"... Bazen çok aptal olduğumu farkediyordum. Bazen bir çoklarının da çok aptal olduğunu ama onların bunu farketmediklerini... Mesela senin en hayran olduğum yanının, sakinliğinin, aslında beni görmemezliğinden geldiğini anladığımda, her şeyin aydınlanması şimdi beni akıllı gibi gösterse de hatıralarda aptal kalmamı değiştirmediğini de anlıyordum. Ne önemi var ki deme, önemli hatıralar, geriye ne kalacak ki biz gittikten sonra. İnsan insandan gittikten sonra ne kalıyor ki geriye. Hatıralarımızın aynı olmaması sana da tuhaf gelmiyor mu? Taş aynı taş değilmiydi bastığımız, çimen aynı çimen, gökyüzü aynı gökyüzü değil miydi baktığımız, bana tuhaf geliyor şahsen... Biliyorum tabi canım, hayat da görecelidir zaman gibi - ben seni denemek için soruyorum- biliyorum farklı algılar insan taşı da çimeni de farklı baktığından gözleri, farklı yazılır hatıraları da böylelikle. Gördün mü daha akıllıyım artık..."
29 Mayıs 2013
26 Mayıs 2013
Özeleştiri
Toplumların diğer toplumlar hakkında doğru ya da yanlış genel yargıları vardır.Tıpkı çevremizdeki insanlara olduğu gibi. Uluslararası ünlü eğitimci, bence ününü hakeden nadir kişiliklerden, Sir ünvanına sahip İngiliz Ken Robinson diyor ki; " İngilizlerin mesafeli oldukları söylenir. Bu ilginç bir yaklaşımdır çünkü girdiğimiz her ülkeyi istila etmişizdir... "
Benim de vardır önyargılarım. Amerikaya olan ön yargımı kendim eleştirdim bir müddet. Sanki "kibrin" topraklarında doğmuş olduğunu hissediyor, bu yüzden sevmediğimi düşünüyordum. Neden sevmediğimi anladım : Merhametsizler... Yüreklerinde merhamet yok, bu yüzden korkaklar, bu yüzden benciller, narsistler, bu yüzden yalnızlar ama yalnızlığı tercih ettiklerini sanıyorlar bu yüzden... Komünizm korkusuyla tüketim toplumunu yaratacak kadar korkaklar. Korkuyu büyütmüşler ve onu manipüle etme yolunu seçmişlerdir. Başka toplumların yardıma ihtiyacı olduğu iddiası ile "sormadan" , yardım istenip istenmediğine aldırmadan, iktidarlarını ve sahip olduklarını korumak uğruna korkakça saldırganlar çünkü merhametsizler...
Yavuz Turgul'un dediği gibi, "bir avcıyı dahi diğerinden ayıran zekası değil, avına olan merhametidir... "
Güçlerini demokratik olmalarından aldıklarını ve dünyaya demokrasi getirmekle, olmayanlara vermekle görevlendirilmiş olduklarını düşünüyorlar. Ama bunun için demokrasiyi yeniden tanımlamaları gerekiyordu. Gerçek demokrasinin temelinde iktidar ilişkilerini değiştirmek yatar iken, tüketim toplumu liderlerinin yaptığı iktidar ilişkilerini korumaya yönelik olmuştur. Rıza Mühendisliği'nin yaratıcıları ( Walter Lipmann, Edward Bernays ) merkezde tüketen, arzuları beslenen, uyumlu ve mutlu bir topluluk yaratarak buna "demokrasi" adının verilmesini sağlamışlardır.
Ve sanat, hayatı dönüştüren sanat, "iktidarlarını" eleştirmeye devam eder...
" Krallık nedir biliyor musunuz" der, "gerçeği bilen" Littlefinger. Bu bin kılıçlı tahttır krallık. Krallık; birbirimizi ikna etmek için yalan olduğunu unutana kadar yıllar ve yıllardır anlattığımız bir hikayedir."
