26 Şubat 2015

Sayıklamalar XIV

Kaç yıldır uğraşıyoruz bu illetle ben bilmiyorum. Hangi yöne çevirsem kafamı bir tarafından tutuyor birinin vücudunu. Tuttu mu da bırakmıyor. Ne efsaneler dolaşıyor. Yok, ilaç şirketlerinin işi, yok buldular da söylemiyorlar, yok dahada bulamazlar çaresini, vesaire vesaire. Tıpçı değilim, lakin zaman zaman düşünürüm. Zor bence de. Nedenini bilmediğin bir şeyle nasıl mücadele edeceksin?  Ne zaman, nasıl hangi sebeple oluşuyor bilmiyoruz ki. 

Bugün güzel güzel yıllardır yaptıkları gibi yavaşça bölünen hücreler, birden hızla çoğalmaya başlıyor. Hızına kendileri de yetişemiyor. Top halinde kalıveriyorlar orada. Bu sefer diğerleri ürkmeye korkmaya başlıyor. Daha düne kadar yan yana şarkı söyledikleri hücreler kararmış, toplanmış, ve dahi motor takmış misali çoğalmaya devam ediyor. Yer kalmayınca hoop başka tarafa zıplıyorlar. Orada, sakin yaylalarında yaşayıp hazır dertleriyle tıngır mıngır uğraşan hücrecikler neye uğradıklarını şaşırıyorlar. İnsanın kendilerine hiç yardımcı olmayan pervasız şımarıklıkları ile mi  uğraşsınlar, bu, bir yandan eski bir tanıdık gibi gelen, bir yandan ne idiğü belirsiz yeni gelenlerle mi? Eh, her şeyin de bir dayanma sınırı var tabii. Olmadı beyin yettiniz deyip kendini kapatıyor. 

Hatırlamadığım yıllardan beri, bu birden çoğalan hücrelerin üstlerine yükleniyorduk. Kafalarını mı ezmedik kemoterapilerle. Bulundukları yeri bulup kesip mi atmadık, üstüne yine bilumum terapilermi uygulamadık, savaştıkça savaştık. Olmadı. Yenemiyoruz. Neden çoğaldıklarını anlamadıkça, nasıl durduracağımızı da bilemiyoruz. Bir çare bulmuşlar: "immunotheraphy". Basitçe; hücrelerle daha güçlü savaşabilmesi için normal olan hücreleri güçlendirmek. Şu an bazı türlerde oldukça başarılı, bazılarında kayda değer başarılar alınıyormuş. 

Tuhaf bir heyecan yaratıyor bu sonuç bende. Henüz doğru yerlerle bağlayamıyorum, ama bağlanabilecek çok doğru yerler varmış gibi hissediyorum. Biliyorum aklıma gelecek. İki benzerin (normal hücreler-anormal hücreler) savaşına insanoğlu ne yapsa karışamadı. Biri bu cümle mesela, ama yine bağıntısız.  Aynı şey Dünyalar Savaşı adlı filmde de vardı. Bu sefer uzaylılarla değil Amerika, tüm dünya savaştı, olmadı. Tam yenildikleri sırada insanoğlunun iki gün yatıp atlattığı grip mikrobu uzaylıları alt etti. Dünya, bakterilerini hareket geçirdi, hastalığı yaydı ve uzaylılar aksırıp, tıksırarak yığıldılar. Bazı şeylerin zamanı, dengesi, sırası, sahibi, bir şeyi var... Kral Süleyman'ın dediği gibi; "Her şeyin bir zamanı, gökler altında her işin bir vakti var." Bir şeyler var da henüz tam anlayamadım. Ya da anlamsız pek çok şey gibi... Bakalım... 
***
Bu arada, geçen gün okulda, 'pdf' dosyasını 'jpeg' formatına çevirmem gerekiyordu. Çok da acelem vardı. Telaşla yanımdakine dönüp, "Pardon, nasıl oluyor biliyor musunuz," dedim. "Google' a sorun, çıkar," dedi. Yüzüne bakıp, "Doğru", dedim. O da, doğru bir söz söylemenin gururu ile bilgisayarına döndü. Bana sorsalar bir kaç çeşit cevabım olabilirdi: "Maalesef bilmiyorum.", "Biliyorum, ama şu an hiç vaktim yok, biraz uzun bir işlem, üzgünüm. Google'da vardır sanırım, bir bakın isterseniz.", "Hımm, bir bakayım." Google'dan da öğrenmedim cevabı. Çok daha kolay hallettim. Bir an kızıyorum o kişiye, bir an kimse kimseye kendimiz gibi olmak zorunda değil diyorum. Olmasında zaten. Ben daima kendime kızarım. 

