31 Ekim 2015

Gri


Bekle dedi gitti
Ben beklemedim, o da gelmedi
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi.

-Özdemir Asaf

foto: Tara Bowen daha fazlası için

28 Ekim 2015

Fayda-Maliyet

Sayın Yeğen ile Ankara kitap fuarına gitmiştik, epey oldu. İlgili bağlantıda gördüğünüz üzere hakkımda atıp tutmuş. Eh, ben de buradan cevap hakkımı kullanayım dedim. Geç olsun güç olmasın.

Daha fuarı gezmeden ben, hiç ucuz değil fuar diye diye karşıladı beni. Neden, çünkü o ben gelmeden birkaç kez tavaf etmişti yayınevlerini. Evet, kitap fuarının iştah açıcı seviyelerde ucuz olmadığı doğruydu. Lakin a dostlar, ucuz dediğiniz nedir? İkinci köprünün altındaki Lacivert adlı restoranda, hiç gitmedim, duyduğum en sonki bir bardak çay fiyatı 6 TL. Bizim yan taraftaki, ismini vermiyorum, restoranda bir tas çorba 15 TL, -geleneksel Antep çorbası-. İkisini de tüketmeniz 5 dakika ortalama. Elbet her yer bir değil. Eminönü'nde balık ekmek, epeydir yemedim, 7-8 TL'dir herhalde. Kadıköy'deki yol üstü büfelerde 3 TL'ye yarım ekmek tavuk döner yeniyordu diye hatırlıyorum. Sonuçta karnın doydu mu, doydu. Bakınız hiç Ankara örneğim yok, çünkü bilmiyorum. Yargıcı'da bir yazlık elbise şimdilerde 250 TL'den aşağı değildir herhalde. Kemal Tanca'nın vitrininde 699 TL'ye ayakkabı gördüm, 899'dan inmişti. Bu kadarı bence de çüş! Kız kardeşimden biliyorum, bir ayakkabıyı kıymetli madenden yapmadıkça en iyi deriden ortalama 100 TL'ye imal edersiniz, gerisi AVM, orası burası parası. Velhasılı diyeceğim; pahalılık nedir ki?

Gelelim kitaplara, doğrudur; çok okumak istiyoruz: dergiler, şiirler, romanlar, incelemeler, denemeler, diyet kitapları, yemek kitapları, çocuk kitapları, boyama kitapları, hatta bezden kitaplar bile var çocuklara, onları da alıp okur gibi yapmak istiyoruz... Hepsini, hangi birini alalım. Fakat sanki her aldığımızı okuyoruz, her okuduğumuz satın aldıklarımız sanki. Yetmiş-seksen sayfalık bir roman düşünelim. Düşünelim; yazarı en az bir yılda yazmış olmalı, yani hiç yazmasamda öyle tahmin ediyorum. Böyle bir emek ortalama 15-20 TL'ye satılır. Bence, evet. Orhan Pamuk öyleydi geçen ay mesela. Diyelim pahalı demedik aldık. Bir bakalım; sen okuyabilirsin, çekilişe çıkarırsın ben okuyabilirim, aha! bak ucuz kitap der, Yeğen'e veririm o okur. Yeğen kardeşine verir, kardeşi bir kaç ay okumaz. Yazın plajda okuyacağım der, okur da. Plajda unutmaz geri getirir arkadaşına verir. Arkadaşı eşine. Eşi yan komşuya. yan komşu, bu ne be!, böyle roman mı olur, der, halk kütüphanesine bırakıverir. Oradan kim alır, o kadarını bilmiyorum. Pahalı dediğiniz kitap kaç kişiye yoldaşlık etti saydınız herhalde. O kadar satırı boşuna okumadığınızı düşünüyorum!

Gelelim fuar meselesine; efendim fuarlar bir malın ucuz satıldığı, satılması gerektiği yerler değildir. Bir veya birkaç ürünün üreticisi belli zamanlarda bir araya gelerek ilgili ürünle ilgili yenilikleri göstermek isterler. Tüketiciler gelsinler görsünler tanışsınlar gibi. Ayakkabı, tekne, araba fuarı gibi. Yeni ürünler, modeller, trendler tanıtılır. Bazı ürünler piyasaya çıkmak için fuarları bekler. Teamül olarak da fuarlarda hem tüketici çekmek hem fuara canlılık getirmek için çeşitli indirimler, paketler sunulur. Ucuz olması gerekmez ama genelde ucuz olur. Belki de beklenti-haz meselesine odaklanmalıyız. Biri ne kadar düşükse diğeri o kadar yükselebiliyor...
Özetle, bence pahalı değildi fuar. Bence dediğime bakmayın,  pahalı filan değildi.

25 Ekim 2015

Geleceği Kime Bırakıyoruz, ya da Umurumuzda mı?

"Bir çocuğun çıkaramadığı ses olmak zorundayız!"

"Çocuklar bizim geleceğimiz değil, bugünümüzdür. Onlar için bir şey yapacaksak ötelediğimiz gelecekte değil, soumluluğunu aldığımız, yaşadığımız bugünümüzde yapıyor olmalıyız.
2014 yılında 627 çocuk, ihmaller sonucu yaşamını yitirmiştir."   Bu notum geçen yılki şuradaki yazımdan. 

Gündem Çocuk derneğinin 2015 yılı raporuna göre 2015 yılında 875 çocuk  ihmaller sonucu yaşamını yitirmiştir. 
Derneğin notlarından bazı alıntılar; 

"Bugün Çocuğun Yaşam Hakkı Raporu’nun 5.’sini sizlerle paylaşıyoruz. Her yıl bu raporu hazırlarken ulaşabildiğimiz yaşam hakkı ihlalleri sayısının elbette ki azalacağını umarken, 2015 yılında ne yazık ki ölen çocuk sayısının azalmayacağını biliyorduk. 2015 yılı Türkiye için çok fazla ölümün yaşandığı, çocuğun yok sayıldığı ve çocuğun insan hakları ihlalleri açısından geriye düşülen bir yıl oldu… Nazım Hikmet’in dediği gibi; 2015 yılında dünya; bir önceki yıla göre; “daha çok adaletsiz daha çok zorba oldu…Bu yıl; 5 yılın en çok çocuk ölümlerinin olduğu yıl…

Raporun tamamına, tek tek çocukların hikayelerine ulaşmak için Çocuğun Yaşam Hakkı İhlal Verileri-2015, derneğin diğer  haberlerine ulaşmak için buraya lütfen. 

