31 Aralık 2014

Umutlu ve Merhametli Bir Yıl Olsun

Efendim Merhabalar,

Yeni yıl yazısı yazayım pek istedim bu sene, ama gördüğünüz gibi son saate kaldım. Bütün gün temizlik yaparken kafamdan neler neler geçirmiştim yazmak için. Şimdi, halim de yok, yazacaklarımı da hatırlamıyorum pek.  Bazı şeyler zamanında yapılmalı galiba a dostlar.
Takvimi, yazarak sıfırlamak istemiyorum, o nedenle yazacağımı yazıp arkama yaslanayım en iyisi.
Geçen sene yazdığım yazıya baktım da, bir yeri ilginç geldi. Sevmeyi bilmiyorum demişim. Bu sene ortalarında bunu bir kez daha tekrarladım bir yazıda; "sevmeye çalışmak istiyorum seni..." Bu benim için önemliydi oldukça. Yeni yılda, umuyorum yazdığım kişi için de önemli olur...

Burada kayıt altına almak isterim ki; günde en fazla yedi saat uyumak ve her sabah yapmaya çalıştığım yürüyüşümü aksatmayayım istiyorum bu yeni yılda.

İki şey var bir de dilediğim. Aslında aynı şeyden iki tane istiyorum. Daha önceleri de aklıma gelirdi ama ilk defa bu kadar çok istiyorum. Bu defa gerçekten istiyorum. Oldukça zor. Hani derler ya, bu olsun sana inanayım hayat! Bu olsun, mucizeye inanırım belki...

Hoşça kalın.
Hayattaysanız, hayatla kalın...

Ben bu şarkıyı çok sevdim...  Zamanın başlaması gibi; hayatınızın ağır akışı gibi, heyacanlanışınız gençlik dediğiniz baharınızda, dönüp duruşunuz dünya ile birlikte, hızlanışınız zaman zaman, durmanız, sonra yine kalkmanız... Ve bir gün, bir zaman, hiç beklemediğiniz bir anda duruvermesi zamanın...
Bana böyle geliyor bu müzik... Her şey silinebilir kalbinizden gün gelir. Çocuk sevincimiz ve merhametimiz daim olsun umarım. Gün olur kötü de olur kişi, gün olur bencil, ilgisiz,duyarsız, kör de olabilir, vicdanımız içimizden eksilmesin yalnız... 

27 Aralık 2014

Randy Pausch'un Biyografisi Üzerinden Kanser ve Psikososyal Etkileri

1960 yılında doğan Amerikalı Bilgisayar Bilimi profesörü Dr. Randy Pausch, pankreas kanseri nedeniyle 25 Temmuz 2008 yılında hayatını kaybetmiştir. Bu çalışma, hastalığı öğrenip, yaşamını yitirdiği süreye kadar, iki yıl boyunca Randy’nin neler yaşadığı, neleri farklı yaptığı, bugün bir makale konusu olmasını sağlayan, yaşam ve hastalığı ile ilgili farklı bakış açısı ile ilgilidir.
Tıp dışı bir çalışma olması dolayısıyla Pankreas kanserinden çok az bahsedilmiştir. Aynı zamanda, sosyal hizmetler çerçevesinden tıbbi sosyal hizmetin ve psiko-sosyal tedavi süreçlerinin kronik hastalıklardaki rolünden bahsedilmeye çalışılmıştır.

Kanser, yaşamla bağımızı koparma tehdidiyle hemen hepimiz için ürkütücü bir hastalıktır. Terim, neredeyse ölüm ile eş anlamlı algılanabilmektedir.
Dünyada ikinci sırada ölüm nedenini, kardiyovasküler hastalıklardan sonra kanser oluşturmaktadır. (Demirekin, 2014, s. 19) Kanser olarak tanımlanan hastalık, en basit, en kısa tanımı ile hücrelerin gereğinden fazla üremesidir. Kızıltan, 2010, s. 13'e göre, “Normalde günde 10 bin kadar kansere yol açabilecek mutasyon oluşur. Ancak vücudumuzu koruyan genler ve antioksidan gibi maddelerin etkisiyle kanser oluşmaz.”
Kelime kökeni Hipokrat ve eski Yunan’a kadar dayanır. Milattan önce, Hipokrat bazı tür tümörleri carcinos ve carcinomo olarak tanımlanmıştır. Dönemin Yunancasında bu kelimeler, tümörün ilerleyişi yengeçlerin ilerleyişine benzetilerek, yengeç, (crab) kelimesine referans edilmiştir. Bir başka Yunan hekim, Galen (130-200 AD) oncos kelimesini tümörü tanımlamak için kullanmıştır. Kötü huylu tümörlerin tarifinde halen yengeç benzetmesi kullanılmaktadır. Galen’ in terimi, “oncologists” (onkoloji) uzmanları tarafından kanser isminin bir parçası olarak kullanılagelmiştir. ( American Cancer Society, 2014)
Konu ile ilgilenenler makalenin devamını buradan edinebilirler. 

