26 Aralık 2017

Okul Yollarında

Biri, "evde kalırsam", diğeri, "okula gidersem"olarak adlandırabileceğimiz iki temel rutinim var son günlerde. Okulun dedikodusunu yapmak üzere toplandığımıza göre onu anlatarak başlayayım. Sabahları, hayatım boyunca sevmediğim şeyi yapmakla başlıyorum. Sabah uyan ve 08:10 servisini yakala. İş hayatımın yorgun, bezgin ve uykusuz, yine de rafiği en fazla sevdiğim sabahlarıydı... Şimdi de itiraf etmeliyim ki elimde bilgisayar ya da onca kitap okula rahat ve hızlı gitmenin en iyi yolu üniversitenin semt servisini yakalamak. Ben de öyle yapıyorum. Maddi olarak daha pahalı olsa da, üç vasıta ve daha uzun saatte varmaya yeğliyorum tabii. İşte, okula varınca ya kahvaltı ve kütüphane ya da direkt kütüphane. 13.30-14:00 arası yemek ve çay molası. 16:00'ya kadar tekrar çalış ve 16:15 servisiyle geri dön.

Okula gittiğim günler daha yoğun ve yorucu geçiyor. Bir kaç hafta bu süreci takip edince, okyanusta soyu tükenmek üzere olan canlı türü gibi hissediyorum kendimi. Sanki balıklar, mercanlar, yosunlar, deniz atları , suyun hücreleri ve bir de ben. Okuldaki siparişlerimi saymazsak bazen günlerce kolay gelsin ve teşekkür ederim dışında yüzyüze kimseyle konuşmuyorum. Yemek yerken diğer öğrencilerin konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. Bazen şaşırıyorum bazen gülüyorum ama dediğim gibi, ya suyun içinden ya da ağaç dalında bir kuş gibi seyrediyorum. Ömrü kalabalık ofislerde onlarca kişiye sürekli bir şeyler anlatarak, söylenerek, aynı anda telefona, yanındakine ve önündekine yetişerek geçmiş biri olarak hâlâ dinleniyorum sanki böyle böyle. Ne yorulmuşum arkadaş! İnsan üstü bir zahmetle çalıştığımı şimdi dışarıdan baktıkça anlıyorum. İlk başladığım bir zaman Teşvikiye Camii'nin yanındaki şubede çalışıyordum. Yirmi yaşıma henüz basmıştım. Güneş doğmuştu biz çalışırken. Elimde poğaça Teşvikiye Caddesi'nin aydınlanmasını izliyordum. Trajikomik bir güzelliği vardı sokağın.

silme öncesi masa
Okula geri dönersek, efendim, her zaman böyle naif dolanmıyorum kütüphane, yemekhane ve kırtasiye arasında. Kimi zaman sinirleniyorum öğrenci arkadaşlarıma. Neden diyorum, neden silgi artıklarınızı kütüphane masalarının üzerinde bırakıyorsunuz ve ben her seferinde silmek durumunda kalıyorum. Geçen karşıma biri oturdu, masa leş gibi, kalem izleri, silgi artıkları ve bir kaç kağıt parçası önünde. Bekledim gülümseyerek, ne yapacak diye de merakla. Öylece oturdu, defterini kitabını masaya koydu, yanındaki kızın yüzüne eğilerek konuşmaya başladı. Eh, ya ben çok titizim ki, temizlik konusunda değilimdir aslenn, ya da aramızdaki tek farkla, yaşla ilgisi var bu rahatlığının. Ama yemek masaları; onlar kütüphaneden beter. Yemek sonrası görevliler temizliyor diye ağız silinen peçeteler, ekmek poşeti, soyulmuş mandalina ve bilimum kaplar arkalarında. Hadi artıklarını bırakıyorlar da şuna ne demeli: Onlarca defter kitap varken önünüzde neden masalara yazıyorsunuz? Sen yaz, o yaz, ben yazayım sonra yüzü görünmeyen estetik yoksunu masalar kalsın geriye. Bu mu, bu mu okuyup "adam" olmak istediğiniz mekan. Çok sinirleniyorum çok...

silme sonrası çalışmaca.
Geçen bir kadınlar grubu geldi. "Şu tarafa kayar mısınız"? dedi. Belli ki yanyana ders çalışacaklar. "Kayamam çünkü ben burayı kolonyalı mendille temizledim."
dedim. "Doğrudur" , dedi geçti ne söyleyeceğini bilemez halde. Eh, bana baktıklarında büyük ihtimal doktora yapan bir hoca falan sandıkları için çok da bir şey demiyorlar, ben de çaktırmıyorum doğrusu. Çok mu gıcık görünüyorum? Siz o tuvaletler pisliğine dayandığıma şükredin bence. Rektöre ilk fırsatta haykırasım var; "Bir de doktor olacaksınız, önce halk sağlığı için okulun tuvalet hijyeni sorununu çözün!"  Diğer yandan gülmüyorum da değil çoğu sevimliliklerine. Geçen gün çocuğun biri diğerine diyor; "kızlar sıkıntı abi ya, ne desen mutsuzlar, bu sene hiç uğraşmak istemiyorum." Dün de serviste biri çok akıllıca bir laf etti. Efendim bir erkek buna çıkma teklifi etmiş o reddetmiş. Arkadaşına anlatıyor hemen arkamda. "Ben öyle, çok burnu havada gibi terslemeyi sevmiyorum, güzelce söyledim", dedi. Sonra çocuk, "arkadaş kalalım madem", demiş. Bizimki diyor arkadaşına, "Yok, arkadaş da kalmayalım dedim. Çocuk bozuldu, sinirlendi. Çok anlamsız değil mi sence de, az önce benden hoşlandığını söylüyordu şimdi arkadaş kalalım diyor. Hangi duygusuna inanayım ben onun?" 

Her sene yapılan hoş bir uygulamaları var. Kütüphanenin camlı duvarına isteyenler kağıtlara dileklerini yazıp yapıştırıyor. Bütün o cam renkli kağıtlarla doluyor sene sonuna doğru. Geçen yıl tam çekecekken şarjım bitmişti, bu sene başını yakaladım. Aşk ve para çağlar boyu değişmeyen dileklerimiz olacak görünüyor... Kimsenin hayaline gülünmez tabii ama okuyunca çok yaratıcı ve hoş bulduğum dilekler oluyor. Şimdilik bunları yazayım size, belki güncellerim ilerde:
- Hayırlı eş olarak Canan olsun. Canan benim olsun. Ben onun olayım.
- Yeni yılda kızımla birlikte sağlıklı, huzurlu uzun ömürler diliyorum.
- Bu yılın bana getirdiği en güzel şeysin.
-Yeni yıldan aldıklarını geri vermesini istiyorum. Mutluluk ve biraz da para fena olmaz.
- Ailem, kocam, Seduşum ve yeğenim Zülal ve Uğur'la sağlıklı çok mutlu bir yıl olsun. İçimiz sevgiyle dolsun.
- Bu yeni yıl çok güzel geçti. Yaşasın 2018.
- Erolsuz, paralı ve mutlu bir yıl diliyorum.
Ben yazmadım. Belki yazarım. Bu sene de öyle deneyebiliriz, neden olmasın... 

23 Aralık 2017

Ağıt

Bugün yılın ilk karı yağdı. Henüz beyaza kesmese de doğa,  an meselesi gibi duruyor. Mehtap'ın kızı Hazal geldi Ankara'ya. Onu göreceğim için heyacanlıyım. İlk defa, bir çocuğun anne babasından taşıdığı parçanın nasıl bir önemi ve anlamı olduğunu farkediyorum. Bir çocuğun başka ne anlama gelebileceğini... Annesi gibi Hazal, aynı samimiyet, aynı sıcaklık onda da... Mehtap'ın ölümünü düşündükçe ıskaladığımı, pek çok tehlikeyi hesapladığımı ve bir çoğuna hazırlandığımı ama buna hazırlanmadığım gibi bir duyguya kapılıyorum... Mehtap hiç aklıma gelmemişti...  O evinde ve yaşamında duruyordu işte, yaşıyordu. Buradan geçse yolumun üstü deyip uğruyordu mesela. En son yazın uğramıştı yine öyle. Ve uzun zamandır ilk defa bana "Yanıma otursana, özledim seni," demişti. Ne ayıp, insan arkadaşına şaşırır mı, bir an şaşırmıştım ben de. Hani, bir sürü kalabalıktı çünkü, yeğenlerin, kocan, kızın, kardeşin varken bana bakıp, özledim demen... O hep gelirdi, uğrardı, arardık, arada yoklardık. Ölmesi için hiç bir sebep yokken niye ölsündü ki...

Ne zaman ağaçları seyretsem gülen gözlerin yaprakların arasından bakıyor. "Erken gitmenin mutlaka bir sebebi olmalı", diyorum? Cevap vermiyorsun. Bak, bugün ilk defa kar yağıyor, sen çok seversin, ağaçların yapraklarına kar taneleri düşüyor. Kızın Ankara'ya geldi.