22 Ekim 2015

Sınırlarımızı Gösterebilmek Üzerine

Ülkemiz gündemindeki önemli sosyal stres konularından biri olan erkeğin kadına uyguladığı şiddet, uygulayan ve uygulanan olarak temelde iki taraflı bir eylemdir. Öyle ki, şiddetin sürekliliği, zararının boyutları, etkilediği çevre kişiler onu iki kişiden daha geniş alanlara yaymaktadır.  

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsünün ASPB'nin mali desteği ile yaptığı "2015, Kadına Yönelik Aile içi Şiddet Araştırmasının sonuçları, erkeğin şiddet ve kadına bakışı bakımından tahmin edilen sonuçları vermekle birlikte, başka bir açıdan daha önemli ve üzerinde durulmasını gerektirmektedir. 
"Türkiye genelinde, evlenmiş kadınların yüzde 43’ü “kadın, herhangi bir konuda eşiyle aynı fikirde değilse tartışmamalı ve susmalıdır” ifadesine, evlenmiş kadınların yüzde 42’si ise “kadının tavır ve davranışlarından ailenin erkekleri sorumludur” ifadesine katıldığını belirtirken, yine evlenmiş kadınların yüzde 27’si “çocukları terbiye etmek için bazen dövmek gerekebilir” ifadesine katılmıştır. Buna karşın evlenmiş kadınların yüzde 68’i “kadın elindeki parayı kendi istediği gibi harcayabilmelidir” ve evlenmiş kadınların yüzde 71’i “yemek, bulaşık, çamaşır ve ütü gibi ev işlerini erkekler de de yapmalıdır” ifadelerine katıldıklarını belirtmişlerdir.
Şiddet düzeyinin yerleşim yerine göre önemli bir farklılık göstermemesine rağmen, dikkat çekici bir bulgu olarak tutumlar açısından kadının yaşadığı yerleşim yeri önemli bir farklılık yaratmaktadır. Kadınların refah düzeyine göre toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin tutumlarda görülen farklılaşma yine şiddet düzeyindeki farklılaşmadan daha belirgindir." 
Evlenmiş kadınların fiziksel şiddete yönelik tutumunun irdelendiği modülde yer alan şiddete gerekçe olarak gösterilen durumlar arasında aldatma ve aldatma şüphesi gerekçe olma açısından en fazla onaylanan durumlardır.
"Evlenmiş kadınların yüzde 36’sı, kadının eşini aldatması durumunda erkeğin eşini dövmesini doğru bulduğunu belirtmiştir. Benzer şekilde aldatma şüphesi de kadınların yüzde 18’i tarafından şiddete gerekçe olarak onaylanmaktadır. Özellikle 15-24 yaş grubundaki evlenmiş genç kadınlar arasında bu tutumun daha fazla onaylanıyor olması (aldatma durumunda yüzde 47, aldatma şüphesinde yüzde 20) dikkat çekicidir. Evlenmiş kadınların yüzde 58’i hiçbir gerekçe ile erkeğin eşini dövmesini onaylamaz iken, bu oran yerleşim yerine ve bölgelere büyük değişiklikler göstermektedir.  
Fiziksel şiddete gerekçe olarak gösterilen davranışlarda da kırda ve kentte yaşayan kadınların tutumlarında önemli bir farklılık vardır. Tutumlardaki bölgesel farklılıklar, şiddet düzeyinde gözlenen bölgesel farklılıktan daha belirgindir. Özellikle yüksek refah düzeyindeki kadınlarda yüzde 70, lisans ve lisan üstü eğitimi olan kadınlarda ise şiddete hiçbir durumu gerekçe olarak görmeme yüzde 84 düzeyine çıkmaktadır." 
Cinsel ilişkinin kadının isteği dışında gerçekleşmesi en temel cinsel şiddet davranışlarındandır. Evli bir kadının cinsel ilişkiyi reddedebileceği çeşitli durumların sıralandığı modülle toplanan veri analiz edildiğinde;
"Evlenmiş kadınların yüzde 86’sının kadının istemediği durumda cinsel ilişkiyi reddedebileceğini ifade ettiği görülmektedir. Evlenmiş kadınlar arasında en yaygın kabul edilen durum ise, sağlık sorunu olduğunda kadının cinsel ilişkiyi reddedebileceği düşüncesidir (yüzde 95)Sosyal ve demografik özelliklere göre evli kadınların cinsel ilişkiyi reddebileceği durumlara ilişkin yüzdeler, eğitim ve refah düzeyi değişkenleri ayrımında farklılık göstermektedir." 
Yorum olarak söyleyeceğim şudur ki; şiddeti külliyen, olgu olarak reddedemedikçe, intikam, kötülerin ıslahı, hak edenin terbiyesi tanımlarından çıkarmadıkça onunla mücadele de eksik kalıyoruz. Diğer yandan, kadın olarak her şeyden önce yapılan muameleye sırf, sadece var oluşumuzdan kaynaklı değerimiz üzerinden bakmaya bir an evvel başlamalıyız. Toplumun rolleri, yakıştırmaları, kabulleri ile sebepsiz ve bahanesiz kendimizi  "yeri ve konusu geldiğinde şiddet uygulanabilir" olmaktan çıkarmalıyız...