23 Şubat 2015

Ey Hırsız!

"...Ter döküyor dört duvar ter
Bense beklerim bir gün mutlaka
Ters dönecek anahtarlar bir gün..."
Aysel Gürel

Derler ki; geceyarısından sonra sokağa çıkmayacaksın, çıksan da ya örtüneceksin tebdili kıyafet, ya yanına üç çocuk alacaksın, ki yürümenin 'anlamlı' bir sebebi olsun. Üstüne çöp atarlar, kirlenirsin neme lazım.  
Kapını bacanı kilitleyeceksin, alttan iki üstten üç en az, varsa sürgüyü çek, yoksa yaptır bir zahmet. Hırsız girer alimallah. 
Ağzını, dilini tutmasını bileceksin, büyüğün yanında aksini demeyeceksin, küçüğün yanında küçük olduğunu koca koca demeyi marifet bileceksin.
Eline geleni değil, ellerin istediğini yazacaksın, yazacaksın ki oturduğun koltuk kıçına yapışmaya devam etsin. Etsin ki mezarına götürebilesin.

Haksız olacaksın her daim. Hiç,  bekledim, geldim, gittim, eyledim, demedim, dedim, sevdim demeyeceksin. "Biliyordun", olacak her duyduğun cümlenin önünde zaten. Bin yıllık Truva'nın duvarlarını on yıl uğraştıktan sonra yıkan neydi hatırla; kapılarının açık olması... 
Hiç kabahati olmayacak hırsızın... 
Ve haksız olmayacak ahali, ne hırsızı ne el-alemi değiştirebildiğin bu gezegende. 




20 Şubat 2015

Yorum Farkı

Üslup farkı... Algı Yönetimi...

Big in Japan; Alman grup Alphaville' nin 1984 tarihli Forever Young albümünde bulunan, sahneye ilk çıkış şarkılarıdır. Dünya çapında büyük sükse yapmış, kluplerin en çalınan parçası seçilmiştir. 70'lerden sonra doğanların hatırlayacağına eminim.
İlk video Norveçli Ane Brun'un yorumudur. 2008 yılı Changing of the Seasons albümünde söylemiştir.

Şarkının ismi, Big in Japan (Japonya'da büyük) batılı müzik grupları arasında kendileri ile dalga geçmek, ya da diğer grupların onlarla dalga geçme için kullanılan bir deyimdir. Batılı bir grubun Japonya'da tanınan büyük bir grup olması, dünyanın geri kalanında, batıda, tanınmaması anlamını taşır. Scorpions, Queen gibi gruplar bu deyimden çekinmiş, kendi ülkelerinde ünlü olmadan Japonya'da duyulmak istememişler, albüm satışlarını ve konserlerini önce batıda, kendi ülkelerinde yapmışlardır. Hatta kendi ülkelerinde ünlü olduktan sonra Japonları küstürmüş, onların da ilgileri azalmıştır.
Diğer yandan başka gruplar da, söz yerindeyse bu deyimden yararlanmışlar, kendi lehlerine çevirmeye çalışmışlardır. Japon gençliğinin ilgisine, kalbine ve müzik piyasasındaki yerlerine önem vermiş, önce orada ünlü olmuşlardır. Şarkı başlık isminin anlamı da giderek, Japonya'da yükseksen her şey kolaydır... şeklinde değişmiştir...

Ane Brun'un yorumu da bu değişmiş anlamı desteklemiyor mu?