25 Kasım 2017

Halet-i Ruhiyem

Dün, gece yarısını epeyce geçmişti uyuduğumda. Sabahları erken kalkmaya alışmış olmama rağmen haliyle zorlandım, ama kalktım. Biraz daha aceleyle bir şeyler atıştırdım ve metroya binmek üzere evden çıktım. Biniş kartımın öğrenci vizesini onaylatmam gerekiyordu ama  makinelerin üzerine kargacık bir el yazısıyla "visa geçersiz" yazan bir kağıt iliştirilmişti. Panikle bilet gişesindeki memura koşturdum, "Öğrenci vizemi sizden yaptırabilir miyim? Makinelerin hepsinde vize geçersiz yazıyor", dedim. "Hayır, ancak Kızılay'dan hanfendi", dedi şaşırarak. "E, ama olur mu öyle şey, neden makinelerden yaptıramıyorum ayrıca", diyerek sesimi yükselltim. O, neden bağırdığımı sorguladı ben, "delikli camdan duyurmak için yoksa çok sakinim" dedim, o sırada başka biri önüme geçip kartını doldurmaya çalıştı, ona da "sırayı görmüyor musunuz", diyerek çıkıştım. Köşedeki makinenin üzerinde de o kağıtlardan olmasına rağmen, denemekten zarar gelmez fikriyle vize işlemine başladım ve bitirdiğimde anladım... Sanırım çantamı kontrol eden güvenlik memuru da anlamıştı ki bana gülümsedi.

Metrodan çıktım. Hava oldukça soğuktu. İnce giyinmeme sinirlenirken yürümekten vazgeçerek taksiye atladım. Taksi şoförünün beni kazıkladığını biliyordum lakin tartışacak vaktim kalmamıştı. Okul kapısından daldım, çantamdaki kitaba laf etmez umarım dileğiyle üstümü arayan kadına gülümsedim ve sınıfıma doğru fırladım. Sınıf görevlisi "ama on iki numara dolu, on sekiz olmasın", dedikten sonra biraz daha baktı kağıda. "A, bu yarın, koşun koşun idareden cumartesinin kağıdını alın, yanlış giriş kağıdını getirmişsiniz", dedi. Kağıda baktım, sınıftan çıktım. Görevli, yavaş davrandığımı görünce herhalde, arkamdan geldi. "İdareden alabilirsiniz veriyorlar onlar", dedi. Ne iyi insanlar var! "Yok, benim toplam üç dersim var zaten", dedim ve gülümseyerek merdivenleri bulmaya çalıştım.

Taksiyle geldiğim yolu yürüyerek geri döndüm. Oldukça yakındı. Yol boyu hem ağlamak hem gülmek istediğim için yüzüm muhtemelen az önce botoks yaptırmış gibi görünüyordu. İşte, diyordum, hemen bütün sınavlarda olması gerekenden daha az sonuç almamın nedeni bu: bu kör-bakışlılığım...

Sınav giriş ekranını ilk gördüğümde az biraz söylenmiştim; zaten üç dersim var, ne olurdu aynı gün olsaydı, diyerek. Dün gündüz sınav yerlerine bakmış, adresleri not etmiştim. Akşam gidip belgenin çıktısını almış, şöyle bir bakmış ve gece çantama koyarken bir kez daha bakmıştım. Saymazsak beş altı kez bakmşımdır. Murphy yasalarını taradım geçerli bir kural bulamadım. Bir kaç basit ya da derin sebepler olabilirdi durumu açıklayan: Son bir kaç haftadır sürekli aynı konuda İngilizce makale okumam olabilirdi sebep, zaman algımın zayıflaması olabilirdi, ezbere bakmak, korktuğumun başıma geldiğini sanmak, varsaymak ve en güzeli de, bu sınav mınav işlerini artık bırakmama bir işaret olabilirdi...

Eve yürürken sabah içemediğim çayımı ve yanında yiyeceğim petibörlerimi hayal ettim. Bu ülke toprakları üzerinde yapılan, şükredilecek iyi bir şeyler kaldıysa onlardan biri kesinlikle Eti'nin çifte kavrulmuş petibörleridir. Son günlerdeki en güzel hayalimi gerçekleştirdiğin için teşekkürler Eti.

22 Kasım 2017

Anılar, fotoğraflar ve hiç bir şey

Burada, yani bu platformda hiç fotoğrafımı yayınlamadım. Bu ilktir. Yaşlı bir bilge; "güneşin altında olan her şeyin bir zamanı vardır", demiş.
Bilgeler neden yaşlı olur dersiniz; çünkü bilginin yaşla ilgisi vardır fakat bu, yaş-almak demek değildir. Yaşlanmak için 'yaşamak' gerekir. Biz Mehtap'la çok şeyler yaşamıştık. Özellikle de hayatımızın ilklerini.

Dün gece Mehtap'ın kızı gönderdi fotoğrafı cep telefonuma. Hayal meyal hatırlıyorum birbirimize vesikalık fotoğraflarımızı verdiğimizi. O zamanlar yaygın bir davranıştı sanırım. Neden? Cüzdanda taşıması kolaydı ve insanlar şimdiki gibi dakikada bilmem kaç fotoğraf çektirmiyordu. Kimi cüzdanında taşırdı sevgilisini, çocuğunu, annesini, arkadaşını, kimi evdeki aynanın kenarına sıkıştırırdı. Mehtap da beni bir yerlerde saklamış demek...
***
Geçtiğimiz hafta hiç bir şey yapmadım. Gerçekten hiç bir şey. Arada camdan baktım, ağaçları, bahçede açan gülü ve henüz yeşil çimenlerdeki turuncu yaprakları seyrettim. Akıl sağlığımı önemsemedim. Bol dizi ve düşünmemi gerektirmeyecek filmler izledim. Vücud sağlığım için gün aşırı yürüdüm, aç durulmadığından alış veriş yapıp yemek yaptım. Her gece, tezime sabah devam etmek üzere uyudum ama sabahları ve gündüzleri ders çalışmadım. Cuma günü bu kendime eziyetimden pes ettim ve haftayı hiç bir şey yapmama haftası ilan ederek rahatladım. Hiç bir şey yapmadığım için başıma bir şey gelecek diye çok korktum bazı anlar. Sahiden. Şükrettim bu lükse sık sık bu nedenle. Olurda Tanrı beni görür, alır elimden diye korktum...  Bir şey yapma gereği olmadan yaşayabilme lüksü kadar özel bir şey olmasa gerek... Ondan önceki hafta hastaydım. Ondan önceki hafta da arkadaşım öldü.
***
Yaşlı insanların neden hayattan görece daha az keyif aldığını düşündüm son haftalarda. Oysa yaşamak yaşamaktı, olasılıktı ve henüz hala tüm olasıklıklar devam etmekteydi, azalmış olsa dahi. O zaman neden korunamıyordu umut, ki günlerin hesabı yapılamazken. İşte sanırım, aklımızı dolduran anıların figürlerinin azalması yaşamanın ve keyif almanın anlamını azaltıyor. Paylaşamadıklarımızın ağırlığı kalbimize yük oluyor. M.Mungan'ın en sevdiğim tiradlarından biri geliyor aklıma: Dokuzuncu Lanet. "Soyunun ugradığı bütün felaketlere yas tutacak kadar uzun olsun ömrün... o kadar uzun yaşa ki, o kadar!" Ne korkunç bir beddua!
***
Yurttan kaçışlarımız geliyor aklıma. Bütün fikirler senden çıkardı ben uygulardım. Neymiş efendim; o kadar saf bakıyormuşum ki idarenin benden şüphelenmesi mümkün değilmiş. Bir kere idare saf-salaktı! Gece dokuzda açılıp-kapanan imza defteri için sekizde gider, şimdi uyumamız gerekiyor çünkü gece yarısı kalkacağız ve sabaha kadar ders çalışacağız, lütfen şimdi imza atalım, derdim ben. Sen arkada beklerdin. İmzayı atıp sekiz buçukta yurttan çıkardık. Bir kere demir parmaklıkların altından giren kızları görmüşsün de gece, deneyelim mi demiştin. Yok artık demiştim ben de. Matematik çalıştıran İranlı çocuğu hatırlıyor musun Sarıyerde; kari diyorum kari derdi de nasıl gülerdik. Nesi o kadar komikse... Hazan olsun adı, demiştim kızına hamileyken, çok hüzünlü, Hazal olsun bari, demiştin. Bari demene takılmıştım yıllar sonra bile. Kendi çocuğunun adı için beni kırmama telaşı olamazdı herhalde... Belki de J.P. Sartre haklıdır sözünde: "Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür."

12 Ekim 2017

Olacak İş Değildi...