Makaleden alıntı yapmak isteyenlerden, beni haberdar etmelerini bilginin saygınca paylaşılabilmesi adına, tüm umudumu koruyarak, diliyorum. 

22 Aralık 2014

Sayiklamalar XIII

Sabah yerlerdeki sular donmuştu. Gökyüzü mavi cam rengindeydi ve parlaktı. Böyle günlerde ne derler bilirsiniz; hava kar topluyor. Henüz bırakmadı. Bekliyoruz.

Nergisler çıkmış. Her yerde Nergis satılıyor. Çok güzel kokuyorlar. Bayılıyorum Nergis kokusuna. Ben küçüklüğümde sümbül derdim bunlara. Herhalde ta üniversitede falan birileri bana sümbül budur, nergistir senin dediğin dedi, öyle öğrendim. Artık biliyorum hangisi hangisidir ama, yine de görünce ilk aklıma sümbül geliyor. Her şeyin çocuklukla ilgili olması ne fena.

Bir dişime kanal tedavisi yapıldı. İki kanallı bir dişmiş. Kanaldan kanala fark var tabii. Süveyş kanalı da var mesela, kanal D de, 7'de, A'da. Bunlar deri ve kemik arasına sıkışmış ince sinir hatlarıydı. Bir tek diş için uygulama yapıp, her bir kanal için para alması ayrı, o milimetrik kanalları temizlemek ve doldurmak için bir saatten fazla zaman harcaması ayrı bir dertti doktorun. Diş çok önemli. Beslenme mi, yemek sistemi mi, işte o sistemin yani öğütmenin ilk basamağı haliyle. Eh, yaşamımız da karnımızı doyurabilmek üzerine kurulu olduğuna göre, diş önemli. Para da önemli. Kim ola ki şu takas sistemini kaldırıp paraya para diyen acep. Bulup dövsek. A, bu arada biliyor musunuz, Türkçedeki para kelimesi Farsça parê kelimesinden gelir, küçük parça demektir. Yükte küçük pahada ağır.

Bu aralar ikide bir gözüm sulanıyor. Bugün kütüphanede ders çalışırken bir de ne göreyim; yanaklarımdan bir şeyler akıyor. Böyle durumda ne denirdi; sinirlerin bozuk senin. Aklıma geldi, gelmesi ile gülümsedim. E, bozuk tabii, daha iki gün önce iki sinirimi söktü aldı dişçi. Haliyle ayarları bozuldu sevgili sinirlerimin.
Sinirlerin ayarı bozulunca başka şey daha var tuhafıma giden; kişi neden sinirli olur ki o zaman. Sinirlerim azalmıştı oysa. Bu ara öfkeleniyorum basit şeylere, çokça da kendime.

Geçen hafta Nazlı Eray'dan son kitabının tanıtımını dinledim. Tanpınar'ın hayatına dair hayretle dinlediğim şeyler anlattı. Çok keyif aldım. Çok hoşuma gitti. Kaç gündür o var aklımda yazmak için, bir türlü olmadı derslerin yoğunluğundan. Yeni yıldan önce inşallah. Ama durun, heyecanlandım şimdi; yılın son yazısı daha başka olmalı sanki. Aman canım, abartmayalım. Bu bile olabilir o yazı. Hem, zamanı bu şekilde ayırmayı doğru bulmuyorum ben. Zaman, hayat, bir döngüdür, çemberdir. Hiç bir şey yeni baştan başlamayacak 7x24 sonra, her şey olduğu gibi akmaya devam edecek.
Geçen sene, Ankara'da bir arkadaşımın evinde girmiştim yeni yıla. Çok geniş bir ailesi var sağolsunlar. Hep beraber tombala oynamıştık eğlenmiştim epey. Sonra korku filmlerindeki gibi bir sis bastırmıştı. İlginçti. Ondan önceki sene, Pasedena şehrinde, sabah yapılacak Gül Bahçeleri festival geçidini en önden izleyebilmek için kaldırımlara çadır kurmuş insanlara şaşarak girmiştim yeni yıla. Bakalım bu sene nasıl olacak. Nergisli bir yılbaşı istiyorum. Alayım bitmeden.  

