kalmaktan korkarız...Bunun gibi güzelliklere bakıp şaşırdığımızı göstermekten bile korkarız...Konuşmaktan korkarız, konuşunca söyleyeceklerimizden korkarız , söyleyeceğimiz her şeyin fazla olmasından korkarız...Her fazla olanın bizi bulacağından korkarız...Dengesizlikten korkarız, dengemizin bozulacağından, aynı aynılığı bulamayacağımızdan korkarız...Aynı olamadığımızda olacağımız şeyden korkarız...
Ne demektir "tanıdık" mesela...Tanımış olmak... Ne saçma. Ne zaman , ne kadar tanıyabilir ki insan "birini". Böylesine korkaklık içinde...Ölümden korktuğumuz kadar korkmuyor görünürüz yaşamaktan, oysa yaşamayız ama ölürüz tüm ölümlülükle, olduğu gibi, tamamen...
Michelangelo 'nun David'inin eli... ...Heykelin hiç bir yerine şaşırmamışımdır da,(?) elindeki bu damar görüntüsünün mermerden oyulabilmiş olmasına şaşırmışımdır...Resmi bu nedenle özellike çekmişimdir ki bu resim orjinal David heykelinin resmi değildir...Orjinali" Accademia dell'Arte del Disegno" (Tasarım Akademisi ) kısaca" Acedemmia ", Floransa müzesindedir...Bu da aynı akademinin öğrencilerinin yaptığı yine iyi bilinen bir kopyasıdır...Michelangelo aynı zamanda bu heykeli mükemmel "insan oranı" olarak betimlemiştir. Aynı zamanda "erkek formu" olarak baz almıştır.
Korkarız işte şaşırmaktan korkarız...Şaşırıp kalmaktan korkarız...Bunun gibi güzelliklere bakıp şaşırdığımızı göstermekten bile korkarız...Konuşmaktan korkarız, konuşunca söyleyeceklerimizden korkarız , söyleyeceğimiz her şeyin fazla olmasından korkarız...Her fazla olanın bizi bulacağından korkarız...Dengesizlikten korkarız, dengemizin bozulacağından, aynı aynılığı bulamayacağımızdan korkarız...Aynı olamadığımızda olacağımız şeyden korkarız...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)