Oldum olası komik bir çocuktu Serdar. "Kozanlı olmasam hiç bir şey olmayacak. Ulan, bir ilçenin yarısı polis olur mu? O gün okulun kapısındayım, uzattım kimliği: 'hıı, demek Kozan'lısın, geç bakalım şu tarafa', dedi biri yine. O gün Kozan'lıyız diye bir değişik dayak yedik. Hadi başka şehirleri anlıyorum da, Kozan ne yahu! Ertesi sabah Mehtap'lardayız tabi." Balkonda oturmuş yine gülüyorduk anlattıklarına. Songül uzattı kafasını, bir an sustuk. Ve hatırladık. Sonra bir an zamana geri döndük. Bir an içeriden çıkıp, gülüvericek gibi geldi bize, gelmedi ama. Ne çok gülerdi Serdar'a ve her şey eskisi gibiydi oysa. Ben, Serdar, İdris, Hanife, Leyla, Güler,  herkes bir anının ucundan tutuyordu. Herkes bir kelimeyle yakınlaşmaya, yakın durmaya çalışıyordu.  

İyi insanlar istedikleri zaman ölmeli... Madem dünya onların yüzü suyu hürmetine dönüyor, başka türlüsü reva olmamalı. 

Okulun ilk günüydü. Yavruağzı renkli saç örgüsü desenli bir kazak, beyaz paçaları kıvrık bir kot pantolon, mavi beyaz bir spor ayakkabısı vardı üzerinde. Çoraplarının turuncu desenleri bile gözlerimin önünde. Anıları silen zaman değil belki de; yıllar ve yıllar geçmiş gitmiş... Çeyrek asırdır o günkü gülüşünü unutmadım, demek ki ben ölene kadar da unutmam. "Sen hangi bölümsün?" Sen mi ben mi sormuştu bak bunu hatırlamıyorum, tipik ben işte biliyorsun. Aynı sıraya oturuşumuzu, o gün bana hesapsız kitapsız en samimi gülüşünle cafe corner 'da (Beşiktaş Kazan'ın solundaki yer, herhalde Garanti Bankası var yerinde şimdi, ne tuhaf.) ısmarladığın hamburgeri, vedalaşmamızı ve ertesi sabah tekrar okulda buluşmamızı hatırlıyorum ama. Niye, çünkü yemek var işin içinde. Yurttan kaçışlarımız, bir göz odalarda, bir uykuyla uyuyup, en komik sabahlara uyanışımız... Hangi kelimelerle, hangi sırayla, hangi zaman aralığında birleştireyim cümleleri bilemiyorum... Gülüşünün güzelliğinden, çevrene kattığın neşeden, herkesi, her şeyi toparlamandan mı? Kendi kardeşlerinin ablası, sırdaşı, yoldaşı, önderi, annesi ve babası oldun, yetmedi, kocanın bütün kardeşlerinin aynıları oldun... Ah, her güne bir şey kattın, çok az aldın belki... Hepsini konuşsak, hepsini ansak, hepsinden teşekkür etsek, yetişemeyiz sanki sana... Göğsümün ortasında bir taş, boğazımda bir yumru, dilimde ince bir sancı gibi kaldın. Aklımın almadığına dilim yetmiyor, anlatamıyorum nasıl bir arkadaşımdın sen... Güzeldin, güzel bir insandın... İyilik bıraktın arkanda, iyilikler... 

En büyük eserin; kızın. Nasıl sıcak sarılıyor bize şimdi bir görsen. Dün akşam o sarıldıkça ben şaşırdım. Yanağımı onda bırakmak geldi içimden. Sanki biz ona değil o bize omuz oluyor, güç oluyor, sanki kendi yüreğini büyütüyor, sendeki parçasıyla birleştiriyor, kocaman olup çarpıyor aramızda, çarpıyor ki ona dokundukça sana değiyoruz sanki... 

Çok güzel anılar, çok güzel bir insanlık bıraktın bize. Umuyorum istediğince bir ömür yaşadın, ama biliyorum istediğin adamla evlendin, sevdin, sevildin, istediğin insanlarla yaşadın, sıcacık, kendin gibi bir evlat yetiştirdin, gururunu yaşadın, yaşattın. Kapın herkese açıktı, kimse geri dönmedi, kimse aç uyumadı evinde, kimse aç çıkmadı. Çok "sağollar" aldın ama yetmedi. Sen bize yettin, biz sana yetemedik, yetişemedik. Kalbinin ışığı nurun olsun, gözlerinin sevinci huzurun. Mekanın cennet olsun. Adın burda yaşasın, Mehtap'cığım... 

09 Ekim 2017

Daha Az Önce Eylüldü

Bir kızılderili atasözüne göre uykusuz kaldığımız gecelerde başkalarının uykusunda uyanıkmışız.

Bu yazıya henüz Eylül bitmeden başlamıştım, daha ikinci cümlede Ekim ayı gelmiş. Zaman nasıl geçmiş! Daha da korkunç bir şey; geçen yıl Ekim başında yazdıklarıma baktım, bir arpa boyu yol olmamış alınan.

Eylül ayı zordur benim için; babam, anneannem, en yakın arkadaşlarımdan biri bu ayda öldü. Geçen gün gazetede bir trafik kazası haberi okuyorum; "22 Eylül'de olmuştu yeni itiraf ediyorum. Arkadaşım üstlenmişti, dayanamadım yazıyorum.", vesaire vesaire bir şeyler. Okudukça gözüm sürekli tarihte, başka bir şey vardı bu tarihte neydi yahu bir yandan, bir yandan "vay şimdi mi aklı başına gelmiş, vay şov yapıyor, vay yalana bak",  yorumlarına bakıyorum, nedir bu 22 Eylül'ün tanışıklığı diye düşünüyorum hala. Şimdi geldi aklıma; babamın öldüğü gün. Unutmuşum.

22.30'dan bu yana film mi izlesem uyusam mı düşünürken hiç birini yapmadım. Saat 00.23. Arada Kübik geldi, onu dinledim biraz. Hemen, "onca saat mi!" diye veryansın etmeyin yani.

Bu, "diye" kelimesini sık kullanıyorum, yerine bir şey bulamıyorum ve bundan hiç hoşlanmıorum. Ve bağlacını da. Bağlanmak benim hem iyileştiricim hem bu hayattaki dersimmiş. Vedik astrolojiye göre haritamı çıkardı bir arkadaşım, karmam öyle söylüyormuş.

Geçen gün yaşlıların çok fazla yorulmamasına rağmen neden daha uzun saatler uykuya ihtiyaç duyduklarını anladım: hayata katlanmak giderek zorlaşıyor ve uyumak atlatmanın en kolay yolu. En çok alışveriş yapılan kitle çocuklar, en az yaşlılar. Dünya döndükçe yaşam döngüsünün ucundakileri aşağı atmaya çalışıyor. Yetmiş seksen yaşından sonra satın alınan şeyler etrafın gözünde iki katına çıkıyor. İlk söylenen cümlelerdendir: "ne yapacaksın bu yaştan sonra?" "Sana ne beraber mi kullanıyoruz ömrü?", diyemez kimse. Alınanların faydasızlığına kendi de inanır çünkü. Oysa ömür başından sonunadır. Kimin hakkı var ki bir yerinde yavaşlatmaya...

Kübik uyudu galiba müziğin sesi azaldı. Kişi kendisi konudan konuya atlayarak yazarken, algılandığı gibi sular üstünde taştan taşa atlayarak uçmuyor. Duruyor, bekliyor, düşünüyor, anılar ve hikayeleri öğütüyor, inceliyor, eliyor. Birinin ucundan bir şey yakalayıp yazıyor. Okuyucu aradaki durakları bilmediği için bu tür yazıları okumak iç karartıcı ve sıkıcı olabiliyor, biliyorum.

Ne kadar yazsam olmuyor gecelerinde yazmamak en iyisidir. Gecelerinde deyince aklıma "Kadın Kokusu" filmi geldi tuhaf. Al Pacino müthiş bir adam. Biraz daha uyanık kalayım...

27 Mayıs 2017

Teşekkür

Beş buçuk otobüsünü yakalamak üzere ofisten beş buçuğa beş kala çıktım. Yakalayabilirdim; şehir içinde o kadar hızlı araba kullanmasa herkes. Otobüs yolun karşısındaydı ve ben sadece geçemiyordum. El salladım, söylendim, yola atlamaya çalıştım ama nafile. Göz göre göre gözümün önünde gitti. Bir sonraki otuz dakika sonraydı ve bugün hiç yürümek istemiyordum. Yoksa on beş-yirmi dakikalık bir mesafeydi. Ve yağmur yağıyordu. Nedir dedim, acaba bu gözümün önünden kayan anın bana kazandırdığı nedir ey hayat, gösterirsin umarım. Aynen böyle dedim.

Yürümeye başladım. Yağmur, oksijen ve serin hava hoşuma gitti. Ta ki bu gülleri görene kadar. 

















Bu güllere, bahçeye, güllerin ağaca tırmanmasına, parmaklıkları aşmasına, kırmızılarının iç gıcıklayışına ve kokularına değil hoşuma gitmek bayılmıştım. Demek göreceğim bir güzellik varmış, diyerek gülümsedim. Yetiştirenlere ve dikenlere teşekkür ettim. Biraz seyrettim, mutlu oldum ve yürümeye devam ettim. 

