30 Eylül 2018

Yazın Son Günleriydi

Güzel kitaplar yazdığı için ona teşekkür etmem gerektiğini biliyorum. Ediyorum. Bugün yazın son günü... Artık onu okumaktan vazgeçmenin zamanı geldi. Bir keresinde ne demişti; "sen beni okuyamadın, okuyamadın sen beni." Aynı cümleyi kelimelerin yerini değiştirerek neden iki kere söylemişti, o gün de anlayamamıştım. Onu yazarlığıyla tanıdım. Şimdi hatıralarımda bir yere yine yazar olarak gömmeye çalışıyorum. Her yazara duyulan sevgi gibi, iyi yazdığı bir kaç şeyi sevip bütün kitaplarını okumak istemiştim. Sanat subjektiftir. Hayatta emin olduğum bir kaç şeyden biri bu. Her ne kadar az önce izlediğim; Guernsey Edebiyat ve Patates Turtası Derneği filminde yaşlı bir kadının; "olabileceğine aklımın ermeyeceği şeyler gördüm ben", sözüyle hayat hakkında bir kez daha düşünsem de, bundan eminim. Sanırım saçlarımı biraz daha kestireceğim. Çifte kavrulmuş etibör bisküvisini çok özledim. Ve hâlâ brüksel lahanasıyla kakaoyu yaratan Tanrı'nın aynı olduğuna inanamıyorum. 

23 Eylül 2018

Karmaşık Görünse de Değil Aslında

La Casa de Papel dizisinin birinci sezon on ikinci bölümünde bir durdum. Soğudum, sonrasını izlemek istemedim. Neden? Çünkü hata yaptılar. Üstelik hiç olmayacak, böylesine hesaplı bir grubun yapmayacağı şekilde. Ne yani, bütün çocukluğu hatta son beş yılı o süreci planlanlamakla geçmiş bir adam aşk ve seks gibi gündelik bir olasılığı gözden mi kaçırdı... Hadi aşk belki de, ya seks? Hadi canım sen de! -Bu gece devamına baktım ve henüz o hatanın bir nedene dayanıyor olabileceğini göremedim.- Yine de, gerçekliğine dair bir şüphem olsa da, izlemeye devam ediyorum... İnsanın hayata ve onun gerçeklerine dair algısı da böyle bir şey olabilir mi?

Saçlarımı kestirdim. Gözlüklerimi değiştirdim. Yine de dünya batıya doğru dönüyor kendi ve güneş etrafında. Koca dünya sola doğru dönerken saatlerin sağa doğru düzenlemişliğinin tamamen zamanlamadan ibaret olması komik değil mi sizce de? Saatler Mısır'da değil de Avustralya'da icat edilseydi zaman tersine doğru akıyor olacaktı şimdi... Değil, haliyle de, yine de çok şey farklı olurdu.

Yaşamak için geç kalmışlık hissinin getirdiği ilk istek; yaşamamak elbette. Hayatta hiç bir şey için geç değildir, düsturunun yeterli olmadığı hatta anlamsız olduğu tek alan; yaşamak...

George Frederic Watts-"Time, Death and Judgement" 1900,  Chicago Şehir Sanat Galerisi.
Not: Ölüm: kırmızılı erkek. Zaman: beyazlı kadın. Adalet: çok arkalardan bakan cinsiyetsiz insan.
Ölüm zamanın elinden tutmuştur... 

16 Eylül 2018

Bir Fotoğraf Bir Şarkı

Yaşadığımız bir hissi / anıyı bize hatırlatan duyuların başında koku gelir. En çok koku hatırlatır, en çok onu hatırlarız. İkinci sırada sesler (duymak) ve sonra görmek gelir. Görmenin bu kadar geride olması ilginç ama neden öyle, detaylarını hatırlamıyorum şu an. Daha çok yeni hafızaya odaklı olduğundan olabilir. Tat almayı bilmiyorum. Hissetmekse çok ilginçtir. Dokunmanın verdiği hissi unuturuz, ne kötü, ama belki bu, acıyı unutmazsak olamayacağından... Yoksa kadınlar ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü doğurur muydu sanıyorsunuz. Dokunmak biraz daha farklı bir konu zaten, çok takılmayın. Ve ne yazık ki ya da ne mutlu ki bu hatırlamanın bilinçle bir ilgisi yoktur. Duyarsınız ve hatırlarsınız.

Angels have wings #LaurenAlexandra (flickr)
Not: Konuya ilgi duyanlar için: kısa bir bilgi. Ben başka kaynaklardan da bakmıştım.