"Yalandan vazgeçersek elimizde ne kalır ki! Kaos... Hepimizi yutmaya çalışan koca bir çukur" der kral dostu... Littlefinger devam eder;
"Kaos bir çukur bir değildir. Kaos bir merdivendir. Tırmanmaya çalışan bir çoğunun düştüğü, bir daha asla denemeye çalışmadıkları. Bu düşüş onları durdurur. Bazılarına tırmanmak için bir şans daha verilir ama onlar redderler. Onlar sıkıca krallıklarına tutunurlar; tanrılarına, aşklarına. Yanılsamalarına... Sadece merdiven gerçektir. Tırmanıştır bütün var olan... "
Benim de vardır önyargılarım. Amerikaya olan ön yargımı kendim eleştirdim bir müddet. Sanki "kibrin" topraklarında doğmuş olduğunu hissediyor, bu yüzden sevmediğimi düşünüyordum. Neden sevmediğimi anladım : Merhametsizler... Yüreklerinde merhamet yok, bu yüzden korkaklar, bu yüzden benciller, narsistler, bu yüzden yalnızlar ama yalnızlığı tercih ettiklerini sanıyorlar bu yüzden... Komünizm korkusuyla tüketim toplumunu yaratacak kadar korkaklar. Korkuyu büyütmüşler ve onu manipüle etme yolunu seçmişlerdir. Başka toplumların yardıma ihtiyacı olduğu iddiası ile "sormadan" , yardım istenip istenmediğine aldırmadan, iktidarlarını ve sahip olduklarını korumak uğruna korkakça saldırganlar çünkü merhametsizler...
Yavuz Turgul'un dediği gibi, "bir avcıyı dahi diğerinden ayıran zekası değil, avına olan merhametidir... "
Güçlerini demokratik olmalarından aldıklarını ve dünyaya demokrasi getirmekle, olmayanlara vermekle görevlendirilmiş olduklarını düşünüyorlar. Ama bunun için demokrasiyi yeniden tanımlamaları gerekiyordu. Gerçek demokrasinin temelinde iktidar ilişkilerini değiştirmek yatar iken, tüketim toplumu liderlerinin yaptığı iktidar ilişkilerini korumaya yönelik olmuştur. Rıza Mühendisliği'nin yaratıcıları ( Walter Lipmann, Edward Bernays ) merkezde tüketen, arzuları beslenen, uyumlu ve mutlu bir topluluk yaratarak buna "demokrasi" adının verilmesini sağlamışlardır.
Ve sanat, hayatı dönüştüren sanat, "iktidarlarını" eleştirmeye devam eder...
" Krallık nedir biliyor musunuz" der, "gerçeği bilen" Littlefinger. Bu bin kılıçlı tahttır krallık. Krallık; birbirimizi ikna etmek için yalan olduğunu unutana kadar yıllar ve yıllardır anlattığımız bir hikayedir."
"Yalandan vazgeçersek elimizde ne kalır ki! Kaos... Hepimizi yutmaya çalışan koca bir çukur" der kral dostu... Littlefinger devam eder;
"Kaos bir çukur bir değildir. Kaos bir merdivendir. Tırmanmaya çalışan bir çoğunun düştüğü, bir daha asla denemeye çalışmadıkları. Bu düşüş onları durdurur. Bazılarına tırmanmak için bir şans daha verilir ama onlar redderler. Onlar sıkıca krallıklarına tutunurlar; tanrılarına, aşklarına. Yanılsamalarına... Sadece merdiven gerçektir. Tırmanıştır bütün var olan... "
25 Mayıs 2013
Sen Çal James
Bu sadece ölümle ilgili değil. Bazen hayaletlere karşı verdiğiniz mücadele de benzer süreci izliyor. Ama bunu neden yapıyor onu anlamıyorum...
24 Mayıs 2013
20 Mayıs 2013
...
17 Mayıs 2013
Haksızlık
Haksızlık edilenin haksızlık etmeyeceğini düşünürsünüz. Kötülük edilenin kötülük... Ama gerçek daima basittir.
İnsanı karmaşık, çözümlemesi zor, derinlerinde görünmeyenin saklı, ana her yazdığının, her söylediğinin ve yaptığının evrenin döngüsüne dair bir anlam, bir işaret olduğunu sanırsınız. Oysa duygu denilen "şiddet-şehvet-şefkat" üçlemesinin esareti ile aklının arasında gidip gelen organizması kompleks güdüleri basit bir oluşumdur insan.