19 Ekim 2015

Tanım

"Ben, büyük ve kalabalık bir yere -hatta küçük bir taşra kasabasının tenha lokantasına- girildiğinde, gözlerine dikkat edilmezse fark edilmeyecek özelliksiz insanlardan biriyim. Gözlerimin de üstünde durulmaya değer pek bir özelliği yok. Ama birkaç kişi -hele önemsediğim bir arkadaşım- bana, aydınlık baktığımı söylediler. 
Taşra kasabası dediğim, bizim ilçe. Böyle yerlerin lokantalarını yolculuk etmiş herkes az çok bilir. Ya çakıllı bahçesinde, ya da kapalı kısımda mutlaka bir havuz vardır; albenisiz, çirkin bir havuz. Sonra duvarlarındaki bin çeşit resim -dünya güzeli kızdan futbolcu fotorafına kadar- geliyor aklıma. Bizimkinde garip bir horoz dövüşü resmi unutulamaz.
Dilimizin sözlüğü İLÇE'yi, "yönetim bakımından yurt bölümlenmesinde ilden sonra gelen bölüm..." diye tanımlıyor. Sözlüklerin hayata bu denli yabancı kaldığı başka bir tanım düşünemiyorum."
--Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, 1981,

Oldukça geç tanışmışım Selim İleri ile. Buna üzüldüm ilk başta bu harika kitabını okuduğumda. Söylediklerini çok önce duymuş, anlamış ve kendimle yoğurmuş olmayı dilerdim açıkçası. Zeki bir kurgu anlayışı, kelimelerden ödün vermeyen fakat gereksiz, süs ya da ne menem adına ise fazla kelimelerle karışmamış, leziz, insanın ruhunu açan, genişleten ve gözlerini daha iyilerine, daha ilerilere baktıran bir anlatımı var. Sevdim, çok sevdim. 

16 Ekim 2015

Başlangıçlar ve Sonlar: Yaşarken ve Ölürken

Yaşarken ve Ölürken
Yazar: Selim İleri
Altın kitaplar yayınevi, 2.basım, 1983, Istanbul

Başlangıç: "Güzelduyu üzerine düşünüyordum.
Dışarıda yağmur yağıyordu.
Güzellik ama; insan aklının yarattığı, insan elinden çıkma güzellik. Geriye kalandan hoşlandığımı sanmıyorum. Bir kır görünümüne bakmaktansa, bir kır görünümünü betimleyen yazıyı ya da izlenimci resmi yeğledim bugüne dek. Estetik beni her zaman ilgilendirdi. 'Her zaman' sözü belki yanlış kaçacak; kişisel hayatımda belli bir bilinç noktasına eriştiğimde seçtim estetik üzerine düşünmeyi."
Ve Son: Son kez...
Selim İleri (1949-) 
Celladımın -belki de cellatlarımın. Tuna Suna'nın, Cemil'in, Ayten Hanım'ın, bir çok Ayten Hanım'ın bütün ötekilerin- yüzü, neden tıpatıp benimkine benziyordu; bir rüyadaki gibi değil, açıkseçik görmüştüm tıpkı benim gibi baktığını, gülümsediğini, ağladığını. 
Yitirdikten sonra bulduğumuz o şey... yoksa?
Yoksa..............................................................

13 Ekim 2015

Skopje: Bir de Özgün Olsaydı

Priştina'ya uğramadan hızlıca son etabımız olan Skopje'e doğru -biz Üsküp olarak okuyoruz, devam ettik. Beklediğimizden daha çabuk geldik bu yolu. Büyük, düz, kalabalık bir şehir. Günler sonra nedense modern bir şehre geldiğimi hissettim görünce. Bu sefer oteli bulmakta epey zorlandık, birileri bizim için aradı otel sahibesini ve geldi bize olduğumuz yerden arabasıyla öncülük etti. Uzun boylu, iri, kalın sesli, tam bir Balkan kadınıydı tabiri caizse. Evin kızıymış, asıl annesi pansiyonun sahibi, o daha ufak tefek bir kadındı. Nasıl oldukları hemen anlaşılan bir aileydi; sürekli içen ve çalışmayan bir koca, evin işlerine, misafirlerin gelişine gidişine bakan anne, dışarı işlerine bakan kızları.


Arka mahallerde bahçe içinde, genel olarak temiz, kahvaltısı standart, rahat denebilecek bir konaklama eviydi. Karşı odada orta yaşlı bir çift kalıyordu; İngilizce konuşan. Ertesi akşam yolda tesadüf karşılaşıp pansiyona gelen kadar öyle koyu bir sohbete daldık ki, sabah kadınla birbirimize sarılıp; keşke gitmeseniz, keşke daha erken karşılaşsaydık hüznünü yaşadık sahi.


Avustralyalı'lardı. Kocanın büyük büyük annesi Makedonmuş, hem Makedonca hem de Arnavut ya da Sıppça biliyordu galiba yanlış hatırlamıyorsam, hatta bir de Fransızca olabilir, İngilizce zaten resmi dili. İşte yıllar sonra büyük büyük ailesinin izlerini sürmeye gelmişlerdi oraya. Yaklaşık bir aydır da seyahattelermiş ve burası son duraklarıymış, Asya ve Amerika'da dolaşmışlarmış...


Kadın öğretmendi de, adamı hatırlamıyorum, çok kibar, hoş sohbet, naif ve içten bir çiftti. Kadın Suriyeli göçmenlerle halimizi sordu, adam; "Düşünebiliyor musun, Makedonya'nın nüfusu kadar göçmen aldılar, altından kalkılır şey değil bu", dedi.


Her yer ama her yer heykel Skopje'de. Sanki heykeltraşlar işsiz kalmış, devlet başkanının da onlara borcu varmış da ödemiş gibi. Sanki sanat mermer bloklardan ibaretmiş gibi. Sana dünyanın diğer şehirlerinden alınacaklar sadece taşlarmış gibi. Bir tapınak gibi Büyük İskender heykelleri ve onun atları. Devlet başkanları, büyüklerinin büstleri, heykelleri, Paris Barış Takı'nın taklidi, Roma çeşmelerinin taklidi, sanatçı tasvirleri vesaire vesaire. Anlamsız bir para harcandığı hissi veriyordu bana çoğu.


Şehre kattığı ihtişam, estetikten ve sanattan yoksundu. Kentin ortasından Vardar nehri geçiyor ve Vardar ovası dedikleri yer tam da burası.