Durağa geldiğimde uzun bir kuyruk vardı. Kokunun etkisi geçmeye başlamıştı anlaşılan, çünkü yine de sitemkârdım otobüsü kaçırıp kuyruğun en arkasında olmak zorunda kaldığıma. Durakta bir kadın ağlıyordu, hafif titriyordu. Etrafında bir kaç başka kadın ilgileniyordu. Ben de kalabalık yaratmamak adına yürümeye devam ettim. Aklım neredeydi bilmiyorum bir kaç dakika sonra duydum ve hatta gördüm olanları: "Aa ne hale gelmiş baksana şuna. Hem de Audi. Şu şoför galiba. Çocuk daha yahu. İyi de bu araba oraya nasıl dönmüş. Şöyle vurmuş olamaz. O yandan vursa burnu Kızılay'a bakardı. Çocuk korkmuş çok, titriyor baksana. İyi de bir araba daha olmalı, bu trafikte hızlı da olamaz. Neyse ki ölen yok galiba. Şükür. Yine de ambulans geldi? Baksana hala titriyor çocuk, ondan herhalde." Önümde, durağın biraz ilerisinde bir araba, önü parça arkası paramparça kendini refüje dayamış yolun ortasındaydı. Biz kuyruğun arkasındakiler olayı anlamaya çalışıyorduk henüz. Öyle mi böyle mi derken otobüs geldi. Binerken, daha aşağıda iki araba daha vardı. Biri durağa girmiş, diğer az ilerde. Birinin arkası parçalanmış, diğerinin yanı. Otobüse doğru ayağımı atarken, az önce ağlayan kadın yanındakine anlatıyordu: "Elim ayağım boşaldı. Araba durağa girdi çarpmanın etkisiyle. Nasıl, nereye kaçtığımı anlayamadım. İşte o arkadaki çarpınca bu hızını alamadı, bu beyaza da çarptı hatta." Otobüs ilerlerken hâlâ arabalara bakakalmıştım.

Haklısın, bir teşekkür borçluyum hayat. Ediyorum... 

11 Mayıs 2017

Yakarış

hsk-raporu-eski-savci-sisman-haber-almasina-ragmen-miti-suclamak-icin-reyhanli-saldirisina-goz-yumdu

Ben dahil hatırlayanımız kalmadığı üzere; 11 Mayıs 2013'te Hatay-Reyhanlı bombalı saldırısında beşi çocuk elli iki kişi yaşamını yitirmişti. Yüz elli beş kişi de yaralanmıştı. Bugün yıl dönümü sebebiyle de yapılan açıklamalara göre,  savcı saldırıdan haber almışmış da, birilerini suçlu çıkarmak, kızdırmak, vs. vs. vs. adına söylememişmiş, bildirmemişmiş, önlem aldırmamışmış...
"İnsanın" dibinin dibi yok, kimileri ne kadar yukarı haykırırsa haykırsın!  

20 Nisan 2017

Yine de Gelen Adalet

Bu topraklar üzerinde yapılan pek çok kötülük beni üzmüştür. Fakat sanırım en çok Cumartesi Anneleri'nin dramı yüreğimi acıtmıştır ve acıtmaktadır. Bir anne değilim fakat bir annem var. Anneme baktığımda bizim yokluğumuzun onun için ne demek olabileceğini anlayabiliyorum. Bir annenin öldürülmüş oğluna kavuştuktan sonra, "iyi ki buldular, ya bulunmasaydı!", dediğine şahit oldum. Sanki; ölümünden kimin sorumlu olduğunu bilmemek yaşamasa da nerede olduğunu bilmemekten daha kötü değildi. Öyle bir sevinçle söylenmişti... Cumartesi Anneleri'nin dramı işte bu yüzden en acısıdır benim için. Ne yokluk olup olmadığına karar verebildiğiniz ne de kimin sebep olduğunu bildiğiniz bir boşlukla haftalar, aylar ve yıllarca bekliyorsunuz donmuş bir zamanda... Geç gelen adalet, adalet değildir diyorlar. Belki, bazen, bilmiyorum. Fakat o anneler için yaşamın zamanının adaletle ilintili olduğuna eminim... 

İnsanoğlunun adalet tanımı yıllar yılı değişmiş. Adalet bir ilke bir kural mıdır, yoksa bir değer midir, bu da tartışmalı kimi yerde. Toplumsal adalet aynı çağda farklı toplumlarca farklı tanımlanmış. Eski Mısırlılar sosyal adaletin krala ve onun maiyetine dair bir değer olduğunu kabul etmişler. Sosyal adaletin sağlanması kralların göreviydi ve eğer iyi yaparlarsa ölüm levhalarına işleniyordu. Platon, adaletin bir erdem olduğunu öne sürmüştür. Ve eğer bu erdem yoksa diğer erdemlerin bir önemi yoktu. Konfüçyüs'e göre ise adalet önce toplumun yöneticilerinden başlayarak dağılması gereken bir ilke ve değerdir. Örneğin fakirlik yoktur, var olanın eşit dağıtılmaması vardır. Modern toplum adalet anlayışının kuramcılarından kabul edilen Thomas Hobbes'a göre, insanın kendi kendine sınırlı bir özgürlük alanına geçtiği noktaya ahlâk, çıkarına uygun düşen bu durumu sağlamak için sınırsız haklarından vazgeçme durumuna sözleşme, ve bu sözleşmenin gereğinin yerine getirilmesi de adalettir. Bu adaletin dağılımında bireyler topluma ve birbirine, ve toplum bireylere karşı borçludur. 

Aynur'un oğlu o günlerde sekiz dokuz yaşlarında olmalıydı. Adil bir dünyada yaşadığına dair bir inancı gelişti mi bilinmez. Bugün, genç bir adam olarak karşılaştığı adalet onun içini soğutacak mıdır o da bilinmez. Yaşadığı toplumdaki diğer bireylerin ona karşı bir ilkesizlik ve ahlaksızlık içinde bulunduğunun farkında mıydı, onu hiç bilmiyoruz. Ben, arkadaşımın ölümüne sebep olan insanın on dört yıl sonra olsa bile artık biliniyor ve bulunmuş olmasından bir an olsun mutlu oldum. Aynur'un bir an bana baktığını ve gülümsediğini gördüğümü sandım. 

13 Nisan 2017

Evine Giden Yollar

Bazen ev yoktur yolun ucunda artık...

foto: Nuri Akman, 2016, Diyarbakır (gazeteden)

 Bazen renktir, kokudur, dilde bir ekşiliktir... 

Ankara, 2017

Eve giden, evine giden, oraya bir yol bulur mutlaka, ağzında bir tat, gönlünde bir seda...

Ankara, 2014, 2016

Tende bir candır evin yolu, sizi bekleyen... 

Ankara, 2014, 2015, Kalkan 2017

Geçmiştir bazen evin yolu, bir daha gidilmeyecek. 

Ramadan köyü, 2008

Ne kadar uzak olursa olun eviniz, yürümenize güç verenlerdir yolunuzu yakın eden... Dostlar vardır bazen, size, evinize giden yollarınızı öğretir...

Ben ve Mehtap, İstanbul, Maslak, 1992
                                                                          

10 Nisan 2017

İki Kadın Bir Hayat: "Tereddüt"

Film: Tereddüt
Yeşim Ustaoğlu, Prof. Dr. Bahar Gökler
Bahar hocanın deyişiyle; 
İki kadının karşılaşması. Kadınlaştırılmış bir çocuk ve nesneleştirilmiş bir kadın.