15 Aralık 2014

*Bağışla ayrıkotu hep ben konuştum

"Zor olan, diyor, şiirin hayatını yaşamaktır.
Yazmak sonra gelir hep." 
(...)



OLTU TAŞI
Ağzından başlamalı seni anlatmaya
Çocuğum, ağzın Çin ipeği, yangınlar, oltu taşı

Soğuk su çeşmesi, genel grev senin ağzın
Kendini ordan oraya atan aptal bir deniz

Ağzın çarşıda lacivert kuşlar satan çocuk
Tarla adında üç ayda bir çıkan bir dergi

Bizim küçük ırmaklarımız senin ağzın
Küçük bir sokaktan küçük bir alana inmek her gün

Ağzın Bursa'da zaman, çok kapalı çarşılar
Eski harflerle yazılan gece

Çocuklar, kuşlar, yaz günleri senin ağzın
Ağzın ipek kıvamında aklımda

İlhan Berk


*Asıl adı Emrullah İlhan Birsen. N. İlhan Berk imzasını da kullandı. Bir söyleşisinde çocukluk yıllarını şöyle anlatır: 

"Çocukluğum Manisa'da geçti işte. Manisa'da Dervişane mahallesinde oturuyorduk. Altı kardeştik. Bunlardan ikisi kız, dördü erkekti. Babam, annemden ayrılıp başka bir kadınla evlenmiş, bize ağabeyim bakıyordu. Ben bu küçük evde önce ilkokula, sonra da ortaokula gittim. İlkokulun üçüncü sınıfında beni okuldan alıp mahallemize yeni taşınan bir dişçinin yanına verdiler ve ben onun yanında üç dört yıl çalıştım. İlkokul diplomasını sonradan o dişçi aldırttı bana ve yine onun gözetiminde ortaokula gittim." 

Ortaokuldan sonra Balıkesir Necatibey İlköğretim Okul'undan mezun oldu ve Giresun'un Espiye ilçesinde iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. 1945'te Gazi Eğitim Enst. Fransızca bölümünü bitirerek Zonguldak, Samsun ve Kırşehir'deki ortaokullarda Fransızca öğretmeni olarak çalıştı.(1945-1955)

*Bir Yeryüzü Tanığı, seçme şiirler kitabından.

13 Aralık 2014

Eksiği olsa da,

George Eliot'un erkek olduğunu sanan kadın yazarlar vardır. Ihlamurun ağaçta yetiştiğini sanmayanlar kadar normaldir bu da. 
Hiç dağ eriği görmeyenler, hamsi yemeyenler kadar normal insanlardır.
Dünya üzerinde, dünyanın yuvarlak olduğunu sanmayanlar bile vardır, ben inanırım. 
Sekiz yaşındaki yeğenim, evimin kütüphaneye çok yakın olduğunu sanıyor mesela, ona hediye olarak kitap yolladığım için çoğunluk. İçinden, oyuncakçıya yakın bir yere taşınmam için dua ettiğine eminim. 
Birden aklıma geldi nereden geldiyse, baktım da; Kahmanmaraş Akdeniz bölgesindeymiş. Söylemişti biri hatta da inanmamıştım. Ben Doğu Anadolu'da sanıyordum. İlk defa galiba, hem ağladım hem güldüm bunu öğrenince... 

Olabiliyor; insanın bilmediği tuhaf şeyler, bildiği tuhaf şeyler kadar. 