Kentin ortasındaki Vardar ırmağının bir yanı Türk mahallesi; köprüyü geçtik kendimizi Mahmutpaşa-Eminönü-Sultanahmet arası bir yerde bulduk. Her yer küçük tabureli, Ahmet Kaya, Tarkan sesli, çay bardaklı, kilimli dükkanlarla doldu birden. Bardakta demli çay özleniyor vesselam, oturduk içtik... Bir kaç kahveci ile sohbet ettik. Onlar da bir kaç dil biliyordu, Arnavutça, Sırpça,Türkçe gibi. "Komşular ne konuşuyorsa sen de biliyorsun abla mecbur", dedi biri sorduğumuzda. Çaylar güzeldi, türk kahvesi bile içtim hatta, o da güzeldi.


Meydan da güzel bir restoran keşfettik. Budva'dan bu yana bozuk olan midem biraz düzelir gibi oldu. Çorbası ve pizzası harikaydı, tam meydanın barış tankına doğru giden tarafında, sol yanda ama, hani giden olursa. Makedon biraları güzeldi bir de. Adlarını unuttum ama.



İkinci gün Ohrid'e doğru yola çıktık. Yine yeşil, yine köyler dere tepe yollar. Doğayı hissetmek kadar güzel bir şey yok. Skopje Ohrid arasında otoban var, dört kere otoban ücreti ödeniyor, kaç paraydı şimdi hatırlamıyorum ama çok değildi. Üçüncü de gülme geldi sorduk artık, "toplu versek olmaz mı, daha kaç defa duracağız.", dedik. Güldü adamlar da bize, "bir tane kaldı merak etmeyin", diyerek.

Çok geç olmadan Ohrid'e vardık. Ve tekrar denizle buluştuk, yok yok göldü.Yolların denize çıkması çok güzel bir duygu...

Dünyanın geri kalanı daha çok büyük, umarım biraz daha gezebilirim. Görmek, insanın hayallerini mümkün hissettirebiliyor ve bu iyi bir umut...

Buyrun Ohrid'e...

23 Eylül 2015

10 Ekim 2015

Prizren: Gurbette Kalanlar

Git git bitmedi yol Podgorica'dan Prizren'e. İpek (Peje ya da Pec) üzerinden geldik. Otoban da varmış ama elli altmış kilometre, değmez deyip dağ yolunu seçtik yine. Hatta bir de güzel restoran haberini almıştık ama rastlayamadık ona, başka bir yerde yedik. Ayran yazıyordu menüde, istedik yoğurt geldi. Et istedik söylemesi ayıp, bizim kendi hayvanlarımız, seveceksiniz dedi garson. Fena değildi. Gece vardık Prizren'e, oteli gökte ararken yer de buluverdik. Eh, fena değildi. Anadolu şehir otelleri gibiydi, resimlerinden çok farklıydı. Hani şu otogarlarda olan soğuk otellerden. 


Sanki şehre çok uzun zamandır kimse gelmemişçesine anlatmak istiyorlardı. Yoksa bize mi öyle geldi; sanmıyorum. Kime merhaba desek, kime göz ucuyla gülümsesek; bir yerden giriyordu konuya.


Bir berberin önünde duran berber İbrahim, biz kilisenin bahçesine giriliyor mu diye bakınırken, "anlatayım ister misiniz size kiliseyi, ben buralıyım isterseniz anlatayım size o kiliseyi", dedi. "Anlat tabii", dedik, "isteriz elbet." Mersin'e gelmiş bir kaç kez İbrahim, Karadeniz'de de bulunmuş. Türkiye'yi ver Türkleri seviyor. "Bizi burada sanıyorlar ki dinimizden, ülkemizden uzaklaştık. Olur mu hiç öyle şey. Hayatta!. Bizim televizyonlarımız var, camilerimiz var, Türkiye'de akrabalarımız var sürekli gidip geliyoruz. Biz ülkemizi hep biliyoruz. Yalnız karışık Türkiye ona üzülüyoruz.", dedi. Teşekkür ettik İbrahim'e. Gelirsen bul bizi dedik. Sanmam, bulmadı da...


Bu köprü kilitlerinden de her yerde var galiba. Aşk köprüsüymüş. İlk nerede başladı acaba uygulama onu merak ettim, neyse çok da önemli değil.


Makine mühendisiymiş ama müzenin güvenlik görevliliğini yapıyordu. Yalan olmasın, iki yüz avro ücret alıyormuş. Karısı İngilizce öğretmeniymiş, o yüzden yabancı yayınları da çok takip ediyorlarmış beraber, beraber okuyorlarmış, beraber tartışıyorlarmış. Ne güzel bir beraberlik...

Kosova'nın ilk yıllarında çok giden olmuş Avrupa'ya, artık çok almıyorlarmış. "O zaman iltica diye öyle çok giden oldu ki, biz gitmedik. İstedim burada kalalım. Eskiden okullarımız çok iyiydi, Yugoslavya zamanında daha iyiydi, şimdi de iyi ama eskisi gibi değil." Kızları üniversiteye Türkiye'ye gitmiş. Manisa'da akrabaları varmış. "Ben bilim neden bu kadar karışık Türkiye, neden de anlatması zor işte. Babama da dedim geçenlerde, karıştırıyorlar Türkiye'yi dışarıdan, bunlar hep oyun." Yarım saat ayakta konuştuk kendisi ile.


2008 yılında bağımsızlığını ilan etmiş Kosova. Gencecik, ayakta durmayan çalışan bir ülke. Bayrağındaki yedi yıldız, yedi ayrı milletini temsil ediyor. Yoğun olarak Arnavutlar, Türkler, Sırplar ve Boşnaklar var. En çok burada Prizren'de ve başkent Priştina'da yaşıyor Türkler. Nüfus diğer gezdiğimiz Balkan ülkelerine göre oldukça yoğun, iki milyon, görünce de anlaşılıyor zaten; kalabalık bir ülke. Her yer inşaat, her yer yeni ile eskinin birbirine girdiği binalar, yollar, yerleşimler ile dolu. Plansızlık, özensizlik, işini götürenin yürüdüğü, ev, yol, okul, alt yapı kuracağım diye anlaşmaların havada uçuştuğu, ortaya eciş-bücüş dök betonu, pencerelerini tak kaç binaların çıktığı öyle aşikardı ki... Keşke bizi anavatan bilip bizimle iş yapmak yerine başka milletlerle çalışsalardı.