Big in Japan, Ane Brun, 2008 


Big in Japan, Alphaville, 1984 

17 Şubat 2015

"Daha fazla param olsaydı"*


- Tutuklanmanız ihtimaline karşı her şeyi açıklayan bir mektup yazdık, Bütün işçiler imzaladı.
- Teşekkür ederim.
- İbranicedir. Talmud'dan. Der ki; Kim bir insanın hayatını kurtarırsa, bütün dünyayı kurtarır. 
- Keşke daha fazlasını çıkarabilseydim (kurtarabilseydim.) Keşke daha fazlasını kurtarabilseydim, bilmiyorum. Keşke... 
- Oskar, Onlara bir bak. Orada, senin sayende yaşayan, bin yüz kişi var.
- Eğer daha fazla param olsaydı, daha fazla harcardım. Bilemezsin.... keşke daha fazla olabilseydi...
- Senin yaptıklarından dolayı bir nesil var olacak.
- Yeterince bir şey yapamadım.
- Çok fazla şey yaptın...

14 Şubat 2015

İki Ayna: Hayat ve Sanat

"Biricikliğin yalnızlığı insanoğlunun temel öyküsüdür”
“İnsanoğlunun dünyaya gelirken attığı ilk çığlıkla, o çığlığın kendisinden çıktığının farkına varması arasında geçen zamanda başlar öykü. Var olduğunu bildirmenin, dünyaya seslenme ihtiyacının öyküsü… Çığlığıyla duyurdu varlığı artık buradadır. Biridir. Öyküsü olan biri. Hepimizin hayatı biriciktir. Dünya kurulalı beri yaşamış milyarlarca insanın her birinin hayatı biricik. Biricikliğin yalnızlığı insanoğlunun temel öyküsüdür.
Çığlığıyla sesini keşfeden insanoğlu zamanla dilini keşfeder, duygularını, düşüncelerini ifade etme ihtiyacıyla sesini söze dönüştürür, kelimelerden ikinci bir dünya yaratır kendine dünya içinde, ardından sözü sanat kılan yolları, araçları, tartımları, işaretleri keşfeder. Başlangıçtaki sadece hayatta kalma mücadelesi zamanla yaşadıklarını kayıt altına alma gerekliliğine evrilir. Dünyayı anlama, varoluşu anlamlandırma, yaşamı süsleme ihtiyacıyla söylemek, anlatmak, betimlemek, ifade etmek, göstermek, resmetmek, eylemek, işaret bırakmak ister. Sanat, insanoğlunun varoluş kayıtlarıdır. Her biricik olan, bu yolla kendinden sonrakilere hem kendisinin, hem insan tekinin biricikliğini hatırlatır. İçine kapatıldığı biricikliğin duvarları bu yolla hem aşılır, hem de sahibinin sesi ve parmak iziyle sağlamlaştırılır. Karşılıklı yerleştirilen iki ayna gibi sanatla hayat, birbirlerini besleyip, birbirlerini yansılayarak sonsuza dek imgelerini çoğaltır.
Tıpkı insanın doğasında olduğu gibi, ilk çığlıktan bu yana sesin, sözün de varlığını sürdürme güdüsü vardır. Sanatsal türler, doğada bulunan canlı türlerini andırırcasına yaşamlarını, biçimlerine, formlarına borçludurlar. Kendilerini tanımlayan tür özelliklerini koruyup, değişen koşullara göre biçimlerini yenileyerek varlıklarını sürdürürler. Öykünün, şiirin, romanın, tiyatronun, kısacası sanatın günümüzde öldüğünü söyleyenlerin doğayı da, insan doğasını da yeterince tanımadıkları söylenebilir. “Varoluş” ile “kayıtları” arasında insanlık tarihi boyunca gelişen kopmaz bir bağ oluşmuştur artık. Sanat, bir varoluş sorumluluğudur.
