30 Mayıs 2019

Şimdi

Levent çarşıya sık sık yolum düşüyor son günlerde. Tıpkı on yirmi yıl önce öğle tatillerinde oturduğumuz gibi oturuyorum gelip gittikçe meydanda. İstanbul'un nadide meydanlarından biridir Levent çarşı. Her zaman düşündüğüm gibi, nereye gitti o aradaki koca yıllar diye düşündüm bugün de çarşının ortasındaki banklarda. Ve bugün düşündüklerim nereden geldi hayatıma, böyle dedim. Hayatım boyunca dedemle babam arasında bir seçim yaptım. Ne zaman dedem desem hayat bana babamı hatırlattı. Çok güzel bir semt meydanıdır Levent çarşı. Kurgulanmış bir film seti gibi her şey yerli yerindedir.

Yorgunluğumu, bezginliğimi ve sırtımdaki bilgisayarı bahane ederek Levent'ten Beylerbeyi'ne taksiye bindim. Arabeskin en kötü örneklerinden biri çalıyordu, değiştir misiniz demedim; "şu mezarda yatan benim sevgilim" diyen çok kötü bir ses ve müzikle Avrupa'dan Asya'ya geçebilirdim, bunu yapabilirdim.

İstanbul uzun yıllardır olduğu gibi baharı yok sayarak kıştan yaza atlamış. Köprünün üstünden geçerken gördüğüm manzaraya dönüp, ben de olsam buradan atlayarak intihar ederdim, diye düşündüm. O kadar güzeldi!

Şimdi, Beylerbeyi'nde muhtemelen her çalışanın görmek isteyeceği bir manzaraya bakarak çalışıyorum. Köprüden bir taksi geçiyor. Bir kadın camdan el sallıyor. Ben de ona el sallıyorum. Dedemin at üstünden bana, sen yürüyemezsin atın yanında gelme kızım, deyişini hatırlıyorum. Gülümsüyorum elbet. Köprünün üzerinden geçen taksi geçip gitmesine ramak kala duruyor.

29 Mayıs 2019

Replik

"Bu acı kızımdan bana kalan tek şey. Neden onu unutmak isteyeyim ki! Keder, kalbin çürümesi gibi yok olup gitmez insanın içinden..."

Westworld dizisinden

28 Mayıs 2019

Yorgunluk Çelişkisi

Bu benim için şaşırtıcı bir hissiyat ama yoruldum sevgili günceciler.

Ne fiziksel ne de zihinsel olarak yorgun hissettiğimi kolay kolay hatırlamam sorsanız. Fiziksel yorulsam, keyifli hissediyorsam, yorgun da hissetmezdim. On yıl olmuştur, bir gece ay ışığı yürüyüşüne çıkmıştık. Gece ikiden sabah yediye kadar neredeyse durmaksızın yürümüştük dereler tepelerden de yine de ne o gün ne bugün yorulmuş hatırlıyorum geceyi. Ki varış yerine yaklaşırken ayaklarım birbirine dolanıyordu. 

Son günlerde ne zaman kendime baksam; çok yorgunum diyorum. Bedenen ağır şeyler yapmıyorum. Zihinsel olarak geçen yıla göre daha pasifim ama çok yorgunum, yoruldum a dostlar... 

Son dört-beş yıldır yarım günüm yok ki yapacak bir şeyim olmadan öylece oturmuşum... Önce derslerim vardı ve hep bir rapor yetiştirmem gerekiyordu. Dersler ve raporlar arasında yds, ales, yökdil bilumum sınavlara hazırlık cabası. Bir hafta bir rapor yazmama boşluğum olsa bu sınavlardan biri ya da bir kaçı mutlaka önümdeydi. Sonra yükseğini yaptığım bölümün lisansını da okumalıyım arkadaş diyerek bir de açık öğretimi kattım araya, hiç bir şey olmasa o vardı. Ha bu arada bir de kısmi günlerde iş hayatım vardı. Dersler bitti, tez araştırması ve yazması başladı. Araştırmayla beraber sınavlar yine vardı, hep vardı. Şükür bitti derken, bu sene başında uzun zamandır kovaladığım işe başladım. Teşekkürler hayat, tamam. Ama nasıl bir başlamaktır bu; gecem gündüzüm birbirine karıştı. Şu yaşta on yıldır yapmadığımı yaptım; bir gündüz-bir gece-bir daha gündüz hiç uyumadım, dördüncü gece de gece yarısı yattım.