Her şeyin normal olduğunu söyleyebiliriz bu açıdan, ama yine de korkarız. Dün bir arkadaşa sordum; "Neden olmasın?" 
"Herkes senin kadar cesur değil", dedi. Ah! Bilseydi, benim ne kadar korkak olduğumu bir zamanlar... 
*
Ağaçları görebiliyorum, hatta çamları bile sabahları cama bakan masamdan. Görebiliyor olmama şükürler olsun. 
Serçeler her sabah pencereye geliyorlar ufaladığım ekmekleri almaya, unutunca kızacaklar diye korkuyorum bazen. Seslerini duyabiliyor olmama şükürler olsun.
Teyzem incir reçeli göndermiş Karadeniz'den, yiyebiliyor olmama şükürler olsun.
Sabahları ekmekle birlikte 'bitter' tadelle de alabiliyor olmama şükürler olsun. Ve sabahları, yürüyüş için erken uyanmam gerekliliğine.
Ve yazabiliyor olmama, ve okuyabiliyor olmama... 
Eksiği olsa da, şükürler olsun... 
*
Böyle kötü bir filme, böyle güzel müzik yapılsın! Bari prenses Tamina için biraz çaba gösterselerdi. O nasıl prenses öyle! Olacak iş değil. Neyse ki Jake Gyllenhaal başrolde. Yine de iki kere izledim. Eksiği olsa da...

11 Aralık 2014

Adlandırmak Çelişkisi

Çok güzel bir klasik müzik çalıyordu kanalda. Ben de bir yandan taze fasulye ayıklıyordum. Kenarları alsam mı diye düşündüm, sonra vazgeçtim. Ben öyle de yerim. Hatta bu noktaya dikkat edip etmediğini merak ettiğim birine sordum; "Sence fasulyenin kenarlarını alayım mı, almayayım mı? O, ya soruyu çok ciddiye aldı, ya da yerken dahi- bir gün olsun fasulye ayakladığını hiç sanmıyorum da- aklına gelmediğinden olacak, "Ben nereden bileyim ki!", gibi bir şey dedi. Geçmiş zaman, pek hatırlamıyorum.
Gidip müziğin ne olduğuna, kim tarafından çalındığına bakmak istedim. Sonra vazgeçtim. Çok güzeldi. Neden bilmek istiyorum ki? Sonradan tekrar dinlemek için? Unutmamak için? Bilmek için? Bilmek önemli tabii. Sonra vazgeçtim. Güzel olduğunu bileyim, yeterli dedim.

Adlandırılmayan yoktur, diyor İlhan Berk.
*
Ömrüm, etrafımdaki dağınıklığı düzenlemekle geçti.
*
Eve gelirken otobüsün en önünde geldim. En önde gelince yüksek araçlarda, yolun üstünde uçuyormuşsun gibi hissedebilirsiniz.
Ben küçükken hissederdim. Ortaokul dönemimde iki yıl Turunçova'dan Finike'ye gidip geldim. Yarım saat kadar sürüyordu yol. Öğrenciler için ücretsiz otobüs seferleri vardı. Erkekler ve kızlar otobüsü ayrıydı. Bu iki sene boyunca neden kızların otobüsünün daha erken geldiğine söylenmiştim. Çünkü kaçırıyordum otobüsü sık sık ve erkeklerin otobüsüne binmek zorunda kalıyordum. On iki-on üç yaşında herkes uykuyu sever ama değil mi? Neredeyse ön cama yapışmış halde arkama hiç bakmadan yola dikerdim gözlerimi. Bir yandan da severdim ama; yolun üstüne uçuyormuşum gibi gelirdi. Hele bazı tümseklerde havalanıp yere iner gibi olurduk, o bambaşka bir şeydi. Lakin, şimdi aklımda, tüm yol boyunca herkesin bana bakıyor olma ihtimaliyle kendime lanet okuduğum değilde, uçtuğumun kalmış olmasına mutluyum.
*
Dişimin ağrımasından nefret ediyorum, ama yine de ağrıyor dişim.
*
Bugün dünya dağlar günüymüş. WWF öyle diyordu. Dağlar; dünya dağlar gününüz kutlu, mutlu olsun diyorum. Bir gün birinizin zirvesine çıkıp selamlaşmak kısmet olursa, sizi daha çok seviyor olmayacağım, sizi hep sevdim, ve de seveceğim çünkü, ama ben o gün çok mutlu olacağım, bilesiniz... 