Kim olursak olalım, nerede ve nasıl yaşarsak yaşayalım, hepimizin bir tek hayatı vardır. Herkesin ömrüne mühürlenmiş tek bir hayatı. Edebiyat ve sanat, bizi o biricik olan hayatımızın dışına çıkararak bize başka hayatların ve varoluşların kapılarını açar, bizimkine benzeyen ve benzemeyen öykülerle tanıştırır. Bizi başkalarının yerine geçirerek çoğaltır, ruhumuzu, aklımızı, iç dünyamızı zenginleştirir. Başkalarını tanıdıkça yabancı dediklerimize, öteki, hatta düşman bildiklerimize karşı duyduğumuz korkuları yeneriz. Edebiyat, dünyayı farklılıkların zenginliğinde, benzerliklerin ortaklığında buluşturup yeryüzünün dört bir yanına dağılmış insanları birbiriyle kaynaştırır. İyi edebiyat bize içgörü kazandırırken zevkimizi inceltir, ruhumuzu soylulaştırır.
İçinde yaşadığımız toplum barındırdığı sırlarla herkes için bir anlamda buzdağıdır. Gündelik yaşamın “görünür” kuralları içinde yaşarken, buzdağının bize “göründüğü” kadarıyla yetiniriz. İyi edebiyat bize bu buzdağının sırlarını açar. Sayfaların arasından vuran aydınlıkta dünyayı, hayatı, insan ilişkilerini başka türlü kavrar, o güne değin bize öğretilmiş, ezberletilmiş, dayatılmış olan olguları gözden geçirme, değerlendirme, sorgulama fırsatları yakalarız. Değişimin, dönüşümün, yenilenmenin, yerine göre kendini yeniden inşa etmenin kapılarına açılan fırsatlardır bunlar.
Bildiğiniz gibi öykü ve öyküleme sanatı, Batı’da ve Doğu’da farklı kültürlerin çeşitli ifade etme yollarından, anlatı biçimlerinden, farklı kurmaca tekniklerinden geçerek günümüze gelmiştir. Dünya öykücülüğünün XIX. yüzyılda ulaştığı modern forma gelene kadar kat ettiği yolun kuşbakışı bir dökümünü yapacak olursak, ilk akla gelen örnekler olarak, İlyada, Gılgameş Destanı, Mahabbarata, Bin Bir Gece Masalları, Decameron Hikâyeleri, Canterbury Hikâyeleri, İlahi Komedya, Dede Korkut Hikâyeleri, Şehname, Hoffmann’ın Masalları, Taşbaskısı Halk Hikâyeleri, Cenk Hikâyeleri, Edgar Alan Poe, Mauppasant, Çehov öykücülüğü sayılabilir. Biz, Emin Nihat Bey’in Müsâmeretnâmesi’ne vardığımızda, öykünün soyağacını üstüne simlerle işlenmiş bu adlar ışıtıyordu.
“Öykü gücünü yoğunluğundan alır”
Sanatın ve edebiyatın gücünü, önemini bunca vurgulamam boşa değil. Çünkü bugün kutladığımız “dünya öykü günü”, yazınsal metin değeri kazanmış öykülerin günüdür. Öykü her yerde vardır. Anlatılan, söylenen, rivayet edilen, aktarılan, uydurulan, yaşanan, hayal edilen, çarpıcı, sarsıcı ya da sıradan sayıma gelmez nice gündelik öykü arasında yaşarız. Ancak çağına uygun bir yaklaşım ve anlatımla iyi yazılmış öykülerin bükülmez direnci kendi zamanını aşarak geniş zamanlara ulaşır.Öncelikle bir düzyazı türü, bir anlatı sanatıdır öykü. Ama dönemine, yazarına, içinde var olduğu kültürel coğrafyaya göre zamanla farklı biçimlere evrilerek, disiplinlerarası ilişkilerle zenginleşerek kendi içinde çeşitlenmiştir. Çoğunuzun bildiği gibi bir ince kuyum sanatı olan öykü gücünü yoğunluğundan alır. Malzemesini seyrelterek, damıtarak, haddeden geçirerek saydamlaştırır. Ele aldığı olguyu içeriden aydınlatarak tözünün görülmesini amaçlar. Bu nedenle her iyi öykü, okurun alımlama ve algılama payı için ışık ve gölge dengesi sağlam kurulmuş doğru bir aydınlatma düzenine sahiptir.
“İyi bir öyküde hem şiirden hem fotoğraftan izler taşır”