Düşünerek alınmış binlerce karar söylenir duygularla ilgili. Kendiyle çelişen, duygunun çoktan öncelediği, düşünmenin bahanelediğinden başka şeyler değillerdir...
İnsanı karmaşık, çözümlemesi zor, derinlerinde görünmeyenin saklı, ana her yazdığının, her söylediğinin ve yaptığının evrenin döngüsüne dair bir anlam, bir işaret olduğunu sanırsınız. Oysa duygu denilen "şiddet-şehvet-şefkat" üçlemesinin esareti ile aklının arasında gidip gelen organizması kompleks güdüleri basit bir oluşumdur insan.
Düşünerek alınmış binlerce karar söylenir duygularla ilgili. Kendiyle çelişen, duygunun çoktan öncelediği, düşünmenin bahanelediğinden başka şeyler değillerdir...
07 Mayıs 2013
Yeni Dünya 24: Halley'in Evi
Her şey Andressa'nın başının altından çıkmış olsa da kızamıyorum ona. Onun gidişine bir ay kalmıştı ben de bazı okullara bakmak için Chicago'ya geçmeye karar vermiştim. Hem ordaki dil okulu buradakinin üçte biri fiyatıydı. Dünyayı onun sana gerekli kıldıklarının baskısı altında değil de, senin oldurabildiğince yaşayabilmek güzel bir duygu. Bizim gibiler için çok uzun süreçli olmasa da...
Mart sonu yurtta öğrenci devir-daimi olacağını biliyorduk. Yurdun yüzde doksanı Uzak Doğulu'ydu ve onlarla aynı mekanda yaşamak, tanımıyorsanız kültürü, hiç kolay değildi. Ben bir Amerika'lının evinde pansiyoner olarak kalmayı hiç tercih etmesemde Andressa beni ikna etti. Vay efendim deneyim olurmuş yaşam biçimlerini daha yakından görürmüşüz. Eh, aynı paraya tek kişilik odalarda kalacaktık bir yandan. O giderse ben de giderim fikriyle, "peki", dedim.
Bayan Annabel bir ayımı az kaldı kabusa çeviriyordu, otuz gün diye birbirimizi idare ettik. Sigara içtiğimi -bahçede tabii- forma yazmış olmama rağmen, okumadım, bahçede de içmemeye çalış mı der, gece 09'dan sonra gelmemeye çalışın mı, köpeği sakın dışarı kaçırmamaya çalışın mı der,- ki kaçırdım; felaketti- mutfakta hiç bir şey pişirmeyin, beni bekleyin mi, der, dedi de dedi... Andressa zorlanmıyordu neden bilmem, ben deli oluyordum... Hepi topu yumurta haşlamak istiyordum yahu! Eh ama neden eve çıkmıştım ki! İşte hep bu Çinliler yüzündendi; birileri kadının fırınını az kalsın yakayazmış oda bize tehbih üstüne tembih ediyordu velhasılı...
Yine de bana doğum günü pastası alıp geldiği için, kutlama yaptığı için, son gün bizi kahvaltıya götürdüğü için ve köpeği Halley'in sevimliliği aşkına kızgın değilim bayan Annabel'e.
Belediyenin sağlık kuruluşunda sağlık görevlisiydi. Sabahları altıda evden çıkıyor, akşam beş gibi geliyor, bize yemek hazırlıyor, on gibi odasına çekiliyor, asla geç değil ama erken, on-on beş dakika televizyonun sesini duyuyorduk, sonra ışığı sönüyordu. Bir ay boyunca salondaki televizyonu yemek saatleri dışında açmadı. Kızlarından bolca ama kocasından hiç bahsetmedi. Annesi öldükten sonra eve öğrenci almaya başlamıştı, bir kızını hemşire yapmış, diğerini aynı yolda okutuyordu. Cuma akşamları gelen kızına, okulun ne kadar pahalı olduğunu, az para harcamasının gerekliliğini ve Halley'in yaptığı yaramazlıkları anlatırdı. Bu rutinini hiç aksatmadı. Bir pazar günü kiliseye gelmemiz dışında bizden özel bir şey istemedi. Ha bir de benden, ayda bir gündüz vakti gelen hayvan hakları koruyucusunu Halley'in iyi, sağlıklı ve mutlu olduğuna ikna etmemi istedi. Etmiştim nuhtemelen.