Şimdilerde anlıyorum ki benim için yorgunluk kafamda sürekli yapacak bir şeyleri taşımak ve neyin ne zaman biteceğini kestirememekmiş. Belirsizlik beni donuk, böyle salak gibim bir şey yapıyor. Bitmemiş işlerin varlığı beni fena halde yoruyormuş. Çalışkanım zannerdim, yanlışmış. Yapacak bir şeyler varsa bitirmemek beni rahatsız ediyormuş...

Lakin, ama, fakat çok önemli bir şeyi de anladım ki yapacak, kovalayacak bir şey yoksa hayat da eriyormuş benim için. Şimdilerde bir yandan bir dağ evinde, bir dere kenarında, bir ağaç altında en az üç gün öylece durmak istiyorum.. Diğer yandan bunu uzun süre yaptığımı, eleğimi asıp yapacak bir şey olmadan aylar yıllar geçirdiğimi düşününce, aman Tanrım hani hayat, derim diyorum... 

27 Mayıs 2019

Küba'dan Kısaca

Küba yoksul bir ülkedir tanımlamasının aslında nasıl yanlış olduğunu fark ettim dün gece. Küba'ya giden bir arkadaşımızın bize gezi detayları ve Küba hakkında yaptığı sunumdan sonra, bizim için yoksulluk olan şeylerin onlar için farklılık olduğunu anladım. Farklı bir anlayış ve farklı bir hayatları var, yoksul olan bizleriz. Bizim için yoksulluk; evet, işsizlik, gelir dağılımında eşitsizlik ve yetersiz ücretler sonucunda sürekli bir gelecek ve belirsizlik kaygısıyla yaşamak. Bu kaygının ve stresin sonucuyla oluşan yine kaygı ve mutsuzlukla baş edebilmek. Çcuğumuzu istediğimiz gibi, iyi olduğunu düşündüğümüz bir okulda okutamamak, kendimiz ve ailemiz için gerekli ana besinleri alamamak, sağlığa erişim, barınma gibi ihtiyaçları temel düzeyde dahi kimi zaman karşılayamamak. Hiyerarşide hep yukarıda tutulan, eksiliğinin bizi daha da yoksullaştırdığı kültür sanat ihtiyaçlarına hiç girmiyorum. Küba içinse daha konforlu bir eve, daha yeni bir arabaya ya da belki bir arabaya, sürekli yeni ve değişen kıyafetlere vesaire sahip olamamak yoksulluk ki sahip olabilecekleri pek çok şeye de biz diğer dünyalıların kısıtlamaları sonucu erişemiyorlar. Bir yetersizlik, eksiklik, kurtulunması gerekli, bir gün değişecek umuduyla ömürlerin tükendiği bir durum da değil onlar için bu farklılık. Öyle ki; Küba vatandaşı olmak büyük bir onur ve gurur(muş).

Haydi Küba'da yaşayalım mı diyorsunuz? Maalesef. Küba vatandaşlık hakkı özel durumlar dışında sadece doğumla elde edilmekte. Bir Küba vatandaşı ile evlenerek oturma izni almak mümkün ama vatandaşlık, hayır. Devrim sonrasında vatandaşlık özel durumlar çalıştırılarak sadece iki kişiye verilmiş: Ernesto "Che" Guavera ve Gabriel Garcia MarquezÇıtanın nerede olduğunun altını çizmeme gerek yok sanırım ama bırakınız keyifle çizeyim.