09 Eylül 2018

Başlangıçlar ve Sonlar: Fontamara

Bayramlarda İstanbul'da kalmayı oldum olası severim. Nüfusun yoğun bir kesimi gittiği için şehirde yürümek, araç kullanmak ya da toplu taşımayla dolaşmak daha az stresli, gürültüsüz, kavgasız, dolayısıyla daha keyifli olur. Bu bayram, tatil uzun zaman yaz olduğundan olsa gerek, "İstanbul boşalmış" sesleri daha yüksekti. Mahallenin çocukları bile az çaldı kapıyı bayram bozuklukları için. Ben de ikinci günü yollara düştüm. Sözün tam anlamıyla düştüm diyebilirim çünkü bir gece önce hiç uyumamıştım. Yatma vakti geldiğinde baktım saat ikiyi geçmişti. Uyusam kalkamam, kalkamasam kendime verdiğim sözü tutamam inadıyla, sabaha şunun şurasında ne kalmış diyerek sabah yedide çıkmıştım evden. Kendimi Karaköy'e atıp, sahilde çay-simit kahvaltımı Galata'nın uyanan insanlarını seyrederek yedim. Fakat yorgunum. Fakat uykusuzum. İki sade filtre kahve devirdikten sonra Gülhane, Çemberlitaş, Beyazıt, Sultan Ahmet, Süleymaniye dolandım, o sokak bu sokak şu sokak. Gülhane parkından sarayburnunu seyredemedim ama Beyazıt'ın arka sokaklarından denizi gördüm. Kapalıçarşının kapalı olmasına yine hayret ettim! Tramvayın geçtiği ana cadde ana baba günüyken hemen bir arka sokaklardan kedi köpek geçmiyordu. Bin yıl gezilse yeni bir şey görülecek çılgın bir alan... Ben de görmekten, gezmekten hiç bıkmıyorum...

Bu tarafta, canlı namına bitki görünmezken, diğer caddede bayram gezmecileri kalabalığı bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Ama sadece yürümüyorlardı.Etrafı demirlerle çevrili çeşmelerin, bin yıllık bizans taşlarının üstünde kendinin, çocuğunun, sevgilisinin ve topluca kendilerinin fotoğrafını çekeceğim diye yerlisi yabancısı birbirinin üstüne çıkıyordu. Hani, parkların ortasına çiçek ekerler, sonra da onu çevirirler demirlerle, siz de karşısındaki banka oturup o çiçekleri seyredersiniz. Hayır, artık şöyle bir moda oluşmuş. Hep beraber demirlerin üstünden atlayıp o çiçeklerin tam ortasına, bilumum çanta ve diğer yüklerimizle beraber oturuyoruz. Oradan kendimizin, sevgilimizin, çocuğumuzun ve topluca hepimizin fotoğrafını çekiyoruz. Sanki birileri mahallemizin en güzel kızı Fahriye ablanın ırzına geçiyordu, ve ona ezelden aşık ben, hiç bir şey yapamıyordum. Daha fazla seyredemedim.

Yanımda İtalya'dan bay Silone vardı. Uzun zamandır okuyacağım -yanlış hatırlamıyorsam- ikinci İtalyan yazar olacaktı. Yazarı tanımıyordum. Kitabı en çok Sabahattin Ali çevirisi olduğu için almıştım fakat Ignazio Silone'yi tanıdığıma ve okuduğuma çok memnun oldum. Hele de yollarda bana eşlik etmesi, kimi zaman kahkahalarla kimi zaman tebessümle güldürmesi günümün en büyük şansıydı. Roman 1930 yılında İsviçre'de sürgünde yazılmış. 1943 yılında Türkçeye kazandırılmış. Bay Silone, İtalya'nın güneyinde elli yüz kişinin anca yaşadığı Fontamara köyü halkının Mussolini faşizmi döneminde politikacılar, toprak beyleri, sözde aydınlar ve din adamlarıyla olan traji-komik hikayesini müthiş bir hiciv ve akıcı bir kurguyla anlatmış. Cümlelerin hazzında ve hikayenin gerçekliğinde Sabahattin Ali'nin kuşkusuz payı var. Son on beş yirmi sayfasında boğazımda bir yumruyla kaldım ve bitince bir müddet kendime gelemedim.

Kitaba dair eklemeden geçmek istemediğim şöyle bir anekdot var: Muhtemelen yüzümde bir gülümsemeyle elimde kitap Ümraniye Atakent minibüsünün en önündeydim. Şoför, "son durak" dediğinde kafamı kaldırıp inmeye geçtim ki, yanlış yerdeydim. "O, Sabahattin Ali'nin çevirisi değil mi, benim bildiğim öyle bir kitabı yok çünkü", dedi ben kapıdayken şoför. Çiçek tarhları katliamı seyrinden sonra yüreğim biraz soğumuştu.