Elmas; kendini oluşturma aşamasında bir ergen. Bu dönemdeki ergenler cinselliğe yönelik eğilim gösterebilirler ancak bunlar tanımaya yönelik, meraktan başka şeyler değillerdir. Elmas'ın bu nedenle kocasıyla yaşadıkları onun için travmatik, seks ya da cinselliğin tamamen dışında cinsel şiddet kapsamındadır. Elmas akranlarını uzaktan izlemektedir. Kendisi ev işlerini yaparken oyun itkisiyle zamansız erişkinliğini gizli gizli yaşamaktadır. Elmasın çocuk kimliğini kocasının ağzından da duyarız filmde. Kocası, "Bilmez o, Elmas'ı neden çarşıya gönderiyorsun", derken annesine çocuk olduğunu kabul eder ama karısı olarak koynuna almaktan geri durmaz. Elmas çaresiz, yalnız ve korkmaktadır. Kocası ölünce psikolog Şehnaz ile karşılaşır. Şehnaz monodrama yöntemi kullanarak Elmas'a yaşadıklarını anlattırmaya çalışır. Rüyasında Elmas'ın gözü çıkmıştır. Gözünü elinde taşır çünkü ailesinin nezdinde gözden çıkmıştır. Aynı şekilde kocasının evinde de gözden çıkmıştır. Kayınvalidesinin iğnelerini ve bakımını yapan, yemekleri yapıp evi temizleyen biridir. Gözü elinde tutması aynı zamanda gözlerinin açılması, kendinin farkına varmaya başladığı zamanı anlatır.
Şehnaz, Elmas'a nazaran daha iyi bir konumda gösterilen bir karakter. Eğitimli genç bir kadın. Psikiyatrist. Ekonomik bağımsızlığı var.  Ancak Şehnaz'ın kocası modern bir ataerkildir. Karısını sık sık izlediği porno filmlerdeki kadınlarla yaşadığı ilişki gibi yaşamaya çalışır. Karısı onun için bir nesnedir. Ne yaşadığını, günlerini nasıl geçirdiğini, neler düşündüğünü bilmez. Şehnaz bu arada doktor Umut'da anlamak, anlaşılmak, paylaşma ve seksi bulur. Oysa kocası ile ilişkisinde bir nesne gibidir. Kadına cinsel bir nesne gibi davranmak kadına yönelik önemli bir cinsel tacizdir. Kocası için Şehnaz canlı bir porno ögesi gibidir. 
Kendi gerçeklikleriyle karşılaşan bu iki kadın özgürleşme yolunda birbirilerine yardımcı olmuşlardır. 
Şehnaz ve Elmas
 Yönetmen Yeşim Ustaoğlu'nun deyişiyle; 
Uzun zamandır kadının sosyal hayat içindeki durumu üzerine filmler yapmaya çalışıyorum. Diğer sorunları da göz ardı etmemeye çalışarak tabii. Gerçek hayat hikayelerinden çok beslendim. Her zaman danışmaktan büyük keyif aldığım Sayın Bahar hocanın vakaları da dahil. Bize öğretilen çok şey var. Bunlarla kadın oluyoruz. Elmas'ı yazarken Şehnaz'ı yazmaya karar verdim. İlk başta Şehnaz yoktu. Öncesinde, köydeki ailesinden başlayarak Elmas üzerinden bir erken evlilik, kadınlaştırılan bir çocuk hikayesi düşünmüştüm. Aslında erkekler de buna benzer durumlar içinde kendini buluyorlar, sadece kadınlar yaşamıyor bu görünmezliği, farketmeden yavaş yavaş süregiden sessiz kayboluşumuzu. Burada Şehnaz'ın hayatını anlamak daha zor. Elmasları gördüğümüzde hemen farkedebiliyoruz, tepki verebiliyoruz. Oysa Şehnazlar kendi tercihlerimizle seçtiğimiz hayatların içinden çıkamama hali, çok daha zor. Kendimizi kandırma, kendimizi çekip çıkaramamış olmak. Bunların üzerine bir de karşımızdakinin sevdiğimiz bir adam olması, bağlanma, kendimizi anlayamama, kandırma v.s. Hepsi daha da körleştiriyor bizi. Elmas'ın kocası kötü bir adam değil mesela. Kayınvalidesi de değil. Elmas'a kötü davranmıyorlar, eziyet etmiyorlar. 
İyilik ya da kötülük değil aslında burada yaşanan şiddet. Ve asıl kötü olan belki toplum tarafından kabul edilebilir şiddetin insanda yarattığı yıpranma, dolma, azar azar olayların bizi iteliyor, güvensizleştiriyor olması. Sevgisizlik yavaş yavaş öldürüyor. 

Karadenizin dalgalarında kaybolan görüntülerle açılıyor film. Gri, zaman zaman siyaha ve beyaza dönen görüntüler. Karadenizin ayrı bir deniz güzelliği olduğunu hatırlattı bana. Artık, otoyolun gürültüsünden ve varlığından eski ihtişamı farkedilmese de bazı kıyılardaki kuytulardan hala haşmeti ve hırçınlığının güzelliğinin görülebileceğini hatırlattı. İyi bir film izleyeceğim ve hemen ardından yönetmeninden dinleyeceğim detayların heyacanıyla ekrana kilitlendim. 

Şehnaz, evinin çöp poşetini eline alıp çalıştığı hastaneye kadar gelir. Buradan dalgın olduğunu anlarız, hastaneye kadar çöp poşetiyle gelmesinden yalnız yaşadığını düşünürüz. İş arkadaşı olduğu anlaşılan Umut, elindeki çöp poşetini ikiletmeden gözlerinden anlayarak elinde alır gider atar. Şehnaz evlidir. Durgun, heyacansız ama güzel yüzüyle orta yaşların hemen başında görünmektedir. Bu hastanede psikiyatrist olarak çalışmaktadır. Kocasını sevmektedir. Kocası, genellikle şehir dışında, geldiğinde daha çok kendiyle ilgili görünen, gecelerini de porno izleyerek geçirmeyi tercih eden bir adamdır. Şehrin denize yakın bir yerinde bir apartman dairesinde Elmas'ı görürüz. Fersiz gözleriyle yaşından çok önce büyüdüğü anlaşılan zayıf, genç bir kadındır. Sağlık bakımını yaptığı bir başka kadından ve evin içinde dönüp durup yaptığı işlerden o evde yaşadığı, hasta kadının kocasının annesi olduğu anlaşılır. Kocası karısının yalnız başına dışarı çıkmaması gerektiğini, henüz çocuk olduğunu söyleyen, hediye kıyafet alan, akşam yemeklerinde tabakları taşımasına yardım eden işinde gücünde bir adam görünümündedir. Geceleri ondan korkmaması için teskin eder ama karısı olarak cinselliğini de ister. 

Filmi, yönetmeni ve çocuk psikiyatrisi alanında uzun zamandır çalışmış, Hacettepe Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi bölüm başkanlığından emekli, en son Amerika'dan çocuk alanında çalışan dünyadaki Bilim İnsanı ödülünü almış, hemen her fırsatta dinlemekten çok keyif aldığım psikiyatrist Bahar Gökler hoca'nın soru-cevap sohbetleri olmadan izleseydim bu kadar anlaşılır olmayacağına eminim. Fazlasıyla satır arası kullanan bir yönetmen Yeşim Ustaoğlu. Ne anlatmak istiyorsa, kendisi için o anlamı ifade eden davranış ve kalıpları kurguluyor ve onu bize gösteriyor. Hiç bir boş hareket, hiç bir boşa sahne yoktu. Konusuyla içli dışlı, anlatmak istediği derdiyle çok dertli ama bize anlatırken gerekli akışkanlık, hikayenin görünürlüğü sönük kalıyor gibiydi. Konu iyi, zaman ve mekan yeterli, oyuncular iyi, hikaye iyi kurgulanmış ama birleştirmelerinde teknik bir yetersizlik hissi bırakabilir film. "Sevgisizlik yavaş yavaş öldürüyor", ifadesine fazlasıyla katılıyorum. Eğer sadece hepimizin bildiği erken evlilikler üzerine, Elmas'a dair bir film yapsaydı, hepimiz Elmas'a çok üzülecek, olup giden erken yaşta evlilikleri düşünüp "iyi film yapmış hatun" diyerek çıkacaktık sinemadan. Bir müddet gazetelerde okuduklarımızdan, etrafda duyduklarımızdan, bunun gelecek nesilleri ne kadar etkileyebileceğinden, yaşadığımız toplumda ama bizim içinde olmadığımız bir sorunu konuşuyor olmanın hafifliğiyle ayrılacaktık dostlarımızdan. Şehnaz'ı anlatarak bizi bir durduruyor Yeşim Hanım. Yaşamlarında ilk bakışta kötü bir yan görünmeyen, hali vakti işi gücü, kocası, sevgilisi yerinde biz kadınlara bir çelme takıyor. Kafamızı yerden kaldırıp baktığımızda kanayan dizimizi, taş batan avucumuzu; kabullendiğimiz yaşamlarımızı görüyoruz. Şehnaz'ın kocasının ona uyguladığı sessiz şiddet, kabul ettiğimiz normal evlilik halleri. Her gün vücudumuzun bir yerine farkettirmeden çizik atan; sessiz yemeklerimiz, kahkasız gülüşlerimiz, katıksız çaylarımız, soğuk battaniyelerimiz... İnsanın yokluğu böyle böyle oluşmuyor mu? 

Elmas ile Şehnaz'ın yaşadığı şiddetin karşılaştırılması abes gelebilir. Acılarımıza göre sıralansaydık hayat karşısında belki öyledir. Belki bir öncelik sıramız olacaksa adalet karşısında Elmas'ı öne oturtmalıyız. Fakat filmin sonunda Elmas da Şehnaz da aynı şehirde farklı yollara gidiyor, yaşadıkları şiddetten geriye kalanlarla. Dahası, daha önemlisi, kimi araştırmacılar kabul edilebilir şiddetin zamanla görünür olanlarını yarattığını, sessiz kalınan ve toplumca normalleşmiş insan kötülüğüyle baş edilmesinin daha güç olduğunu söylemektedirler.

Kabul edilebilir yanlışlar kaç doğruyu götürüyor hayatlarımızdan...

Not: Ankara için bu tür etkinliklerden haberdar olmak isterseniz şu adresi takibiniz tavsiye olunur.