Saf bir sevecenlik sezdim ben konuştuğum herkeste,  orada iş yapanların onların dini ve milli duygularını kullandığı sadece binalara baksanız görülebiliyordu. Şehir, bu gördüğünüz köprü, onun altından geçen nehir, bir kaç Osmanlı'dan kalma camii ve kiliseden ve yeni kurulmaya çalışılan mahallelerden oluşuyor. Ülkedeki etnik kavgalar meclislerinde de devam ediyor sanırım; geçen gün haberlerde diyordu; Kosova meclisinde gaz bombası atılmış; ülkenin bir kısmının AB'de serbest dolaşım karşılığında Karadağ'a verilmemesi için.


Altyapı yetersizliğinden biz de payımızı aldık. Hayatımda ilk defa hız limitinden trafik cezası aldım, o da Kosava'dan Skopje'ye geçerken otoyol zannettiğimiz yerde 110 ile giderken. On kilometre kadar otoban varmış daldık, hız sınırı 125 yazıyordu ki ben 110 ila filan gidiyordum; sen bit o on kilometre ve bize de haber verme! Uzaktan fosfor yeşili iki kol bana işaret ediyor yana çek hareketleri ile. Durduk da ne yapacağımızı bilemedik; Amerikan filmi gibi arabada mı beklesek, Türkiye'ye yakınız canım deyip arabadan koşup "abi ne oldu, ne yaptık ya", moduna mı girsek. Geldi el kol işareti yapan. Dedi, "hız limitini aştınız, bu 40 avroluk cezayı alın lütfen, yatırın gelin bankaya, ehliyetiniz bizde kalacak." Dedim, "e, otoban burası." Dedi, "otoban biteli çok oldu." E, dedim, "tabela?" Dedi, "vardı, görmemişsiniz." "E, ama biz ülke dışına çıkıyoruz nasıl, nereye ödeyip gelelim, size verelim olmaz mı, siz kesin makbuzu." Der demez gözlerimiz parladı; galiba rüşvet teklif ediyorduk, korktuk bir yandan..." Baktık çok tepki yok, sustuk az biraz bekledik. Velhasılı, 40 avroluk ceza için 20 avro rüşvet vererek Priştina'ya filan uğramaktan vazgeçerek doğru Makedonya'nın başkentine doğru ilerledik... Bütün bu konuşmayı da az buçuk İngilizce bilen orta yaşlı iki Sırp ile yaptık. Biri Arnavut olabilir, tam bilemedim geçmiş zaman. Yalnız utandılar epey alırken de aldılar yine. Yabancı olduğumuz için alıyorlardı, öyle hissettik, yoksa çok yaygın bir tutumları gibi görünmüyordu ki bütün yüz avro uzattık para üstünü kendileri verdiler... 
21 Eylül 2015,

07 Ekim 2015

Kotor'dan Podgorica'ya Çetine'den Gidilir

Yaklaşık 14 bin kişinin yaşadığı, bizde bir İstanbul semtine denk gelen Kotor; masal gibiydi... Eski, çok eski bir masal. Yeni Kotor eski Kotor diye gezi bölgeleri ayırmışlar ama küçüçük kent zaten iç içe geçmişti. Sahilde, ortada eski Kotor, kenarlarda yukarılara doğru yeni yapılanmış kent. Madenler, özellikle alimünyum, minerallar, küçük sanayi, turizm ve tarım Karadağ'ın geçim kaynaklarından. Dağlarda kayak turizmi de yaygın.


2014 yılı turist sayısı, 1,5 milyon. Yani ülke nüfuslarının üç katı. Sağa dönsek tarih, sola dönsek deniz, aşağı baksak medeniyetin başlangıç topraklarına sahip olduğumuz seksen milyonluk ülkemizde aynı yıl gelen turist sayısı 30 milyonlarda. Kendimize sormmamız gereken çok fazla soru var kanımca... Nüfusun çoğunluğu Karadağ'lı, Sırplar, Arnavutlar ve Boşnaklar olarak gidiyor. Ülkemizdeki çoğu Boşnakların Karadağ'lı olduğu sanılıyormuş.


Şehir çok yükseklerde bir kalenin altına kurulmuş ve yeni şehir de o şekilde yayılmış. Sahilden yaklaşık dört yüz metre yükseklikteki kalenin ucuna kadar tırmanabilirsiniz. Ben bir noktada bıraktım. Dedim; "zirve dediğin nedir, benim zirvem ahanda burası." Şaka bir yana bir bir-buçuk saatlik bir tırmanış gerektiriyor, o da çok kısa molalarla. Fakat yer yer yükseklikten baktığınızda hem aşağıda hem yukarıda değecek manzaralarla karşılaşıyorsunuz.


Şehri baştan aşağı bir kaç saatte gezebilirsiniz gibi görünüyordu. Biz şöyle bir turladık. Alış veriş merkezi yok, küçük yerel dükkanlar benzer işlevi görüyor. Pahalı markalar, gıda ya da tüketim zincirleri yok; Starbucks ya da McDonalds gibi. Yiyecek konusunda çok hassas olanlar için kötü haber olabilir ama makarna ya da salata gibi çok bildik besinlerle geçirilebilir. Ben yerel bir balık denedim, sanırım yağlarından midemi bozdum, biraz da stres olabilir benimki ama aklınızda bulunsun.


Kalenin orta yükseltilerinde değişik jimnastik hareketleri yapıp, fotoğraf çektirenler vardı, Instagram türü uygulamalar içindi sanırım. Ben, "ay şimdi düşecekler", diye bakınırken onlar kalenin duvarlarında akrobasi yapıyorlardı bayağı.