09 Aralık 2014

*Hiç Yara Almadan Aynadan Geçemezsin

Ablam aşktan öldü
Her şey filmlerdeki gibi oldu
Bir hazan yaprağı gibi düşerken
pencereye bakarak

Son nefesini verdi mucize
sevgililer buluşamadı
Hayat orada o kıyıda
masalın berisinde kaldı

hiç yara almadan 
aynadan geçemezsin
geçemezsin aynadan
hiç yara almadan

Aşktan ölmenin bin yıllık tarihini
ablam yeniden ama yeniden yazdı

Söz: Yıldırım Türker
Müzik: Sezen Aksu

07 Aralık 2014

*Tek yaptığımız tutanak tutmak, gerisi takdir-i mutlak...

Beni bilenler nasıl bir Yeşilçam sineması hastası olduğumu bilirler. Bir çok filmi tekrar izlemişliğim, izlemediğim filme rastladığımda şaşmışlığım çoktur. Son bir kaç haftadır kah isteyerek kah sırf sıkıcı bir işi kolay atlatmak için aynı anda film izledim. Yeni dönem sinemasından bunlar.  Kısa kısa üzerlerinden geçmek geldi içimden müsadenizle efendim. Buna girizgah yaparken dahi Yeşilçam sinemasıyla girmeden edemiyorum bakın. Öyle severim, ne yapayım. Geçen akşam sinemaya gittim. Sinema salonu girişinde Vesikalı Yarim filminin afişi vardı, bakarken filmin girişini kaçırdım, o kadar severim yani.


İşte, son zamanlarda izlediğim yeni Türk sinemasından bende kalanlar;
Unutursam Fısılda'yı izledim geçen akşam. Güzel ama bir Mustafa Hakkında Her Şey, değil. Çağan Irmak'ın en güzel filmidir benim nazarımda. En kötüsü de Issız Adam'dır diyebilirim. Hala yeri geldi mi soruyorum; o filmde ne zaman aşık olup, ne zaman ne yaşadılar, biri bana anlatsın lütfen. Bu filmde bir, Hümeyra'nın, hayatın ve tutkuların peşinden gitmekle ilgili bir nutku var; izlenmeli, bir de son sahne de yaşlanmış bir sanatçının hüznü ve kardeş sevgisi var, görmeye değer. Onun dışında sıradan bir film. Daha doğrusu başkası çekse daha olumlu eleştiri yapabilirdim, ama Çağan beyden beklentim yüksekti. Ona has sahne geçişleri, otantik anlatımlar vardı ama biraz tekrar kalmıştı artık.
Çok komik filmdi Pek YakındaNiye olumsuz eleştiriler aldı daha çok ve neden gişe başarısı düşüktü anlamadım şahsen. Cem Yılmaz benim gözümde kendini yönetmen olarak ispatlamıştır gayri. Zeki bir adam kendisi. Nereye bakacağını, nereden yakalayacağını, nasıl konuşacağını konuşturacağını, neyin espri olduğunu, neyle dalga geçeceğini iyi biliyor. Sevmediğim filmleri de vardı, ama Pek Yakında filmi, çok naif, çok komik, çok keyifli bir komedi olmuş. Hep aynı oyunculara rol verdiğine dair eleştiriler almış. Bırakın a dostlar, ne olmuş, iyi oynadıktan sonra ne hoş olmuş olmuyor mu!?
Bu İşte Bir Yalnızlık Var; eğri oturup doğru konuşalım lütfen dostlar. Romantizm bu mudur? Özgü Namal'ın oyunculuğunu çok beğenirim. O bile yetmemiş filmi kurtarmaya. Engin Altan Düzyatan, oyunculuk yapmasan olmaz mı? Bu izlediğim ikinci ya da üçüncü filmin ama gel sen başka bir alana yoğunlaş, hı? Hani, bazen bazı şeyler için yetenek gereklidir ya, e, olmayınca olmuyor işte. Mandıra Filozofu; Eh işte. Bence komik değildi. Anlattığı şeyleri anlatan çok daha iyi film olsun, kitap olsun, tiyatro olsun sanat eseri var. Yine de, yüzüncü kez de olsa iyi işlenebilecek bir konuydu. Tekrardan öteye gidememiş. Dümdüz anlatmış, hikayesi yok. Hele o; yok efendim niye uçağa biniyor muşuz, o zaman yoldaki güzellikleri, organik peyniri, sütü, yumurtayı, sebzeyi kaçırırmışız. E ama lütfen, uçakla böyle bir karşılaştırma abesle iştigal değil de nedir? Aklına örnek gelmiyorsa verme. Kim sana ne diyecek.
Labirent; yönetmen Tolga Örnek. Son zamanlarda izleme
Vesikalı Yarim, Halil'in Sabhiha'yı gördüğü an.
listesine aldığım yönetmenlerden. Bir kere tekniği çok iyi. Hareketi nasıl anlatacağını, oyuncuyu nasıl kullanacağını, kamerayı yönetmeyi çok iyi biliyor. Bu açık. Kaybedenler Kulübündeki geçişleri, elektriği düşünün. Aynı şey Labirent filminde de var. Geçen gün ev temizliğime hareket katsın diye tekrar izledim. Timuçin Esen hatırına bir kaç kez daha da izleyebilirim. Efendim, şöyle izah edeyim durumu; bir erkek, nasıl anlatsam, "bakabiliyorsa", baktığında konuşmasına gerek kalmıyorsa, bana bir 'şeyhler' oluyor o zaman... İçim titreyiveriyor, kalp atışım bir kaç sayı artıyor.  İşte Timuçin beyin her rolü öyle bende. Ama hayatta ve sanatta, dahasını görmediğim bir bakış vardır ki!..  İzzet Günay'ın Vesikalı Yarim'de Türkan Şoray'ı ilk gördüğü sahne... Deyin ki bana bir erkek bir kadına ilk görüşte aşık olursa nasıl bakar? İşte böyle bakar...