07 Nisan 2017

Türkçe Falan Gibi Şeyler


























Konuyu hiç orada burada araştırmadan doğrudan size sorayım dedim. Türkçede benim farkında olmadığım bir kural değişikliği mi oldu? Kısaltmalardan sonra gelen iyelik ekinin kullanımı (.) ile mi ayrılır oldu? Yukarıdaki tez 2010 yılında yazılmış ve daha sonra kitap olarak basılmış. Mesela "Türkiye'de", derken yukarıdan kesme kullanmış ama kısaltmada kullanmamış, demek bir bildiği vardı diye düşündüm ama?... Dahası, kısaltmaya bir şekilde ek getirdik tamam, nokta ya da yukarıdan kesme ile, diğer bir bildiğim, gelen ek kısaltamanın ses uyumuna uymalı, değil miydi? Birinci fotoğrafın ilk cümlesinde uyulmuş ama ikinci paragrafta uyulmamış, kısaltılmamış, sivil toplum kurumunu, denmeye çalışılmış. Bu bitmiş bir kitap. Benim araştırmam devam ediyor daha halen henüz...

Biliyorum, hiç önemli detaylar değil. Ölülerin üzerinden yürüyerek geçiliyor son günlerde ülkede. Hatta henüz ölmemiş, ölmek üzere olanların. Adalet, çok kez haksız, çok kez zalim olmuştur bu topraklarda fakat ne gördüklerimde ne de bildiklerimde bu kadar gözlerimizin önünde oldu her şey. 

04 Nisan 2017

Günlerden Bir Gün

Bugüne dair doğrudan bir şey yazmak istemiyordum fakat yandaki resmi görünce söz söylemeden bırakamadım. Bir dostum telefon uygulamasına ilgili tarihe bu ilgili notu almış önceden ve bugün farketmiş. Ne harika! bir hediye bir insanın aklında böyle kalmak... Benden geriye kalacaklar arasında isteyebileceğim güzel dileklerden biri, ve duymak çok güzel.
Sen de sağol varol arkadaşım, iyi ki biz varolmuşuz.

Bu yıldan dileğim; geçmişle ilgili savaşımı bitirebileceğime inanmasam da, en aza indirebilmek. Gelecekle ilgili kurgusal kafamı sakinleştirebilmek ve bugüne daha fazla odaklanabilmek, zaman denen tuhaflıkla dengeli bir birliktelik kurabilmek, mümkün olduğunca.

Yaşamın kendinden olağanüstülülüğünü her zaman aklımda tutmaya çalıştım ve buna inandım. Bu dünyaya geldiğime her zaman şükrettim. Böylesine güzel ağaçları, çimenleri, nehirleri, sarı papatyaları, mis kokulu nergisleri, bakmaya doyamadığım engin dağları ve bilinmez yıldızları gördüğüme çok mutluyum. İnsanın diğerlerine yaptıklarına bir o kadar kızgın olmama rağmen. Bundan yirmi yıl önce 'insanı' düşündüğümde sevdiğimi hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Bugün, hayatın beni tam tersine getirdiğini anladım. 'İnsanı' sevmiyorum artık. Ve bunu görebildiğime de -maalesef- mutluyum. Tarih boyunca bencilliğimizin, hırsımızın, hep daha fazlasına olan tamahımızın, kendimizi bir şey sanan kibrimizin üstün gelmesine katlanmak zor. Bu asla değişmeyecek, 'insan', bununla geldi bununla yok olacak. Etrafımda tutabildiğim, etraflarında olabildiğim iyilerin varlığıyla dünyayı sevmeye devam edebilmek, hayatın katlanılmaz olacağı an gelmeden gidebilmekten başkaca dileğim yok sanırım. 

30 Mart 2017

Ölü Zaman Gezginleri


"kabına sığmaz olunca bana koşardı eskiden, şimdi bunu yapmıyor; kırgın. kırgınlığının nedenini çözemiyorum bir türlü, artık gözleri çok uzaklaştı, okunmuyor. " Ölü Zaman Gezginleri | Hasan Ali Toptaş

27 Mart 2017

Hikayenin Özü

Uzun zamandır yazmak istediğim bir hikaye bu. Epeydir düşünmeme rağmen nasıl yazacağımı, nerden başlayacağımı tam bilemediğim yine de. Hayal meyal bir şeyler görüyorum, kelimelerini buluyorum görüntülerin ancak o kadar. Başını ve sonunu şöyle böyle oluştursam da gidişatını ve neden sonuç ilişkisini kuramıyorum bir türlü. İki ya da üç kişilik bir hikaye aslında hepi topu. Bir dağ var gözümün önünde, çok dik olmayan. Uzun, aralarından güneşin az ama keskin şekilde sızdığı, her yeri olmasa da bazı bölgelerinde çok sesli yapraklarının bol olduğu ağaçlara sahip bir dağ. Sonra iki kişi, kimileyin el ele, kimileyin bir aşağıda biri yukarıda dağın yukarılarına doğru yürümeye çalışıyorlar. İlk bakışta görünen, herkes kendi attığı adımdan, tuttuğu daldan sorumlu. Gerçekte de öyle değil midir zaten. Hikayenin özü bu, yani sizin şimdi anladığınız şey, değil aslında. Çok başka, bambaşka. Peki, yeniden deneyeyim yazmayı.

Korkunç gürültülü, doğanın kızgın yüzünü hatırlatan, ürkütücü doluların yağdığı bir gündü, tıpkı bugünki gibi.


24 Mart 2017

20 Mart 2017

Akıldan Müziğe

Bir süredir bunu düşünüyorum; bunca kötücüllüğü yaratan insan aklının bir sınırı olmalı. Bunca kuralı ve düzenlemeyi getirmişse eğer Tanrı, insan aklına da bir sınır getirmemiş olması akla hayale sığacak şey değil. Eğer getirmediyse, ki öyle öyle görünüyor, ya biz bir yerlerde Tanrı'yı kaybettik, ya da aklımızı... 

Aşağıdaki müzik bir Balkan türküsü. Kimin nereye ait olduğu karmakarışık bir coğrafyada bugün Bulgarlar ve Makedonlar bu türkünün kime ait olduğu konusunda kavga halindelermiş. Hatta Bulgarlar türkünün %110 kendilerine ait olduğunu söylermiş. Acının acı üstüne bindiği, soykırımından kitlesel katliamına her türlü insan kötülüğünü görmüş bir coğrafyanın acısından delirmiş türküleri üzerinden hâlâ kavga ediyorsa insanlar, tüm müzikleri de sadece dinleyenine aittir bence. Türkü Makedoncadır, ve Bulgarlar bu türküyü Makedonca dinlermiş.


Ben de son günlerimi bir ağaç altında bu teyze gibi geçirmek istiyorum:-)

17 Mart 2017

Çocuk İşçiler yazısına cevap

"Zamanın yok edemediği hiç bir kötü gün yoktur", diyor Macbeth. 

Şu yazıda neden bahsedildiğini, en önemli çıkarımın ne ya da neler olabileceği hakkında görüşlerinizi sormuştum. Sevgili deeptone  önemli bir yorumda bulundu, kendisine teşekkür ederim. Söz konusu yazıda benim naçizane demek istediğim daha başka bir şeydi. Dikkat ettini mi, diyecektim, fabrika sahiplerinin adını bilmiyoruz, benim okuduğum hiç bir kaynak adlarını anmıyor. Diğer yandan çocuk refahı alanında iyileştirmeler yapmaya çalışmış Robert Owen, Robert Peel, John Wood, ve John Fielden'in isimlerini biliyoruz. Kısaca bunu demek istemiştim. 

Macbeth haklı mı bilmiyorum, insan ömrü zamanın döngüsünün tamamlanmasını görecek ve evrenin sebep ve sonuçlarını bilecek kadar uzun değil. Eğer haklıysa, belki haklılığı, insanın ömrünün kısalığından sebeptir. Eğer haklı değilse, haklı olmasını dilemek ve  iyileri anmak, kötüleri unutmak insanın zamandan intikamının en iyi yolu olsa gerek... 