Sitenin havuzuna girdiğimizden, bahçede çimenlerde oturduğumuzdan, benim güllerin dibine sigara izmariti gömdüğünden, geceleri alarmı öttürmemenin bir yolunu bulup bahçeye çıktığımdan, kocasına ne olduğunu sormamak için kendimi nasıl tuttuğumdan hiç haberi olmadı. Bir akşam yemek masasındayız; Dubai'nin ne kadar modern ama Türkiye'yi öyle bilmediğinden bahsediyordu. Ben de yanlış düşündüğünü anlatmaya çalışırken birden aklıma geldi, tam ağzımı açacağım karşımdaki Andressa gözümün içine içine bakıp; "sorma, sorma," dedi. Nereden anladıysa?! Yüzümde aman iyi be! gülümsemesi, sustum. Bir daha da yeltenmedim. Ölen kedilerinin dahil resimleri duvardaydı da babanon yoktu, ne de bir kere olsun çocukların babası demişti, halbuki anlatmayı seviyordu. Filipinlerden göçme hikayesinden evi almış olmasının zorluklarına kadar dinlemiştik. Hâlâ bir merakım budur Annabel için. Tatile çıkarsan ortadoğuya doğru, gel bize demiştim; gelirse soracağım.
Mart sonu yurtta öğrenci devir-daimi olacağını biliyorduk. Yurdun yüzde doksanı Uzak Doğulu'ydu ve onlarla aynı mekanda yaşamak, tanımıyorsanız kültürü, hiç kolay değildi. Ben bir Amerika'lının evinde pansiyoner olarak kalmayı hiç tercih etmesemde Andressa beni ikna etti. Vay efendim deneyim olurmuş yaşam biçimlerini daha yakından görürmüşüz. Eh, aynı paraya tek kişilik odalarda kalacaktık bir yandan. O giderse ben de giderim fikriyle, "peki", dedim.
Bayan Annabel bir ayımı az kaldı kabusa çeviriyordu, otuz gün diye birbirimizi idare ettik. Sigara içtiğimi -bahçede tabii- forma yazmış olmama rağmen, okumadım, bahçede de içmemeye çalış mı der, gece 09'dan sonra gelmemeye çalışın mı, köpeği sakın dışarı kaçırmamaya çalışın mı der,- ki kaçırdım; felaketti- mutfakta hiç bir şey pişirmeyin, beni bekleyin mi, der, dedi de dedi... Andressa zorlanmıyordu neden bilmem, ben deli oluyordum... Hepi topu yumurta haşlamak istiyordum yahu! Eh ama neden eve çıkmıştım ki! İşte hep bu Çinliler yüzündendi; birileri kadının fırınını az kalsın yakayazmış oda bize tehbih üstüne tembih ediyordu velhasılı...
Halley, olur kendisi. |
Yine de bana doğum günü pastası alıp geldiği için, kutlama yaptığı için, son gün bizi kahvaltıya götürdüğü için ve köpeği Halley'in sevimliliği aşkına kızgın değilim bayan Annabel'e.
Belediyenin sağlık kuruluşunda sağlık görevlisiydi. Sabahları altıda evden çıkıyor, akşam beş gibi geliyor, bize yemek hazırlıyor, on gibi odasına çekiliyor, asla geç değil ama erken, on-on beş dakika televizyonun sesini duyuyorduk, sonra ışığı sönüyordu. Bir ay boyunca salondaki televizyonu yemek saatleri dışında açmadı. Kızlarından bolca ama kocasından hiç bahsetmedi. Annesi öldükten sonra eve öğrenci almaya başlamıştı, bir kızını hemşire yapmış, diğerini aynı yolda okutuyordu. Cuma akşamları gelen kızına, okulun ne kadar pahalı olduğunu, az para harcamasının gerekliliğini ve Halley'in yaptığı yaramazlıkları anlatırdı. Bu rutinini hiç aksatmadı. Bir pazar günü kiliseye gelmemiz dışında bizden özel bir şey istemedi. Ha bir de benden, ayda bir gündüz vakti gelen hayvan hakları koruyucusunu Halley'in iyi, sağlıklı ve mutlu olduğuna ikna etmemi istedi. Etmiştim nuhtemelen.