Neredesin Firuze; beğenmeyenin karşısında vallah kavak ağacı gibi dikilebilirim. Şarkılı-türkülü bir şölendir. Ezel Akay'ın her filmini sorgusuz izledim, hepsini de beğendim. Müthiş renkli, müthiş yaratıcı bir yönetmen. Bu filmini de yine bilmem kaçıncı izledim geçen gün. Ne komik, ne hüzünlü bir filmdir. Mesela, Özcan Deniz'in oyunculuğunu pek sevmem, ama role oturmuş, rol de onu kavramış. Ben buna yine Akay'ın becerisi diyorum. Müzik piyasasını nasıl da güzel özetlemiş bize. Bir de Ezel beyin filmlerinde hikaye olmasa da olur bir haller vardır. İnsanlardan yapılı animasyon gibi, masal gibi renkli ve heyecanlıdır. Ben ilk bu nedenle severim. Filler ve Çimen; rastgele seçip izledim bir can sıkıntısı günümde. Derviş Zaim'den izlediğim ilk filmdi. Hem konu, hem işleyiş hem de oyuncular çok iyiydi. Bildik bir politik hikayeyi güzel kurgulamış. Ne büyütmüş ne küçültmüş, sanki olduğu gibi ama güzel hikayeleştirmiş. Sevdim. Vizontele Tuuba; yine tekrar izlediklerimden. Kaçıncı, hatırlamıyorum. Her seferinde gülerim, hüzünlenirim, sinirlenirim, düşünürüm, üzülürüm. Severim insanları yine yeniden ve de kahrolsun bazı insanlar derim. Yılmaz Erdoğan komik olanı anlatmayı iyi biliyor. Belki bu hikaye çocukluğunun anıları olduğundandır bilemiyorum ama, her bir karakter ayrı güzel. İyi de bir oyuncu aynı zamanda. Kelebeğin Rüyası; dram konusunda komedi kadar iyi olduğunu söyleyemeyeceğim Yılmaz bey'in. Fazla kasmış. "Oscar" alırız belki diye ne anlatacağını şaşırmış sanki. Verem var, Zonguldak maden işçileri var, ikinci dünya savaşı var, yoksulluk var, aşk var, var da, ama hiç biri yok. Hepsini eğreti tutmuş. Bir tek şiirin elinden sıkıca tutmuş. Şiir severler izlesin derim, bir şey kaybedilmez, çok ta hoş olur. Şiir aşkı bir tek çok güzel verilmiş filmde. Bahsi geçen şairler kurgu değil. Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur'un gerçek hayatından kesitleri içeriyor film. Şiirlerinden de örnekler var. Detaylar düşünülmüş, çaba, emek verilmiş belli ama bir şeyleri yanlış yapmış sanki Yılmaz bey. Birilerine çok özenirsiniz de filmde bir yapaylık, olmamışlık olur ya, öyle bir şey vardı. Oyunculuklar iyiydi diğer yandan. Mert Fırat'ı genelde de çok beğenirim mesela. İzlemiş olduğuma memnunum sonuç olarak.