The Self Century belgeselini şiddetle tavsiye ederim. Çünkü satın aldığımız ürün ve hizmetleri neden ihtiyacımız zannettiğimizi, ihtiyacımız olmayan pek çok şeye sahip olabilmek için nasıl canımızı dişimize taktığımızı (taktırıldığımızı) çok açık anlatmış.

25 Mayıs 2019

Soru Neydiden Sorun Neydiye




Not:Beş Kardeş dizisi bana göre son zamanların en iyi ironiler, komik, zeki ve akıllı göndermeler, en iyi oyunculuklar ve oyuncular dizisi

24 Mayıs 2019

İnanırdım

Yıllar önce biri, bugün bu olduğum yerde olacaksın dese, inanırdım. Bugün, iki bin on dokuz yılı mayısının yimi dördü.  

Yıllar önce biri, bugün o olduğun yerde olacaksın dese, inanmazdım. 

22 Mayıs 2019

Evimin Salonu

Şaka şaka, hayalimdeki.
f oto: https://www.turkishmodern.com/rugs
Not: Nasıl güldüm; bu fotonun amacı halıyı satmakmış. Salona defalarca baktım aklımın ucundan geçmedi halı. Şimdi bağlantıyı paylaşırken fark ediyorum. 

21 Mayıs 2019

Basit Tespit




Not: Bir çok farklı yorumunu özellikle müzik yorumunu dinledim şu türkünün. Bunun girişindeki sazı duyar duymaz; işte bu! dedim. İyi müziği ayırt edebilmek o kadar keyifli bir duygu ki. Selda Bağcan edasında -fiziği de benzer- hobi olarak gitar çalıp söyleyen bir arkadaşım var. Yıllar önce birlikte evde müzik dinliyorduk, kontrabası duyuyor musun, demişti?.. Artık duyuyorum ve müziği duymak var olduğumuzu hatırlatan harika bir his..

20 Mayıs 2019

Gündelik Şeyler

Benim üniversite gençliğimde Levi’s 501 çılgınlığı vardı. Çocukluk işte, insan istiyor etrafında olanı. O dönemlerde hiç bir vakit almaya yanaşamamıştım. Bugün kendim için bir fedakârlık yapmak isteyerek alayım artık dedim. Birincisi her şey zamanında güzelmiş. O zamanlar bir serçe olan ben şimdi bir güvercin olarak 501 modeline hiç uymadım. İkincisi yirmi yılda bir pantolonun fiyatına bu kadar mı yaklaşılmaz arkadaş! Uzun zamandır başkalarına gösterdiğim cömertliği kendimin de hak ettiğini düşünerek aldım bir tanesini.

Sonra, arkadaşlarımın makyaj malzemeleri altı yıl kullanılmaz Azize demelerine kulak asarak makyaj markalarını dolaştım. Sorduğum sorulardan satıcı adamın yüz ifadesine bakınca gelişmelerin epey gerisinde kaldığımı anladım. Son zamanlarda izlediğim makyaj yapma videolarından aklımda kalanlara göre; hani allık sürmeden önce yüzü aydınlatması için bir şeyler sürülüyor onlar bunlar mı, dedim, o çok başka bir şey hanfendi, az, orta ve yoğun kapatıcılar var, hangisinden istiyorsunuz, dedi. Hepsinin bende nasıl duracağından emin bir şekilde gülümseyerek, biraz daha dolaşayım dedim. Eğer oradan bir göz farı seti, göz kalemi, rimel, pudra ve bir allık alarak çıksaydım inanabiliyor musunuz, bir aylık asgari ücretin yarısını verecektim. Böylesine fedakarlık denmezdi. Satıcı adam, isterseniz yüzünüzde görelim nasıl aydınlatıyor dedi. Bilsem ki zihnimi de aydınlatacak dört yüz yirmi beş lira verirdim, dedim. Ama bedava ne varsa sürdükleri için ben de denedim. Genç ve güzel olmak parayla ilgili derlerdi de inanmazdım.