Sitenin havuzuna girdiğimizden, bahçede çimenlerde oturduğumuzdan, benim güllerin dibine sigara izmariti gömdüğünden, geceleri alarmı öttürmemenin bir yolunu bulup bahçeye çıktığımdan, kocasına ne olduğunu sormamak için kendimi nasıl tuttuğumdan hiç haberi olmadı. Bir akşam yemek masasındayız; Dubai'nin ne kadar modern ama Türkiye'yi öyle bilmediğinden bahsediyordu. Ben de yanlış düşündüğünü anlatmaya çalışırken birden aklıma geldi, tam ağzımı açacağım karşımdaki Andressa gözümün içine içine bakıp; "sorma, sorma," dedi. Nereden anladıysa?! Yüzümde aman iyi be! gülümsemesi, sustum. Bir daha da yeltenmedim. Ölen kedilerinin dahil resimleri duvardaydı da babanon yoktu, ne de bir kere olsun çocukların babası demişti, halbuki anlatmayı seviyordu. Filipinlerden göçme hikayesinden evi almış olmasının zorluklarına kadar dinlemiştik. Hâlâ bir merakım budur Annabel için. Tatile çıkarsan ortadoğuya doğru, gel bize demiştim; gelirse soracağım.
Teşekkür ederim Annabel...
25.04.2013
05 Mayıs 2013
Yeni Dünya 23: Güney'den Kuzey'e
"Andy", Pasifiğin hafızası olmadığı için orada yaşamak istediğini söylemişti. Ben, Chicago sokaklarında hiç kimsenin beni tanımadığını ve benim hiç kimseyi tanımadığımı bilerek, bu üç milyonluk koca şehirde Garcia Marquez'i düşünüyordum. Onun Yüzyıllık Yalnızlık'da dediği; "İnsanın yaşadığı toprağın altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir." Bana da öyle geliyordu sokaklarda insanlara bakarken. Kendimi dalları ve kökleri olmayan bir ağaç gibi hissediyordum. Havada asılı duran kocaman bir ağaç. Uçabilen bir ağaç. Hasan Ali Toptaş'ın Ben Bir Gürgen Dalıyım hikayesini hatırladım. Nasıl olmalıydı bilmiyordum; aşık olduğunuz kafenin önünden mi geçmelisiniz, terk edildiğiniz sokağa mı çıkmalı arada yolunuz. Dostunuzla ilk tanıştığınız yer mi olmalı yürüyüş yaptığınız. Yıllarca hep aynı çay bahçesinde mi buluşmalısınız. Alışkanlıklar ve hatıralar mı sizi güvende hissettiriyor yaşarken? Aynı şehirde hem üzüldüğünüz hem de sevindiğiniz anılarınız var oysa. Andy bu yüzden mi hafızası olmayan bir yerde yaşamak istiyordu bilmiyorum ama hafızası olmayan bir yerde yaşamak istemediğimi düşündüm. İnsan bir şehri ona kendini hatırlatıyor ise sevebiliyordu sanki... Ne tuhaf, oysa bazen birilerini kendimizi hatırlatmıyor ise sevebiliyoruz...
Güney-batı'dan kuzey-doğuya gelince, kuzey insanı olduğumu farkettim. Diyorum ya hep, insan nerde doğduysa, nerede oluştu ise derisi kabuğu orayı görünce varlığını hatırlıyor. Kuzey insanıymışım ben, soğuğu karanlığı, koyu renkli kiremitli, küçük pencereli evleri seviyordum. Californiya' yı çok sevemememin nedenini kuzeyi görünce anladım... Oralarda Holywood haricinde beni şaşırtan bir şeye rastlamamıştım. Şimdi, burada, şaşırıyorum. Ahh Chicago diyorum. Blues ve cazın başkenti... Soğuk ve rüzgarlı Chicago... Mayıs ayında donduğunuz Chicago... Herkes şehrin kışının uzun olduğunu söylüyor. Bence, uzun ve soğuk, uzun ve rüzgarlı , uzun ve çetin bir kışı var...