Aşağıda kalenin devamında köprü ve köprü üstü aşıkları. Çok güzel sarılıyorlardı... 


Kotor, 1100 ila 1300'lü yıllarda inşa edilmiş. Şehir UNESCO'nun koruma kapsamına aldığı tarihi bir bütün. Zamanda bir yolculuk gibi sokaklarında, özellikle kale içinde gezmek. Tarih boyunca pek çok ülkenin denizcilik ve limanları için peşinde olduğu bir kent olmuş. Baktığınızda haritaya gemiler için oldukça değerli kuytulara sahip olduğu görülüyor. 


Bana yine de Avrupa'daki pek çok kenti hatırlattı. Hatta bu beni hem üzüyor hem kızdırıyor; neden, neden biz geçmiş ve onu yaşatmak konusunda bu kadar pervasısız. Neden bu kadar estetik yoksunu, özensiz ve ilgisisiz geleceğimiz için... Siena'yı görmüştüm İtalya'da; o da, orta çağdan kalma gibi bir kentti ve koruma altına alınmıştı. Hala aynı sokaklarda yaşıyorlar, aynı evlerdegözleri gibi bakarak yüzyıllardır oturuyorlardı sanki. Cam diye gördüğünüz tek şey evlerin pencereleriydi; taş duvarlar, kırmızı kiremit çatılar bir şehre ne kadar yakışıyor oysa...


Yalnız bir şeyi söylemeden geçemeyeceğim; pisti ara sokaklar. O kadar tarihi yerlerde sürekli turistler geziyordu ama ara ara yoğunlaşan bir sidik kokusu hakimdi etrafta. Ya geceleri sarhoş turistlerin önünü alamıyorlardı ya da bu konuda hassas değillerdi, bilemiyorum, öyleydi işte.


Artık yola çıksak iyi olacaktı. Başkent Podgorica'ya varmak için 86 kilometrelik bir yolumuz görünmesine rağmen, dağlar arasından, dar ve bayırlar boyu gideceğimizi bildiğimizden çok geceye kalmak istemiyorduk. Öğleden sonra gibi yola çıktık. Maalesef karayolları konusunda çok fakir olduklarından, dönüşte neredeyse Shkodra'ya kadar gidip oradan Podgorica yoluna bağlandık. Tekrar ediyorum; Balkanlar'ın bu kısmında kilometre hesabına hiç aldanmayın. Biz bu 86 kilometrelik yolu çok az durarak ve ortalama bir hızla neredeyse üç buçuk saatte aldık. Tamam, ben biraz yavaş sürüyordum ama ne kadar yavaş sürebilirdim değil mi? Ay aman tamam; biraz yavaştım ama manzaraya değdi...


O dağları nasıl aşacağız derken, işte böyle böyle oymuşlardı kayaları. Beton atmak filan yok, ya da fakirlikten, deniz gözden kaybolduktan sonra dağlara doğru tırmandıkça bu küçük tünellerden onlarca geçtik. Sanki, bir köstebek dağı oymuş biz de geçiyorduk.


Diyorum ya ormanlar bir harikaydı. Sis, yağmurlu ıslak yollar ve alabildiğine çam. Bazen korkmadık desem yalan olur, yine de harikaydı...


Arabanın stepnesini kontrol etmiştik ama krikoyu hatırlamıyorum, ya tekerlek filan patlasaydı, bak şimdi yazarken aklıma geldi ki yarım saatte bir araba ya geçiyordu ya geçmiyordu. Ama ara ara köyler vardı; bu yolda mı yoksa Kosova'ya geçerken mi hatırlamıyorum bir köyde durup alış veriş de yapmıştık hatta.


Resimden çok anlaşılmasa da solumuz sarp kayalık, sağımız uçurum bir on-on beş dakika gittik bu kanyon boyunca. Şimdi bakınca korkuyorum, o zaman korkmuyordum.


Çetine Karadağ'ın krallık başkentiydi. Uğramayı planlamıyorduk fakat birkaç kilometre içeride olduğunu görünce, uğradık. Belki de planlamıştık, bilemedim şimdi. İyi ki varacağımız yere değil yola odaklanmıştık, gördüğüm onca şehir içinde aklıma gelenler ilk hep Çetine'ye ait. Şehre giriş yolu çıkış yolunun üst tarafından. Hem uzun hem geniş çınar olmayan ama çınara benzeyen ağaçlarla kaplı yaklaşık iki futbol sahası büyüklüğünde, ağaçların arasından görünen küçük dükkanlar, bir kaç kafe ve kenarlarda oturmuş insanlar, bir kaç araba sağda solda, göz alabildiğine yeşil, gölgeli, çimenli, ağaçlı, çok geniş kaldırımlı bir meydan karşıladı bizi. Bir kaç gün bir yerlere gitmem ve kendimi bulmam lazım derseniz, ben böyle bir durumda bulursam kendimi aklıma gelecek yerlerden Çetine. Dünyadan saklanılası ama doğaya yaklaşılası, insanların yeniden sevilesi ve kendimizle konuşacağımız bir yer. Öyle sevdim... 



Gün ağaırmadan Podgorica'ya vardık. Navigasyon olmayınca- mümkünse bulundurmanızı tavsiye ederim- adres bulmak zor oluyordu ama yine de sora sora Bağdat bulunur demişler; kaldıysa tabii. Her başkent gibi sıkıcı, kasvetli ve gri devlet binaları ile dolu bir kent Podgorica. Milenyum köprüsü dedikleri, bizim gibi üç boğaz köprüsüne sahipler için pek de anlamlı olmayan ama turistik mekan olarak kaydedilmiş köprülerini gezip, sabah dinlenmiş olarak şehri terk ettik. Yalnız oteli şiddetle tavsiye ederim. Kahvaltı harika, odalar fiyatına gayet lüks, temiz pak bir yerdi. Artık ülkeyi terk etme zamanıydı, Karadağ'ı bırakıp Kosova'ya geçecektik. Çok hevesle görmek istediğimiz yerler olmasa da hem yolumuz üstü hem de dinlenmemiz gerekiyordu. E,haydi bakalım selametle bize... 