Efendim, gelelim, şair adı başka, yönetmen adı başka enteresan yeni dönem yönetmenimize: Onur Ünlü. Deli olduğunu düşünenler olabilir. Kendinin bunu umursayacağını hiç sanmıyorum, okuduğum, izlediğim kadarı ile. Belli, hayatla bir derdi var. Karşılıklı bir kavga halindeler. O ona vuruyor, Onur Ünlü ayağa kalkıyor hayata vuruyor gibi. "Kral Çıplak" durumunu satır arasından çok güzel anlatabilen biri, naçizane bence. Her filmini izledim. Geçenlerde, Sen Aydınlatırsın Geceyi,  bir kaç gün önce de Beş Şehir filmini. İkisi de harika. Şimdi, insanlar aşık olunca midelerine bir sancı girer gibi olur ya hani? Sevdiğini görünce ayakları yerden kesilir falan da denir. Uyuşturucu alınca da benzer şeyler oluyormuş derler. Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde uçuyor bir çift havada. Bildiğin öyle uçuyor. Benim mideme bir şey oluyor sana da oluyor mu diyorlar birbirlerine hatta. E, uçar demiyor muyuz, uçuyorlar işte! Bence bu da bir ironidir ve güzel bir ironidir. Bir başkasının elinde saçma sapan bir anlatıma dönüşecek konular onun elinde sanata dönüşüyor, yine naçizane bence. Güneşin Oğlu diye bir filmi vardı mesela, bildiğin güneşin oğlu oluyordu insanlar. Ama, diyorum ya; satır araları, işte onu çok güzel anlatıyor. Beş Şehir ise, çok keyifli, çok aşık, çok aşklı, çok hüzünlü, çok ölümlü, çok güzel bir film. İçinde geçen şarkıları defalarca dinledim. Oyuncu seçimleri de farklı ve güzel. Gizli yetenekleri iyi biliyor. Filmde konuşan ve tavsiyeler veren, Heideger okuyup sigara içen bir kedi var. Diyorum ya, başkasının elinde rezalet olacak bir konu, onda "hikayeye" dönüşüyor, dönüşmüş. Hem hikayeler Tanpınar'ın Beş Şehir kitabından esinlenilmiş, bu da ayrı güzel.

Beş Şehir filminden bir sahne.

Böyle işte...

* Kelebeğin Rüyası filminden. 

05 Aralık 2014

Sayıklamalar XII

Bazen, bugün ki gibi, evi kıyı köşe temizleyip her şeyi yerli yerine koyduğumda şöyle bir etrafıma bakıyorum. O an ki; yapılacak her şeyin bitmiş olduğu zamanı sevdiğimi fark ediyorum.
Bugün, farklı olarak, bundan neden hoşlandığımı düşündüm; mecbur olduklarımı bitirip hala zamanımın olmasıydı bu. Diğer mecbur olduklarımın zamanı gelmeden önce "boşa" zamanının kalması.
Keşke ölüm de böyle gelse. Yapılacak her şeyi bitirdiğimi düşünüp, oturup sadece beklesem...

02 Aralık 2014

Maalesef!

Bu hikayenin birinci kısmı, kendisini ikinci kısıma borçludur. Birinci kısımdan sonra, ikinci kısımla karşılaşınca yazılmaya karar verildi.

Birinci kısım: 
Efendim, hikayemiz bir kütüphane odasında başlar.
- Merhaba. Bu kitabın CD'sini alacaktım. Yukarıdan size yönlendirdiler.
- Film mi, CD mi?
- Film?!
- Film ise DVD'dir.
- Ekranda CD formatında olduğu yazıyor bilemiyorum tabii. Ama benim alacağım şey bu kitabın filmi.
- Peki, DVD'ler yukarı katta. Siz merdivenlerden çıkın, ben yan taraftan geliyorum.