Chicago, 15.05.2013
kaynak: google
Eskiden, çok eskiden, anneannem bize börek yapardı, beş altı çocuk sininin etrafına toplanır, en sevdiğimiz şeyi yemek için beklerdik. Erkekler, benim sonradan keşfettiğim, büyük bir börek parçasını alır sininin altına saklardı,saklarmış yani. Önce tepsideki bitirilir sonra da saklanan yenirdi. Tepsideki bitince herkes sakladığı böreği yerken sulu gözlerle anneanneme bakardım. Sonra ben de öğrendim. Chicago benim için şimdi, sininin altına sakladığım börek gibi. Anlatmak için heyacanlanıyorum ama bekliyorum, California'dan biraz daha bahsetmem gerektiğini düşünüyorum, daha San Diego'nun sıcağından, Halley'in evinden bahsetmem gerektiğini düşünüyorum ama bu arada Chicago'yı biriktiriyorum...Güney-batı'dan kuzey-doğuya gelince, kuzey insanı olduğumu farkettim. Diyorum ya hep, insan nerde doğduysa, nerede oluştu ise derisi kabuğu orayı görünce varlığını hatırlıyor. Kuzey insanıymışım ben, soğuğu karanlığı, koyu renkli kiremitli, küçük pencereli evleri seviyordum. Californiya' yı çok sevemememin nedenini kuzeyi görünce anladım... Oralarda Holywood haricinde beni şaşırtan bir şeye rastlamamıştım. Şimdi, burada, şaşırıyorum. Ahh Chicago diyorum. Blues ve cazın başkenti... Soğuk ve rüzgarlı Chicago... Mayıs ayında donduğunuz Chicago... Herkes şehrin kışının uzun olduğunu söylüyor. Bence, uzun ve soğuk, uzun ve rüzgarlı , uzun ve çetin bir kışı var...
kaynak: google
Chicago, 15.05.2013
Labels:
Amerika,
California,
Chicago,
İllinois,
Uzak Topraklar,
Yeni Dünya
Herkes Masumdur...
İnsanın her şeyini kaybettiğini düşündüğü an, masumiyetini kaybettiğini düşündüğü o andır. Artık hep hata yapmalı ki, masumiyeti ile suçluluğu arasındaki o araftan kurtulsun.
Bir kere masumiyetin çemberinden çıktınız mı, ne kadar çok hata yaptığınızın hiç önemi yoktur hiç biri ilkinden daha yaralayıcı değildir. Katillerin en az iki cesedi vardır, ya da en az iki yerden öldürürler... Ahlak neden subjektiftir sanırsınız. Herkes kendi hatalarının kuralını belirler.
Masum değilseniz ne olduğunuzun bir önemi yoktur. Ya öyle, suçlu kalmayı seçersiniz ya sizi masum olduğunuza inandıracakları ararsınız, her sorduğunuzda cevapların yalan olduğunu bilirsiniz, yeniden yeniden sormak için yeniden yeniden hata yaparsınız. Hiç bir hata size hata olmadığını ispatlamaz.
Kırılan testinin suyu gözyaşlarınızla dolmayacaktır. Başkalarının testisini kırmakla da hak yerini bulmayacaktır oysa.
Sadece abdallar masumdur. Karşısına hiç adam öldürme ihtimali çıkmamış bir insan bile masum zanneder kendini...
Bir kere masumiyetin çemberinden çıktınız mı, ne kadar çok hata yaptığınızın hiç önemi yoktur hiç biri ilkinden daha yaralayıcı değildir. Katillerin en az iki cesedi vardır, ya da en az iki yerden öldürürler... Ahlak neden subjektiftir sanırsınız. Herkes kendi hatalarının kuralını belirler.
Masum değilseniz ne olduğunuzun bir önemi yoktur. Ya öyle, suçlu kalmayı seçersiniz ya sizi masum olduğunuza inandıracakları ararsınız, her sorduğunuzda cevapların yalan olduğunu bilirsiniz, yeniden yeniden sormak için yeniden yeniden hata yaparsınız. Hiç bir hata size hata olmadığını ispatlamaz.
Kırılan testinin suyu gözyaşlarınızla dolmayacaktır. Başkalarının testisini kırmakla da hak yerini bulmayacaktır oysa.
Sadece abdallar masumdur. Karşısına hiç adam öldürme ihtimali çıkmamış bir insan bile masum zanneder kendini...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)