İsa'nın dirilişi katedrali, Podgorica

04 Ekim 2015

Budva: Adriyatik Güzeli

Arnavutluk'tan çıkmak üzere Muriqan-Sukobin Montenegro (Karadağ) sınır kapısına doğru ilerledik. İki buçuk saat sonra görmeyi beklediğimiz Budva tabelasına odaklandığımız için -sınır geçeceğimizi bile bile- birden karşımıza çıkan küçücük sınır kapısı kulubesiyle şaşırdık. Aslında yolun çift şeride çıkmasından anlamalıydık; tüm tekerlekli taşıtlar için,-kamyon, taksi, bisiklet, traktör- tek yön yol vardı çünkü, hatta yan yolda yürüyen inekler de her an yola çıkabilirdi. Şikayet ediyorum sanılmasın, sonrasında Kosova'ya geçerken otoban olmasına rağmen dağ yolunu tercih ettik ki tatil boyunca deneyimlediğim en güzel zamanlarımdı diyebilirim. Karadağ'ın dağları kesinlikle adıyla müsamma, tek kelime ile muhteşem! Bana hep yoğun ve uzun doruk ağaçlarını hatırlattı; çocukluğumun güzel anıları olan çam ormanlarını... Deniz kıyıları ise Adriatic denizinin, çizmenin arka tarafında kalan sakin ve koyu mavi güzelliğini taşıyordu...
Karadağ, Yugoslavya Federal Cumhuriyetinin 1992 yılında başlayan çözülmeleri sonucu, 2003 yılında Sırbistan ile bir ittifak kuruyor ve biz onları bir zaman Sırbistan-Karadağ Devletler Birliği olarak tanıyoruz. 2006 yılından beri de Karadağ Cumhuriyeti olarak kendi başına yoluna devam ediyor. 2013 nüfus sayımına göre 619 bincik küçücük bir ülke ki 13,812 kilometre karelik yüz ölçümüyle neredeyse Ankara'nın yarısı kadar. Ama aha şuraya yazıyorum; kısacık cumhuriyet tarihleri ile 2011 yılı hesabına göre kişi başına düşen milli geliri 6600 dolar olan bu ülke, on yıl sonra bizim yıllık 10500 dolarlık gelirimizi geçmezse ben de ne olayım. -Bilmiyorum ne olayım?!- Budva'da trafiği yaya geçitleri ile yönetiyorlardı desem yeridir. Kedi geçsin arabalar yaya geçidinde duruyordu... Ah, ben görmem bizim böyle hallerimizi...

Ne diyordum en son; ha, sınır kapısına gelmiştik. Tiran yazısında söylemiştim; birden fazla ülkeye kara yolu giriş-çıkışı yapacaksanız 40 avro ederindeki yeşil kart denilen belgeyi almanız gerekiyor. İlk sınır kapısında da alabilirsiniz. Ruhsat, ehliyet ve bu belge ile istediğiniz yere gidebilirsiniz. Biz kapıda almakla hata etmişiz; neredeyse yarım saat uğraştık derdimizi anlatabilmek için. Havalimanında oto kiralama şirketleri sizin yerinize alıp hazır edebiliyormuş.

Nihayetinde geçtik, derin bir maviliğin hakim olduğu güzel Budva denizine kavuştuk. Karadağ avro kullanıyor, bu nedenle bize pahalı görünüyor fakat genel olarak günlük ihtiyaçlar ucuz. 10 avro ile gayet güzel yer-içersiniz. Benzin fiyatı çok olmasa da bizden düşük. Üç-dört üç yıldızlı otel-pansiyonlar 25-35 avro civarında kişi başı. Yol hep deniz kıyısı gidiyordu, ara ara durup denizi seyredeceğiniz teraslar ve kafeler vardı ve manzara aşağıdaki gibi harikaydı. Kadıköy kadar ya var ya yok Budva, hatta yoktur. Oteller, pansiyonlar, kumsallar, güzel restoranlar, ve harika doğası...

Ağaçlarla denizin birleştiği kıyıları çok seviyorum. Yeşil ve mavi birbirine çok yakışıyor ve doğanın, ve dünyanın nasıl güzel bir yer olduğunu hatırlatıyor. En azından bana. Sanırım seyahat etmenin iyi yanlarından biri de bu; bir şeylerin güzel ve yolunda olduğuna inandırıyor sizi dünya...


Turizm burada da, ya da para diyelim, alacaklarını alıyor doğadan. Dışarıdan ve uzaktan bakınca nasıl üzülüyor insan o dağlara, kıyıdaki heder olan kumlara ve artık otel müşterilerine kalacak olan plaja. Biz daha da kötülerini yaparken ve yapılmasına izin verirken sitem bile edemiyor insan Karadağlılara.


Sveti Stefan küçük bir ada, Budva merkezden yürüme mesafesinde. Uzaktan bakıldığında başka bir zamandanmış gibi görünüyordu. Kırmızı tuğlalı çatılar altında taş duvarlar, surlar, dar sokaklar ve yeşillikler içinde küçük bir ada. Görmek için yarım saat kadar yürüdük. Bu sahilden geçtik, önünde ortaçağdan kalma gibi bir bina vardı; otelmiş.


Karadan adaya bağlanan dar taşlı köprüyü geçmeye kalktığımızda, bir ses engelledi bizi. Müşteri misiniz ya da benzer bir şey sordu galiba,  otelmiş bütün ada, giremez mişiz...


Türk bayraklı yatı görünce manzaraya dahil etmeden yapamamışım, güzel deniz ama değil mi?


Sahilde ağaçlar ve kumlar... Bakması da yürümesi de keyifliydi.