Makyaja karşı değilim ancak genç yaşta makyajın hücrelerin tazeliğinin yüze yansımasını kapattığını düşünüyorum şahsen. Lisedeki yeğenimin yüzüne baktığımda öyle aydınlık ve ışıltılı görünüyor ki yazık onu renk renk tozlarla örtmeye... Makyaj kırk beş ellilerden sonra hayatın kırıklıklarını* örtmek için birebir bence. Gözlerimizin altındaki uykusuz geceleri gündüze çevirmek için, bir kısmını geride bıraktığımız kirpiklerimizi belirginleştirmek için ve kaybettiğimiz utangaçlığımızın alını türetmek için... Başka yerden birkaç bir şey aldım ben de. Bir arkadaşımı çağırdım bakalım ne kadar değişmişim göstermek için, gelmedi. Dert etmedim. Bence aynıydım zaten.

*Ve yılların yorgunluğunu...

18 Mayıs 2019

Müzik ya da Dönence

Gelmiş geçmiş en güzel bestelerden bence! Hani derler ya; yok böyle bir giriş!!! Sözleri ve hikayesi ise şarkıyı daha bir yerleştiriyor yerine...
Usta isim, vakti zamanında “Dönence”nin hikayesini şu cümlelerle açıklamış. Dönence, dünyanın iki ayrı kutbundaki meridyenlerdir ve hiçbir zaman birlikte olamazlar. İnsanın doğasında da iki zıt kutup vardır. Bu, kendisinde olmayanı arama içgüdüsüdür. Örneğin; kış mevsiminde yazın gelmesini bekler, yazın da kışı ararız. İnsanlar hiçbir şeyin tamamına sahip değillerdir. Her şeyin yarısını yaşarlar. Örneğin 12 saat geceyi, 12 saat gündüzü yaşıyoruz ama 24 saat boyunca geceyi veya gündüzü yaşamıyoruz. Yani devamlı bir beklenti ve umut içinde yaşayıp duruyoruz. Bu beklenti ve umudun da sonu yok, dönüp duruyor. İşte tüm bu düşüncelerin ışığında doğdu Dönence… Şarkının müziğini Kurtalan Ekspres’ten Ahmet Güvenç ve Celal Güven yaptı. Aslında “Dönence” yoruma açık bir parça… Çünkü bizim dinleyici kitlemiz çeşitli kesimlerden oluşuyor. Bu çeşitli kesimlerden gelen insanlar da bu parçadan kendilerine göre bir sonuç çıkarıyorlar. Zaten arzu ettiğimiz, bu soyut şarkıdan herkesin kendi somut sonuçlarını çıkarmasıdır. Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız… Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor Görüyorum! Bu sözlerle insanların beklentilerini vurgulamaya çalıştım… Geceyi yaşayan bir insanın, gündüze olan özlemini dile getirmek istedim. Çünkü insanlar her gece aynı duyguları yaşıyorlar. Kupkuru bir ağacın dalıyım, yapayalnız… Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler kök salıyor… Biliyorum! Burada insanlardaki tatminsizliği ve olmayanı arama duygusunu açıklamaya çalıştım. Devamlı gelecekte olacakları umut ederek yaşayan insanları yani.

"Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes, Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor, Duyuyorum, görüyorum, biliyorum"

11 Mayıs 2019

Yapamıyorsan Olmamıştır

Bütün mesele benim lokomotifte senin son vagonda oturuyor olmansa eğer, ki hiç zannetmiyorum, ikimiz de eninde sonunda aynı yere varacaktık. Ama dedim ya mesele o değil, eğer olsaydı sen de bilirdin; lokomotif durmadan kimse trenden inemez. Bak, Süphan’ı geçiyoruz, bir kartal uçuyor, bir kuzu korkarak bakıyor, uzakta belli belirsiz kır bir at koşuyor. Bir adam elma yiyor, bir kadın çay içiyor. Tren durmaksızın ilerliyor. Aslında düşünüyorum da tam şimdi çok haklısın kıskanmakta, bütün saydıklarımı önce ben görüyordum. 

08 Mayıs 2019

İlişki Durumu Karışık

Elveda Rumeli dizisi vardı. Öyle sevmişim ki Makedonya'ya gittiğimde dizinin çekildiği Manastır kentini görmek istemiştim de yorgunluktan kısmet olmamıştı. Son iki saatir arayarak bulduğum bir sahnesi vardır, o zaman ağlamıştım, şimdi hüzünlendim. (Daha önce yazmıştım, yaşlanıyorum olsa gerek.)  7.bölüm 1:08 dakikasından itibaren beş dakika izlerseniz görebilirsiniz. Kocası Fatma'ya "Beni seviyor musun?", der. Fatma şaşkınlıkla güler, "Şimdi mi geldi aklına sormak, yirmi beş yıl sonra?" der. Kocası başını çevirir hafif yana ve öne basit bir soru dercesine, yine sorar "Beni seviyor musun?" Fatma, kadın tavrıyla detaylıca açıklar. "Ben seni seviyor muyum...Yimi beş senedir gıdak pisliği temizledim, niçin, sen seversin onları, onun için. Söyle ben seni seviyor muyum?" diyerek konuşmasını bitirir. Sevilenin sevdiklerini sevmek, sevilenin sevdiklerini sevmesekde gönüllüce kabul etmek... Ne güzel anlatmış, demiştim izlerken...

Hedonizmin gölgesinde başlıbaşına bir çıkar meselesi olabilir mi sevmek? Nihayetinde mutlu edenin, edeceğine inanılanın peşinden gidiliyor. İnsandan mutsuzluğu pahasına sevmesi beklenemez elbet. Bu, toplumların sağlıklı devamlılığı için doğru da olmaz. Mutluluğu pahasına mutsuzluğa göz yummaması beklenmeli ama... Sevilenin mutluluğu için onun başkasını sevmesi gönüllüce, mutlulukla kabul edilebilir mi sizce? Ve böyle biri değil de kim hak eder sevilmeyi...

Tarihte pek çok tutku hikayesi vardır. Bunlardan, İngiltere kralı VIII. Henry ve Anne Boleyn ilişkisi dikkat çekici gelir bana. VIII. Henry I.Catherine ile evlidir. Diğer yandan koca kral tek eşli olur mu ayıp bir kere, hem, sıfatı ne olacak olsun onunla olmak isteyen bir sürü genç kız var etrafında, elini çevirse gözü durmaz. Bunlardan biri Mary Boleyn'dir. Mary'den bir oğlu olur ama Mary metres sıfatı taşıdığı için oğlunun meşruiyeti olmaz. Mary'in kız kardeşi Anne ise henüz on beş yaşında çok güzel bir kız olarak sarayda dolaşmaktadır. Kral Anne'i de ister. Anne ablası gibi değildir. Evlenmeden olmaz diye tutturur. Henry Anne ile birlikte olabilmek, aslında sadece yatabilmek uğruna ülkeyi katolik kilisesinden ayırır ve halen İngiltere'nin resmi kilisesi olan Anglikan (yarı protestan yarı katolik) kilisesini kurar. Bir rivayete göre katoliklerin o dönemki kabullerinde iki kızkardeşle birlikte olmak ensest ilişki sayılıyordu. Kral birlikteliğine devam edebilmek için kiliseyi ikna edemeyince kiliseyi bertaraf etmiştir. Diğer ve en çok sözü edilen rivayete göre, kilise Anne'ne metresliğinin resmi sayılacağına, doğacak çocuklarının meşru olacağına dair garanti verse de, evlenmeden birlikteliğe ikna edilemez. Katolik kilisesinde boşanma kabul görmediğinden kral çareyi kiliseyi bertaraf etmekte, Roma kilisesinden ayrılarak Proteston kilisesini kurmakta görür. Nihayetinde Henry kral boşanır ve Anne ile evlenir. İşin ilginç yanı bundan sonra başlıyor bana göre. Anne ve kralın hiç erkek evladı olmaz. Anne'in erkek doğurmak için çeşitli akrabalarıyla ilişkiye girdiği söylentileri yayılır. Anne kurulmasına öncülük ettiği kilise tarafından ensest ilişki suçlamasıyla yargılanır ve o sıralarda Jane Seymour ile oynaşan kral, aşkı uğruna tüm ülkenin kilise bağlılığını değiştirdiği, ülkesindeki protestan-katolik çatışmalarının önünü açtığı karısının idam kararını onar. Nasıl bir sevmekmiş ki! Anne giyotinle idam edilir. Sonra da gider Jane Seymour ile evlenir.