Bazı öyküler olay aktarımına ya da olaysızlığa, deneme ya da röportaj tekniğine, atmosfer kurmaya ya durum yaratmaya yaslanır. Bazı öykülerse gözlem belgelemeyi, durum betimlemeyi ya da çeşitli tipler sergileyip portreler çizmeyi amaçlar. Bir olgu, bir izlek, bir düşünce ya da duygu etrafında çatılmış öyküler de vardır. Ama tümü de öykü sanatının doğası gereği okurda bir seziş, bir duyumsayış, bir uyanış yaratmaya çalışır. Kahramana ya da okura, bazen ikisine birden yaşatılan “aydınlanma ânı”yla, okurun algı düzleminde farklı bir kavrayış eşiği yaratmayı ümit eder.Öyküyü, damıtılmış bir yoğunluğa, yoruma açık anlam katmanlarına sahip olması nedeniyle şiire, yaşanılan ânı dondurup cilalayarak sonsuzlaştıran yanıyla da fotoğrafa benzetenler olmuştur. Sahiden de iyi bir öykü hem şiirin derinliğinden, hem fotoğrafın yaşamı belgeleme gücünden izler taşır. İfade sanatları dillendirilmiş hayatlardır. Öykü de gerçekliğini kendi iç kurallarından, malzemesini ise hayattan alır. Bu nedenle yaşadıklarımızı, düşlerimizi, hayallerimizi, duygularımızı, gözlemlerimizi, izlenimlerimizi metne mühürlenmiş sözcüklere emanet eder, yarınlara ulaşmasını ümit ederek sonsuzluğa bırakırız. 
“Öykü bir edebiyat kıymetidir”
İster varoluşun ontolojik sorunlarıyla boğuşsun, ister insan ilişkilerini ya da sınıf mücadelesini konu edinsin, edebiyatın kendisi özünde bir hakikat ve adalet arayışıdır. En ümitsiz, nihilist, kara ruhlu yazarın bile kaleminde saklanmış bir gelecek tasavvuru, bir yarın ümidi vardır. Öykü bir edebiyat kıymetidir.
Benim için iyi bir edebiyat okuru, aynı zamanda öykü seven okur demektir. İyi bir öykü düzayak açıklamalara indirgenemeyen, çiğ ışıkta dağılıp çözülmeyen kendine özgü bir büyüye sahiptir. Konusunu iyi bildiğimiz, kişilerini tanıdığımız öyküleri yeniden dönüp okuma isteğimizde o büyüyü yeniden yaşamak arzusu yatar. O büyünün içinde pek çok şey vardır: Dilin lezzeti, sözün derinliği, yaratılan atmosferin etkisi, ayrıntıların gücü, metnin sugeçirmez dokusu, hayal gücümüzü kışkırtan tasarlanmış boşluklar ya da sessizlikler, okurun algı sahasına bırakılmış, her okuyuşta yeniden anlamlandırılabileceği ipuçları… Kuşkusuz bu çeşit iyi bir öykünün tadına gündem takipçisi kitap tüketicileri değil, has edebiyat okurları varır.
Öykünün geleceği sözün geleceğidir. Dünyanın neresinde olursa olsun, sözü, meselesi, estetik kaygıları olan edebiyat, insanın aklını, ruhunu zenginleştirmeyi, içini güçlendirmeyi, her tür karanlığına direndiği dünyayı güzelleştirmeyi ve okuruna ancak iyi edebiyatın verebileceği hazzı vermeyi sürdürecektir.
Dilerim ülkemin öykücülüğünde de yakın ve uzak tarihimizin gömülü kalmış hikâyeleri, sırları, yeterince dillendirilmemiş gerçekleri, seslendirilmemiş hayatları, yasak bilinmiş aşkları bundan böyle daha çok yerini alır.
“Giderken ardınızda bıraktıklarınız güzel olsun”
Öykücülüğümüzün köklü geleneğini bugüne bağlayan köprüde pek çok yazarın adı, yıldızı ışıyor. Geçmişten günümüze öyküleriyle elimizden tutan öncüleri, ustaları, zamanında kadri bilinmemiş kıymetleri şükranla anıyor, edebiyatın öykü takımadasında yıldızı parlayan genç öykücüleri dostlukla selamlıyorum. Dünya öykü gününüz kutlu olsun!
Güzel öyküleriniz olsun!
Okuduklarınız, yazdıklarınız, yaşadıklarınız güzel olsun! Günü geldiğinde, giderken ardınızda bıraktıklarınız güzel olsun!”
- Murathan Mungan, 14 Şubat Dünya Öykü Günü bildirgesi. (Kaynak: www.harfvolver.com) 