Şehir merkezini gündüz gözüyle çok gezemedik, Kotor'a vakit ayırmayı tercih ettik, pek deniz halimiz olmadığından ama duyduğuma göre ilgililerine göre çekici plaj partileri, dans yarışmaları, su oyunları, plaj voleybolu  gibi gibi ecnebilere özgü değişik etkinlikler oluyormuş, ilgilenenlere duyurulur. Eh, haydi o zaman, yol uzun zaman dar... Yavaş yavaş çıkalım Karadağ'ın dağlarından ama önce Kotor kalesini keşfedelim... 

Ayrıca, daha fazla detay ve harika görsellik için blogger arkadaşım Sevgili Havva'nın sayfasına bakmanızı salık veririm.

01 Ekim 2015

Shkodra: Budva'dan Önce

Aynı günün akşamı kartallar ülkesinin diğer bir kenti olan Shkodra'ya varıyoruz. Daha tarihi bir kent. Shkodra gölünün kenarına kurulmuş, yer yer yeşil, hem Osmanlı hem Avrupa izleri taşıyan, küçük ülkenin küçük bir kenti. Gölün büyük bir kısmı Montenegro (Karadağ) topraklarında ancak ismini bu kent almış. Arnavutluk Osmanlı hakimiyetinden çıktıktan sonra Yugoslavya'ya hiç dahil olmamış, Rusya'nın etkisi ile Varşova paktına dahil olarak komünizmle yönetilen ülkeler arasında kalmıştır. Daha sonra demir perdenin yıkılması ile Arnavutluk'ta pek çok sosyalist ülke gibi desteğini yitirerek yönetim biçimini değiştirmiştir. Ellilerinde, orta yaşlı, yol sorduğumuz pek çok insan iyi aksanla İngilizce biliyordu. Komünist dönemin pozitif etkilerinden olduğunu düşünüyorum. Gençlerde o kadar rastlamadık mesela, onlar daha çok İtalyanca'ya dönüktü, suyun öte yanı olduğundan İtalyanlar'ın sık geldiğini tahmin ediyoruz. Henüz ne Arnavut ciğerine ne de kaldırımına rastladım, şehir çok yeşil ve düzenli, insanlar güleç ve telaşsız görünüyor, lakin fakir... Öyledir zenginlik ve fakirlik; şehre bakınca binaların duruşundan, insanların gözlerinden anlarsınız...


Kentin ortasındaki büyük katedral komünist dönemde spor salonu olarak kullanılmış, şimdi yine kilise olarak hizmet veriyor. Duvarlarını Rahibe Teresa ve o dönemde onu ziyaret eden Papa'nın resimleri süslüyordu. Rahibe Teresa, Agnes Gonca Boyacı adıyla 1910 yılında Üsküp'te doğan bir Arnavut. Bu yüzden her iki ülkede de çok popüler. 1950 yılında oniki kişiyle kurduğu Hayırsever Cemiyeti sonraları dünyanın pek çok noktasında dört bin kişilik bir cemiyete dönüşür ve hayırseverliğe yaptığı katkılarından dolayı 1979 Nobel Barış Ödülünü alır kendisi.



Tepedeki, Rozafa kalesi büyük oranda ayakta ve oldukça büyük. Şehri ve gölü baştan aşağı görmek içinde ideal bir nokta. 


Şehrin ortasından geçen tipik, büyük bir caddesi var onun dışında, eski, dar sokaklı mahalleler. Şehir tarihi müzesi varmış ama gitmedik. Aklım 18. yüzyıldan kalma Osmanlı köprüsündeydi.




Göl kenarındaki İtalyan restoranını tavsiye ederim. Bir gece kaldığımız, kişi başı 10 avro olan Adora House pansiyonunu tavsiye etmiyorum., edemiyorum. Banyo sinek doluydu, yataklar iki kere daha dönseniz yerinizde kırılacak gibiydi, ucuz da olsa böyle olmamalıydı...


Eşyalarını toplamış satıyor dede. -Yüzünü biraz kırmızıladım dedenin, habersiz fotoğrafını koydum, nahoş olmasın.- Hepsi onun değildir tabii, herhalde... Arka sokaklarda vardı böyle bir iki tane; ikinci el giysi, küçük eşya satıcısı. Maden yatakları, petrol, ve doğal gazları ile sanayi üretimi olmasına rağmen fakir görünüyor ülke. Enerji üretiminde ve alt yapılarında sorunları olduğunu okumuştum. Sanırım biraz da kötü yönetimle durum bu...



Sokalarda her yaştan insan görünüyordu. Bakınca nüfusunun genç ya da yaşlı olup olmadığını söylemek zor. Avrupa'da dolaşırken nufus yoğunluğunu çok çabuk farkediyorsunuz; sokaklara orta yaş ve üstü insan kalabalığı hakim...


Osmanlı'dan kalma taş köprye ulaşmak yol yapımından dolayı biraz zor oldu ama değdi. Shkodra'da görmeden dönmeyin diyeceğim tek yer diyebilirim, kale de es geçilmese iyi olur tabii. Küçük ama ihtişamlı bir köprü Mes köprüsü. Arnavutça'da ortadaki köprü anlamına geliyormuş. Üstünde yürüdükçe, etrafınıza baktıkça sanki 18.yüzyıla gidiyorsunuz. Yuvarlak taşlarla döşeli, kemerli, ince, at arabalarının tekerlek boyutuna göre yapılmış, hala izlerini hissedebildiğiniz, buram buram tarih kokan bir yer... 




108 metre uzunluğundan bölgenin en uzun taş köprüsü. 1780 yılı civarında yapıldığı sanılıyor. Bir kaynağa göre Arnavut Bushati ailesinden Kara Mahmud Bushati Paşa tarafından yaptırılmış, diğerine göre paşanın adı Mehmet Buşati. Köprü ile yolun Kosova'ya bağlanması planlanmış Osmanlılar tarafından.  Kir nehri üzerinde duruyordu ama maalesef artık nehir yoktu. Biraz aşağısında modern bir köprü vardı, artık burası çocukların oyun, hayvanların geçiş alanıydı belki ama meydan okurcasına ayaktaydı...

Yollar uzun, zamanımız az; biz Karadağ sınırına doğru devam edelim...