14 Mart 2017

Çocuk İşçiler

1800'li yılların başına kadar İngiltere'de devletin sosyal politikaya dair bir işlevi yoktu. Dahası var olan genel geçer uygulamalar işçi sınıfına yapılan baskılarla toprak ve fabrika sahiplerinin işine yarıyordu. Ailesi olmayan, olsa da çoğunlukla yoksulluklarından dolayı çalıştırılan çocuklar fabrika sahiplerine işçi olarak satılıyor, anlaşmalar yapılarak fabrikalarda çalışmaya zorlanıyordu. İlerleyen yıllarda dokuma sektörünün hızla gelişmesi buralarda çalışacak büyük bir işgücünü gerektirdi. Dokuma tezgahlarının küçük makine parçaları için biçilmez kaftan olan çocukların elleri uzun zaman fabrika sahipleri için büyük nimet oldu. Çocukların bazıları dört, beş, altı yaşlarında işe başlatılıyordu. İş saatlerinin kontrolü ya da kısıtlayıcılığı olmadığından fabrika sahipleri istedikleri saatlerde istedikleri kadar çalıştırıyorlardı çocukları. Sabahları doğuşuyla çalışmaya başlayan çocuklar sabah yarım saat, öğlenleri bir saatlik yemek molaları dışında akşam altı yedilere kadar mola vermeden çalışırdı. Tezgah başında uyuya kalan çocuklar sert vuruşlarla uyandırılır, sabahları fabrikanın sağlıksız ortamlarında yaşayan ve uyanmakta zorlanan çocukların yine sert fiziki cezalarla uyandırılırdı. Su içmek ya da tuvalete gitmek gibi ihtiyaçlarını ancak yemek saatlerinde karşılamaları beklenirdi. Dört beş yaşlarındaki çocuklar fabrika içine dökülmüş yünleri toplayıp bir yere yığıyor, altı yedi yaşlarındakiler tezgah başında daha büyükler de taşıma işlerine bakıyordu. Oxford Üniversitesinin bir araştırmasına göre 1800'lerde 350 bini 7-10 yaşlarda olmak üzere, en az 1 milyon çocuk fabrikalarda istihdam edildi. Ve yine bu dönemde toplam iş gücünün yaklaşık %15'i çocuklardan oluşuyordu.

Çocuk koruma konusundaki ilk adım 1802'de Sir Robert Peel tarafından atıldı ve onun çabaları ile ilk kanun çıkarıldı. Çocuklar en fazla on iki saat çalıştırılabilecek ve geceleri çalıştırılmayacaktı. Maalesef bu kanun sadece sahipsiz, ailesi kalmamış çocukları kapsıyordu. Yürüyen sefalet ile yakından ilgilenen, Robert Peel, Robert Owen, John Wood, ve John Fielden'in çabaları ile fakat ancak otuz yıl sonra 1833 yılında kanunda güncellemeler yapıldı. Ve, dokuz yaşından küçüklerin dokuma sanayiinde çalıştırılması yasaklandı, gündelik çalışma saatleri sınırlandırıldı. Daha iyisi, 1847 yılında kadınlar ve on sekiz yaşından küçük çocuklar için gündelik çalışma on saat ile sınırlandırılır. (-kaynak: Walter A. Friedlander)

İngiltere, 1800'li yıllar. 
Şimdi sormak istediğim; bu kısa tarih bilgisinden çıkarılabilecek en çarpıcı sonuç ve sonuçlar nelerdir size göre? Ben kendi fikrimi bir sonraki yazıda söyleyeceğim. Görüşmek üzere.

not: Türkiye'deki ve çoğu ülkedeki şartlar maalesef 19.yy şartlarının çok çok ötesinde değildir. Fakat bugünkü konumuz bu değildir. 

11 Mart 2017

Umar

Elimde tuttuğum kanlı yumak hala ılıktı. Soğumuyordu bir türlü ne yapsam ve bu beni daha da sinirlendiriyordu. Sıksam da sıkmasam da kan, serçe parmağımla yüzük parmağım arasından geçiyor bileğime doğru akıyordu. Az hissedilir ama hissedilir bir hareket hala vardı avucuma değen. Küçük, titreyen bir serçenin kalbi gibi, uyurkenki hali gibi, sakin, yavaş ve geri kalanlardan uzakta, öylesi daha güzel gibi. Olmuştu işte, böylesi daha iyiydi, evet evet daha iyi olacaktı. Kolumu dirseğimden bükmüş, elim havada gözlerim yerdeydi. Hemen ayağımın yanındaki yaprak motifine bakıyordum. Bir yaprak bir kalbe benziyormuş epeyce, şimdi farketmiş gibi bakıyordum. Ağaçların yapraklarının çıkardığı sesin kalbime o kadar yakından değmesi bundan sebep miydi, aklıma geldi birden bu soru. Ama düşünecek halim de yoktu şimdilik. Bu soğumayan kan akıp duruyordu hala.Tanrı biliyor ya çabalamıştım, uğraşmıştım, sonunun böyle olmamasını istemiştim. Bu soğumayan ılık, tenimde yine de ısınan kan akıp duruyordu hâlâ.



08 Mart 2017

Fuentes'in Saf Bir Ruh'u

Carlos Fuentes'in Körlerin Şarkısı hikayeler kitabını okuyan var mı? Son hikaye, Saf Bir Ruh hakkında bir şey sormak istiyorum. Hikayenin sonunda, sizce ölen kadın mektubu okumuş muydu, okumamış mıydı?

Bu arada merak edenler için kısaca diyebilirim ki; iyiliğin kötülüğü üzerine, okuduğum en iyi hikayeydi. İyilik ve kötülük üzerine düşünmek istiyorsanız, buyrun.



05 Mart 2017

Turnalar Göçer

telli turna
Turnalar göçmen kuşlardır. Benekli akbabalardan sonra en yüksekten uçabilen ikinci tür olmakla birlikte, akbabaların her türü göç etmediği için onları sayılmıyor ve böylelikle Turnalar, şimdilik, uzun süre uçarak Himalayaları aşan tek kuş cinsi kabul ediliyor.

Göç sırasında, kartal gibi tehlikeli dağ yırtıcılarından kaçınmak için Himalayalar'ın üstünde uçmak zorunda kalıyorlarmış. Alçakta kalan bir telli turnaya neler olabileceğini görmek istiyorsanız burada. Sessizce Hindistan'a ulaşanları izlemek istiyorsanız burada.  Hindistan köylerinin onları nasıl kutsal bir misafir olarak karşıladıklarını ve beslediklerini görmek istiyorsanız burada.  Uçan Kaz Morton ve arkadaşı Nils'i unuttuğumu sanıyorsanız, hayır unutmadım.

Hint kazları olarak bilinen başlıklı kazlar da en yüksekten uçabilen üçüncü kuş türü. O sayede o çizgi filmde bütün dünyayı gezdi Nils. Yalnız kazlar çok uzun süre yukarda kalamıyorlar, sekiz saat kadar, bu nedenle Nils ve arkadaşları sık sık aşağıda mola verip başlarını derde sokuyorlardı. Doğa hayvanlara insanların ondan aldıklarından kalanını veriyor ne yazık; az ve zor olanlarını. Mesela, kazların Himalayaların etrafından değil de neden üzerinden uçtuğuna çok anlam verilemiyor. Bu konudaki bir hipotez, kuşların milyonlarca yıl boyunca dağların şimdiki yüksekliklerine gelmeden önce, o güzergahı göç yolu olarak seçmiş olmaları, buna göre evrimleşmeleri. fotolar kaynakyazılar kaynak

02 Mart 2017

Sordu Karga

(fotoğraf internet görsellerden alıntıdır. Kaynağını bilmiyorum. Ama filmi biliyorum.)

27 Şubat 2017

Yağmur Sorusu

Akşam üstü yürüyüşümü yapmak üzere hazırlanıp evden çıktım. Kafamı bir kaldırdım ki yağmur. Hem de öyle çiseleme falan değil. Girdim içeri. Lakin bir kez yağmurun ve toprağın kokusunu almıştım. Şemsiyemi Kübik götürmüştü. Oysa en güzeli yağmurda fazlaca giyinmeden öylece yürümek olacaktı. Kapının arkasında düşünüyordum. Polar ve bere alsam suyu çekecekler, almasam ben suyu çekeceğim. Koku ve serinliği hâlâ burnumdaydı. Öyle böyle derken on dakika da tekrar hazırlanıp, ayakkabı mayakkabı değiştirip marul halinde çıktım dışarı. Elimi uzattım, gözümü açtım tek damla yok. Yağmur dinmiş. Şirinler aşkına ama yani! Şimdi soruyorum; hayat benden bu on dakikayı ne için aldı? Ya da aldı mı, verdi mi?

24 Şubat 2017

*Şu Güzellik Dedikleri Şey

Julio Cortazar'ın Bir Sarı Çiçek öyküsünü dün Hazal'ı beklerken kitapçıda okudum. Çiçeğin anlatıldığı tek bölüm aşağıdaki kısımdır. Yaşamaya dair okunası bir hikaye. Cortazar'ı ararken bulduğum Fuentes'in başka bir hikayesinden bahsetmek istiyorum. Hani daha önce Auro hikayesini övmüştüm. Kötülük, iyilik ve sevmek hakkında düşünmek istiyorsanız, Saf Bir Ruh öyküsünü okuyun. Bence okuyun yani. Kolay bir öykü değil onu da söyleyeyim. Bir kaç gündür kötülüğün sevmekle olan ilişkisini düşünüyorum ve hikayeyi düşünüyorum... Bugün kar yağmıyor. Ve bir insanın kalbi kadar soğuk değil dışarısı. Üşüyorsunuz ama üşüdüğünüzün farkındasınız.



21 Şubat 2017

Pessoa'dan

"İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları." -Fernando Pessoa

15 Şubat 2017

Beyaz Ayı Sendromu

Yazar Lev Tolstoy bir keresinde erkek kardeşine evin köşesine gidip ayakta durmasını ve beyaz ayıyı hiç aklına getirmemesini söylemiş. Bir müddet bekleyen kardeşi, beyaz ayıyı düşünmeden yapamıyorum, demiş. 