10 Şubat 2015

Mavi Fotoğraf

Bu resim, bu İnternet sayfasını ilk açtığımda kullandığım başlık fotoğrafıydı. Bir yerde görüp telefonuma kaydettim ama şimdi nerede bulduğumu da hatırlamıyorum. Google'a sordum, kime ait olduğunu da bulamadık. Görünce; çok eski bir arkadaşımı görmüş gibi oldum. Ne tuhaf... Dile kolay; tam altı yıl önce bu foroğraf üzerinde ne çok uğraşmıştım. Yok, dikdörtgen hale getireceğim, yok başlığın altına koyacağım, yan taraftan kırpacağım, yok üstten daraltacağım vs vs... Eski dost düşman olmazmı denir, eski aşklar iz bırakırmı denir, insan bir kere sevince hep severmi denir bilmiyorum ama hala aynı beğeni ve hüzünle bakıyorum fotoğrafa... Kim çekti acaba?



07 Şubat 2015

Esaret...

Özgürlük, duvarların dışında olmak demek değildir. 
Yaşadığımızın ve öldüğümüzün farkında olmaktır özgürlüktür.



04 Şubat 2015

Yazanlar...

Stanley Kubrick'in yönettiği artık bir klasik olmuş Otomatik Portakal filmini bilenler bilir. Merak edenler için kısa bilgi burada. Bir arkadaşım filme konu olmuş romanını okuyor bugünlerde. Şahsen kitabını okumamıştım, kitabın arkasına önüne şöyle bir göz attım; yazarın yazma deneyimini okuyunca şaşırdım. Ey hayat, sen nelere kadirsin... 




Biliyor muydunuz, ben de bugün öğrendim; Orhan Veli'nin edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar'mış. Ben de lisede edebiyat öğretmenimden etkilenip edebiyat okumak istemiştim. Olmadı. Şimdi anlıyorum nedenini... Şaka bir yana, Tanpınar'ın Orhan Veli'nin yazması ve yazdıklarını yayınlatması konusunda epey etkileri olmuş. Ne güzel! 
Ve böyle güzel kelimeler bulan birinin 36 yaşında ölmesi ne fena... Böyle, erken ölümlere üzülünce, yaşasaydı daha kötü günler görecekti belki, belki hayat ona iyi davranmıştır böylelikle derim... Konunun gelişine alakasız oldu biraz ama çoğu şeyde öyle değilmi; gelişi başka, gidişi başkadır. Hayat gibi... 

01 Şubat 2015

Uykucu Çiçek

Çok uzak ülkelerin birinde bir kız çocuğu varmış. Tıpkı senin gibi -Benim gibi mi? -Evet, tıpkı senin gibi siyah gözlü, beyaz yüzlü, kırmızı yanaklı, siyah saçlı. -Kimlerle yaşarmış? -Dur anlatıyorum.
Bu küçük kız, her sabah çok geç uyanırmış. Çünkü akşamları geç uyurmuş. Annesi sinirlenir, -neden erken kalkmıyorsun kızım, bak diğer çocuklar çoktan dışarıda oynamaya başladı, diyerek bu küçük kıza söylenirmiş. -Çok mu kızarmış annesi? -Evet, kızarmış. -Döver miymiş? -Hayır, dövmezmiş ama geç kalkıp geç uyuduğu için büyümeyeceğini düşünür ve üzülürmüş, ondan kızarmış. -Büyümez mi çocuklar uyumazsa? -Bazen büyümez. Hadi dinle, devam ediyorum. Bu kızın adı Çiçekmiş. -Kıhkıhkıh. -Ne oldu? -Çiçek diye isim olmaz ki? -Neden olmasın? -Çiçeklerin adı olur.Kızlara çiçek mi denir? -Çiçek adı demek, bütün çiçeklere benziyor demektir. Olur tabii. -Hiç duymadım ki ben. -Şimdi duydun işte. Masal dinleyecek misin, dinlemeyecek misin? -Tamam, dinleyeceğim, çünkü uyumayacağım, kıh kıh kıh. -Peki. İşte, bu Çiçek, akşam karanlık olunca yatağına girermiş uyumak için. İçinden; sabah erken kalkacağım, ben de büyüyeceğim herkes gibi, der uyumaya çalışırmış. Tam gözlerini kapatacağı sırada tıkır tıkır bir ses duyarmış. -Ne sesi? -E, susarsan anlatacağım. -Böyle, tekerlek döner gibi bir sesmiş. Tıkır tıkır tıkır... Sanki içeride küçük bir araba kendi kendine hareket ediyormuş. Gözlerini açmış; her yer karanlık. Duvarda hafif bir aydınlık, oda sadece yorganı, yastığı bir de ellerini aydınlatıyor. Elini uzatmış, kanepe yerinde. Yatağının yanındaki kocaman oyuncak bebeği yerinde, yerdeki halı yerinde. Gözünü kocaman açarak pencereye doğru bakmış, pencere yerinde. Ses yine de devam ediyormuş. -Ayhh! - Korkma korkma, bir şey yok, sadece tıkır tıkır ses. Belki de rüyadır değil mi? -Rüyasında mıymış? -Daha bilmiyoruz, dur bakalım.