Kendisi asansör ile üst kata çıkar. Aynı anda yukarıda buluşulur.

- Kayıt numarasını aldınız mı?
- Evet, burada.
- O değil, DVD kayıt numarası. Bunlara sizin bakmanız gerekiyor, bizim değil!
- Baktım zaten, burada sadece kitabın numarası var ve kitap ile CD bir arada aynı numara ile kaydedilmiş.
- CD mi yani, siz bana film dediniz!
- Ben size film dedim. Hangi formatta olduğunu bilmiyorum. Kütüphane ekranında CD yazıyor, onu da söyledim. Siz bana...

Görevli, sözün bitmesini beklemeden hızlıca asansöre doğru gider ve aşağıya inilmesini söyler.
Aşağıda arkadaşına söylenirken duyulur:

- Beni oralara kadar çıkardı. Bir de bana film diyor. Meğer CD'ymiş. Bıktım bunlardan, dolsa şu günümde kurtulsam,öff.

Sessizce içeri girer filmi alacak olan. Bekler. Görevli CD'yi çıkarır. Arkadaşına sorar;

- Bunlar da kayıt altına alınıyor mu DVD'ler gibi?

Arkadaşı evet demeden öğrenci atlar;

- Evet, tabii.

- Size sormadım, der görevli.

Yine susar öğrenci. Diğer kadın CD'yi alarak kayıt için odadan çıkmaya hazırlanır. Öğrenci CD'ye doğru uzanarak:

- Bir dakika lütfen. Verir misiniz CD'yi bir dakika. Siz burada çalışıyorsunuz ama elinizin altındaki materyalin ne olduğunu bilmiyorsunuz daha. Filmler CD ya da DVD formatında olabilir. Bu teknik bir farklılıktır. Ben size DVD demedim, bu kitabın filmini istiyorum dedim. Siz, film ise DVD'dir, dediniz. Bütün filmleri DVD'de zannediyorsunuz.

Kadın konuşmuyordur. Devam eder öğrenci.

- Ayrıca, arkamdan konuşmayınız, çok ayıp, karşınızda ilkokul öğrencisi yok, burası üniversite kütüphanesi. Yüz yüze konuşabiliriz, der ve kadının bir şey demesini beklemeden odadan çıkar. 

İkinci görevli kayıt işlemini yapar ve resmi birkaç kelime eder kibarca... 

İkinci kısım: 
Bitmek üzere olan yemek tabağını ve kitabı masaya bırakıp, telefonunu şarj makinasına takmaya gider öğrenci. Döndüğünde kitap masada değildir. Masanın başında bir adam kitabı incelemektir. Bu kitap, o, CD'si alınan kitaptır.

- Merhaba, ben de korktum birden, kitabım gitti diye.
- Numarasını anlamaya çalışıyordum kızım. Bu iki oldu bakıyorum, kütüphane numaralama sistemi değişmiş artık galiba, ya da burası farklı uyguluyor olmalı. Roman bu, değil mi?
- Biyografi.
- İşte, benim zamanımda romanlar 800'lü numara ile başlardı. 811'ler şiirler olurdu mesela.
- Aa, hiç bilmezdim. Türkiye' de ki bütün kütüphane numaralama sistemi aynı mıydı yani? Zamanında hiç dikkat etmemişim.
- Tabii ki. Ama bilmemen normal o zamanları. Şimdi barkod sisteminde pek belli olmuyor.
- Doğru ya, yoksa her memurun her seferinde yeni sistem öğrenmesi gerekirdi... Yok canım, hatırlarım. Siz bakmayın bana. Ben önce bir on beş seneden fazladır çalıştım, sonra yine öğrenciliğe döndüm.
- İyi yapmışsın. Ben emekli öğretmenim. Beş altı yıl kadar kütüphanede çalıştım. Bütün kitapların ön sözünü okumuştum. Ancak o şekilde numaralandırma yapabiliyorduk.
- İlginç görünüyor. 
- Evet. Size iyi günler kızım. Alayım mı tabağını da, bitirdin mi yemeğini.
- Hayır hayır, kalsın lütfen.Teşekkür ederim. Size de iyi günler. Kolay gelsin.

Tabak toplama servis arabasını masaların arasında sürerek uzaklaşır...