Yazdıkça yazdım. Ben sizi artık Fontamara'lılarla başbaşa bırakayım:

Başlangıç: "İhtiyar, '1929 yılının 1 Haziranında', diye anlatmaya başladı. Fontamara ilk defa olarak elektriksiz kaldı. 2 Haziranda, 3 Haziranda, 4 Haziranda Fontamara hep elektriksiz kaldı.

Bundan sonraki günlerde, bundan sonraki aylarda bu hep böyle sürüp gitti, nihayet Fontamara ay ışığına alıştı. Bu ay ışığından elektrik ışığına gelinceye kadar köyde şöyle bir yüz sene gerekmişti. Bu, yağ kandili ve gaz lambasından geçen uzun bir yoldu. Ama elektrik ışığından ay ışığına dönmek için bir gece yetti. Gençler bu işin tarihini bilmezler, ama biz ihtiyarlar, biz biliriz. Piyemontelilere yenilik namına sadece iki şey: elektrik ve cigara borçlu olduğumuzu biliriz.

Elektriği geri aldılar. Cıgaraları da onların olsun. Bizim tütünümüz bize yeter.

Işık ilk defa kesildiği zaman şaşmamamız lazımdı. Böyle olduğu halde biz şaştık. Çünkü elektrik Fontamara için tabiat kuvvetlerinden biri haline gelmişti. Hiç kimse buna para vermiyordu, aylardan beri vermiyordu. Üzeri 'ödenmemiştir' diye damgalı aylık hesabı muntazaman getiren nahiye tahsildarı nihayet görünmez oldu. Halbuki bu kağıt, çubuklarımızı temizlediğimiz bir tek kağıttı. Fakat tahsildar son defa geldiği zaman az daha canından olacaktı. Köye girerken nerdeyse bir tüfek kurşununa kurban gidiyordu. Hem de bu kadar ihtiyatlı davrandığı halde: Fontamara'ya, erkeklerin işte olduğunu ve evlerde yalnız kadınlarla çocukların bulunduğunu bildiği zamanlarda gelirdi. Çok kibar davranır, kağıtları, aptalca ve merhamet dolu bir sırıtış ile dağıtırdı: 'Kusura bakmayın! Rica ederim, alın! Bir kağıt parçası evde ne zaman olsa lazım olur!' Ama bu kadar kibarlık bile fayda etmiyordu. Sonradan bir arabacı ona anlatmış, ama Fontamara'da değil, çünkü bir daha oraya ayağını bile atmamıştı, aşağıda, kaza merkezinde anlatmıştı ki, kurşun ona, onun şahsına, İnnocenzo la Legge'nin kendisine değil, elektrik vergisine atılmıştır. Fakat rastgelse elektrik vergisi değil, kendisi ölecekti... Bunun için bir daha gelmedi, o gelmedi diye kimse de yas tutmadı. Buna rağmen, Fontamara'lıları dava etmeği de asla düşünmedi. İnnocenzo'nun bir gün şöyle dediği duyuldu: 'Eğer bitleri haczedip satmak mümkün olsaydı, eh, o zaman icraya vermenin herhalde büyük faydası olurdu. Ama kanun buna müsade etmediği için, elden gelen sadece ışığı kesmektir.' Işık 1 Kasımda kesilecekti; sonra 1 Martta, sonra Mayısa kaldı, nihayet 1 Haziranda kesildi."

Ve Sonu: "Uzaktan bize doğru yaklaşan nal sesleri duyduk.
Bunlar Fontamara'ya doğru at süren Pescina candarmaları olacaktı. Tarlaların arasına daldık. Pasqale Cippola'yı karanlıkta gözden kaybettik.
Artık ondan hiç bir haber almadık.
Başkalarından da hiç bir haber almadık... Ne ölenlerden, ne kurtulanlardan, ne evimizden, ne yurdumuzdan, hiç bir haber almadık...
Şimdi buradayız...
Bilinmeyen büyük adamın yardımıyla buraya, yabancı illere geldik. Ama burada kalamıyacağımız besbelli...
Ne yapalım?
Bu kadar sıkıntıdan, bu kadar döğüşten, bu kadar göz yaşından, bu kadar yaralardan, bu kadar kinden, bu kadar ümitsizlikten sonra:
Ne yapalım?"

Not: O zaman haftanın müziğini de Fontamara'ya selam niyetiyle İtalya'dan seçelim. Şarkının adından anlayabildiğim "önemli bir hikaye" anlamına geliyor. Evet, bu önemli bir hikaye.

Not: Başlangıçlar ve Sonlar dizisinin açıklaması. 

02 Eylül 2018

Görece

"Belirleyici olan nereye bakıldığı değil; nereden bakıldığıdır." 
                                                       -Pierre Teilhard de Chardin

Sveti Stefan adası, Budva, Karadağ, Eylül 2015.