Çiçek, en sonunda ayağa kalkmış, daha doğrusu yatakta doğrulmuş. Ayaklarının yanında bir de ne görsün? -Ne? -Küçük bir fare tıkır tıkır Çiçek'in elbisesini yiyormuş. -Aa!. -Yaa, fare birden durmuş Çiçek'i görünce. Hızla kafasını sağa sola çevirip, dolabın arkasına gidivermiş. -Çiçek ne yapmış? -Ne yapacak, öylece donmuş kalmış. Elbiseye üzülmemiş aslında. Farenin ne kadar aç olduğunu düşünüp üzülmüş. "Annee," diye seslenmiş. "Acıktım ben," demiş. "Azcık ekmek verir misin?"
Annesi söylenerek gelmiş içerden; kızım sofrada yemek yemiyorsun, sonra acıkıyorsun, al bakalım diyerek bir parça reçelli ekmeği uzatmış Çiçek'e. Çiçek, "tamam yiyeceğim, sen git," demiş, huysuzca. Annesi de iyice huysuzlanmasın diye başında beklememiş neyse ki. -Kıh kıh, benim gibi, oda az yemek yemiş. -Ya, evet senin gibi. Sonra Çiçek, yavaşça ekmeği dolabın önüne koymuş ve yatağa, geriye doğru çekilmiş. Beklemiş, ne kadar beklemiş bilemiyormuş ama, fare dolabın arkasından çıkıvermş ve ekmeği hızla kendine doğru çekmeye başlamış. Hızlıca yemiş ve kaybolmuş. Çiçek, farenin ne yapacağını merak edip biraz daha beklemiş, dolabın arkasına bakmaya başlamış ama fare çıkmamış artık.

Artık her gece, Çiçek faresini besliyormuş. Annesi her zaman hayvanlara iyi davranın ve onlara yiyecek verin dermiş. O da farenin aç kalacağını, büyümeyeceğini düşünür, üzülüp beslermiş. Geceleri geç uyuyormuş çünkü fare nedense erkenden çıkmıyormuş dolabın arkasından, o da ekmeği yediğinden emin olmak için ellerini dizlerine koyup, kafasını duvara dayar, uyumamak gözlerini kocaman açarak, bekliyormuş. Her akşam sofradan ekmek kaçırıyor, bazen bir şey süremiyor ama farenin hepsini yediğini görünce seviniyormuş. Bu yüzden de sabahları geç uyanıyormuş işte. -Şişşt, uyudun mu? -Yok, gözümü kapattım. -İyi, uyu hadi. -Keşke benim de farem olsa. -Ama o zaman sabahları kedini besleyemezdin, senin kedin var. Kedinin sabahları süt içmesi gerekiyor, o yüzden de senin erken kalkman gerekiyor, tamam mı? Hadi uyu. -Senin faren var mı? -Yok, neden? -Sen de geç yatıyorsun. -Büyükler büyüdüğü için geç yatar. Hem fareleri sadece çocuklar besler. Hadi...