Psikoloji bilimi bu tanımı insanın bir türlü denetleyemediği, kendi kendine durmadan ortaya çıkan rahatsız edici saplantıları tanımlamak için kullanıyor. 

- Psikeart 49, 2017.I

12 Şubat 2017

Doğuya Doğru

Geziye geçen sene Şubat ayında gitmiştik ama yazısı şimdiye kısmet oldu. Neyse ki daha sene bitmedi.

Kars gezisi, gizemli tren yolculuğunun bir aracı olarak başlamıştı benim için. Uzun yolculuğun sonunda görülüp gelinecek bir yer o kadar. 

Cezerye, kuru kayısı, ceviz, kestane, hazır çorbalar, Adana'dan ev usulü pideler ve şarap (kimseye söylemeyin) akşam saat on olmadan yediklerimizdi. Ayıcıklı pijamalar giyilmiş, yeleğimiz sırtımızda, ayağımızı uzatmış pişmiş kestaneleri üflerken kompartımanın kapısı çalındı. Birimiz uzatma kablosuna birimiz şaraba atlarken, "bir dakika açıyoruz" diyen hep bir ağızdık galiba. Uykudan şimdi uyanmış bir çocuğun bütün sevimliliğini takınıp,  gülümseyerek açtık sürgülü kapıyı. Hay bin kunduz adına! Yan kompartıman sigortaları attırmış. Bir kaç kez doğu ekspresini kullandıkları için manzaraya doymuşlarmış, bu sefer TV ekranlarını getirmişler, üç koca adam hep beraber oyun oynuyorlarmışmış! Görevli de bizde bir sıkıntı olup olmadığını sormak istemiş. İyi ki de yoktu. Sorun büyükmüş ve taa Sivas'taki istasyonda yapılabilecekmiş ki, sabaha karşı filan demekti bu. Yan komşular sabaha kadar ışıksız, oyunsuz, filmsiz kaldı tamam ama, bütün yolcular üç saat Sivas'ta bekledik, Kars'a üç saat geç vardık. Onu geçelim, çağ kebabını da üç saat geç yedik en fenası... Görevli gidince, biz de oraya buraya sıkıştırdığımız yiyecek miyecek şeylerimizi çıkarıp devam ettik tıngır mıngır gitmeye, karanlıkta yolu izlemeye, arada birbirimize laf atmaya, ben notlarımı almaya, biri fotoğraf çekmeye, diğeri kitap okumaya, dağcımız malzemelerini ayarlamaya... Tren de yolundaydı bizden habersiz umutsuzca sanki... Dostlarla yapılan her şey keyifliydi...

Biraz teknik bilgi verecek olursak; Doğu Ekspresi'nde yer bulmak oldukça zor olabilir. Özellikle Ocak-Şubat aylarında kayak için okul tatilinden faydalanan çocuklu aileleler, tur şirketleri ve mevsimin doğasından faydalanmak isteyen fotoğraf severler bu aylarda akın ediyor. Gezinin mimarı arkadaşımız bir gece bilmem kaç saat internetin başında uğraştı da öyle alabildi biletleri. Turlar vagonları baştan kapatıyormuş, satamazsa sonra açığa düşürüyormuş... Üç tür yolculuk tipi var trende. Koltuklarda, yataklı veya kuşetli vagonlarda seyahat. Elbette bütün olarak trenden trene değişecektir vagonların konforu fakat gittim baktım, kuşetliden çok farklı değildi yataklı vagonlar. Kuşetli dediğimiz kompartımanlar hem koltuk hem yatak olabilen çek-yat benzeri dört kişilik koltuklardan oluşuyor. Bir kişi seyahat eder ve bir kuşet satın alırsanız, tanımadığınız üç kişiyle küçük oda benzeri bir kompartımanda uyumak durumundasınız. Yataklı vagonlar iki kişilik, içinde minibarı ve lavabosuyla biraz daha konforlu. Diğer vagonda normal koltuklu. Otobüs koltuğuna göre daha geniş, daha uzun ve rahatlar. On - onbeş yıl önce Ankara-İstanbul arasında Başkent Ekspresi'ne binmiştim. O zamanlar yemek vagonu masalı, bol çeşitli yemekli ve hepsinden öte bira satılan bir yerdi. Şimdi artık çok farklı maalesef. Yemek vagonu neredeyse yok, sıra benzeri oturma alanı ve hazır, mikrodalgada ısınan soğuk paketli yemekler var ve hiç yeterli değil. Alkol zaten yok. O nedenle kendi yiyeceğinizi, içeceğinizi bir şekilde organize etmeniz uzun yolculuğun keyfi ve tokluğu için gerekli ve faydalı. Yolculuk ortalama yirmi beş saat sürüyor. En az bir kahvaltı bir öğle yemeğini dolu dolu atlatmanız gerekiyor trende. Diğerlerini binerken ve inerken halledersiniz gibi denk geliyor saatler. 

Geçen gün bir arkadaşım söyledi, lise grubu kırk kişilik bir grupla gideceklermiş yer olmayınca vagon ekletmişler. Öyle ha deyince ekleniyormu bilemedim ama olmuş demek ki. Acaba bir lokomotif kaç vagon çekebiliyor? Trenler esrarengiz yaratıklar gibi değil mi? Kendilerine ayrılan alanda durmadan ilerliyorlar, ne sağa ne sola kaçabiliyorlar ne de istedikleri anda durabiliyorlar. Trenleri sevmemizin başka bir sebebi olmalı sanki...

Temizlik derseniz? Fena değildi tuvaletler. Kompartımanlar ve verdikleri yastık, çarşaf, örtüler temizdi. Ütülü, kolalı veriliyor kucağınıza. Dört kişi rahatlıkla oturup sohbet ederek sıkılmadan vakit geçirebilirsiniz, öyle küçücük bunaltıcı değil kompartımanlar. Pencereler kocaman olduğu için gelip geçen köyleri seyretmek keyifli. Acaba köydekiler bize bakıp bizim düşündüğümüz gibi şeyler düşünüyorlar mı? Biz, orada kalabilmenin nasıl bir şey olduğunu belki, onlar da gidebilmenin... Gezinin mimarı arkadaşımız müthiş bir dağcı olduğu için bütün malzemelerini bizden esirgemeyerek getirdi, taşıdı, her detayı ayarladı sağolsun. O küçücük tüp o kestaneleri ne kadar kısa sürede kebap haline getirdi şaşarsınız. Sırrı tepsi de ama söylemeyeceğim.

Üst katta yatanlar uyurken düşme endişesi yaşayabilir.  Uykuya dalana kadar sarsıntı biraz rahatsız ediyor. Daldıktan sonra da derin uyunmayabilir. Ne de olsa trendesiniz ve bunu unutmuyorsunuz gece boyu kısaca. Biniş akşam oluyor, dolayısıyla manzara sabaha kalıyor. Erken yatıp, gün doğumuyla sürekli doğuya giden dağları ve nehirleri izlemek bir kaç uykusuz geceye değerdi bana sorarsanız. Ankara-Kırıkkale-Kayseri-Sivas-Erzincan-Erzurum-Kars güzergahında ilerleyen trende normalde sabah yedi gibi Sivas'ı geçmiş olarak uyanmış olmalıydık ama biz gece üç saat elektrik tamiri için beklediğimizden Sivas civarı gün doğmuştu. İyi ki de öyle olmuş, boş karlı tarlaların uçsuz bucaklığı beni mest etti. Öğle yemeği için biz de bütün gezicilere uyduk ve Erzurum istasyonuna gelmeden bir saat kadar önce yöreye has tatlımızla birlikte yemeğimizi sipariş ettik. Onlar zaten tren saatini sizden iyi biliyorlar, zamanında getiriyorlar. Ödemenizi hazır edip paketinizi kaptınızmı, giden trende sofranızı kurup yemek kalıyor. Bir de tren en uzun burada duruyor, on beş yirmi dakika kadar. Diğerlerini genel de beş dakika da geçiyor. Zaten en çok yolcu değişimi de Erzurumda oluyor.

Erzincan
Bundan sonrası; manzarayı izlemek, fotoğraf çekmek, yemek vagonunda sohbet etmek, tek başınıza ona buna bakmak ve günün bitişini ve varışınızı beklemek. Her ne istiyorsanız o. Uzun bir zaman gündelik yaşamın telaşından uzaklaşıp kendinize bakmak belki. Çok fazla fotoğraf çekmedim yolda. Kars'ın içinde biraz daha fazla var, onlar da sonraki yazıda. Buyrun, güzergah...

buyulugerceklik.com
Sivası geçince, sabah saatleri.

buyulugerceklik.com
Erzurum sonrası, öğleden sonra.
buyulugerceklik.com
Kars'a doğru.
buyulugerceklik.com
Kars'a doğru


buyulugerceklik.com
Kars'a doğru

buyulugerceklik.com
Kars'a doğru