Sanırım tarihin Henry'e ve İngiltere'ye bir cezası olarak, o dönemden sonra İngiltere'de kraliçeler/kadınlar dönemi başlar. Henry'in Jane Seymour'dan olan oğlu VI. Edward dokuz yaşında tahta çıkar ama çocuksuz bir şekilde yine çocuk yaşta ölür. Bu sefer ilk karısı I. Catherine'den olan kızı I.Mary tahta çıkar. İngiltere'nin ilk kadın yöneticisidir ancak beş yıl gibi çok kısa süre ve çocuksuz tahtta kalır. Ancak bu kısa süre içinde adını bilmediğimiz binlerce insanın ölüm emrini verir. Koyu katolik olan annesinin kızı olan Mary, annesinin Anne uğruna terk edilmesinin intikamı da olarak belki, yüzlerce protestanın canlı canlı yakılmasına kadar giden kanlı bir tarih bırakır arkasında. Asıl kraliçenin vakti gelmiştir. Henry'in hayatta kalan tek çocuğu olan ve meşruiyeti annesi Anne Boleyn'in idamından dolayı geç verilen Elizabeth (I.Elizabeth) İngiltere'de 42 yıl gibi uzun süre tahtta oturan ilk kraliçe olur. Kendisi, belki de anne ve babasının karmaşık ilişkiler tarihini de bitirmek adına hiç evlenmeyerek Tudor hanedanlığını bitirir. Kendisinden sonra yönetim kuzenlerine geçerek başka bir ailenin dönemi başlar.

Toplum sözleşmesi sevgi kavramı ve aile kurumunu birbiriyle özdeş sayarak insanı tek eşliliği yönlendirir. Diğer yandan aynı sözleşme tek eşliliği bir türlü yediremediği insanın hazları için işin içinden çıkamadıkça işine gelen insanlar için işine gelen çözümler üretmeye devam ediyor. Osmanlı haremi ortaya atmış, İslamiyet dört eşliliğe mübah demiş, modern toplum evlenmemeyi ve boşanmayı kolaylaştırmayı, diğer dinler kurallarını yumuşatmayı vesaire... İnsan her ne kadar yüce değerleri üzerinden toplumlar inşa etmeye çalışsa da yedi günahı için açtığı gedikler büyümekte ve toplumları dönüştürmeye devam etmektedir. Gelenek ve görenek dediğimiz pek çok şey de bir kaç neslin hafızası kadar hayatta kalabilmektedir...
Sonuç olarak, aslolan hayattır hayat da Beşiktaş'tır diyerek bir yere bağlanması zor görünen bu konuyu en ilgisiz noktada bırakmak, bu geç vakitte yapılabilecek en iyi şeydir...