27 Nisan 2012

Şiir..."Pişman Değilim"


Pişman Değilim

Pişman değilim, seslenmiyorum, ağlamıyorum
Her şey geçer ak elmalıkların üstünden bir sis gibi
Altın rengine bürünüp, solup gidiyorum
Bir daha geri gelmeyecek gençliğim.

Sen, bir daha çarpmayacaksın öyle
Kalbim! Ayazların üşüttüğü, öyle serin…
Ve bu akağaçların kumaşı ülkesi bile
Artık heves vermiyor gönlüme yalınayak dolaşmak için.

Serseri ruhum benim! Gittikçe daha az
Canlandırıyorsun ateşini dudaklarımın
Ey benim kaybolan diriliğim,
Deliliği gözlerimin ve taşkın ırmağı duygularımın.

Artık daha az şey ister oldum dileklerimde
Ah ömrüm benim! Yoksa seni bir düşte mi gördüm?
Sanki sessiz bir bahar sabahı erkenden
Dörtnala geçip gidiyormuşum gibi düş renkli bir at üstünde.

Hepimiz, hepimiz tükeneceğiz bu dünyada
Sessizce dökülüyor akçaağacın yapraklarından bakır
Sonsuza dek kutlu ol sen, sonsuza kadar yüksel
Bir çiçek gibi açıp, sonra öleyim diye geldin buraya

Sergey Yesenin 

Yukarıdaki videoda dinlediğiniz şarkı bu şiirin rusçasıdır. Görüntülerdeki sarışın genç şiirin sahibi S.Yesenin'dir. 1925 'te otuz yaşında bir otel odasında kendini asmıştır. 
Şarkıyı söyleyen ise  Rus şarkıcı Aleksey Pokrovski...

26 Nisan 2012

Herkes Normal...

Neydi normallik ? Normallik ; bir ara durumu, kabul edilebilir bir uzlaşmayı korumaktır.Normallik,toplumsal normları koruyabilme kapasitesinin ötesinde, bunlara dahil olabilmeyi,rıza gösterebilmeyi,muvafakat edebilmeyi gerektirir.Normal olan kişi normlara sadece rıza göstermez, onları kurar, geliştirir, katkıda bulunur.Dolayısıyla normallik iyi-olma ile hastalık arasında büyük ustalıkla kurulan bir uzlaşmadır. Normalliği sağlayan, acı ile savunmalar arasındaki işte bu uzlaşmadır.

25 Nisan 2012

Bu kadardır...

İnsan doğduğunda kulağına ezan okunur. Öldüğünde ise namaz kılınır. Doğduğunda namazı kılınmaz öldüğünde ise ezanı okunmaz. Çünkü,   insanın doğduğunda kulağına okunan ezan öldüğünde kılınacak namazı içindir, işte hayat bu kadar kısadır ...

14 Nisan 2012

Bir Varmış Bir Yokmuş...

Masallara inanmalı insan...Bir varmış bir yokmuş diye başlayan masallara en çok ; geçmişimiz değil mi o ? Artık mış mış lı geçmiş zamanımıza işte... Kötü kralların, cadı kraliçelerin, üvey annelerin, gelmeyen prenslerin olduğu...Masallara inanmalı insan; hep mutlu son beklediğimiz geleceğimiz değil mi o ? Yine de son olacağını bildiğimiz... Kaf dağının arkasındaki anka kuşunun varlığına inanmalı insan, görmediğimiz, göremediğimiz bir yer olduğuna inanmıyor muyuz ? Mutluluğun yalan , duyguların geçici olduğuna inanıyoruz da masallara neden inanmıyoruz ? Uzak diyarlarda olan boş yeşilli çayırlara gidilebilen uçan halılara, şişko lamba cinlerine, vaad edilen dileklere inanmıyoruz tamam da,  çikolatadan yapılma evlere, cücelerin orman evlerine, bal kabağından arabalara inanalım en azından...
İnsanın en zalim olduğuna, çocukların da ölebildiğine, göz yaşından denizlere, gece ormanından da karanlık kalplere inanıyoruz da masallara neden inanmıyoruz ?
Bir tek parmak hareketiyle milyonlarca insanı yok edebildiğimiz makinelere inanıyoruz da pirelerin berber olabileceğine niye inanmıyoruz ? Kurşunlara inanıyoruz da kurşun askerlere inanmıyoruz...Konuşan tavşanlara inanmıyoruz ama vahşete dilsizliğe inanıyoruz...
Hayata inanıyoruz ama masallara inanmıyoruz...




09 Nisan 2012

Mektup : Biliyorum ...

Her şey olması gerektiği gibi olmaktadır demiştin sevdiğim...Oysa " asla ağlamamalısın, der bir şarkı ..."*
İnsan en çok kendini kandırır demiştin, neye inanacağımızı seçme hakkımız yok mu demiştim ben de. Bir tek sen misin demiştin, bir tek sen misin acıları olan, gözleri görmeyen, ayakları tutmayan, boğazında yumruyla dolaşan, kalbi ağırlaşan, midesi büyüyen, fayda vermiyor ki demiştim ben de, fayda verse bilmez miyim sanırsın demiştim.
İnsan demiştin, karmaşıktır, iplik misali tek bir yerinden tutamazsın, çıtırlarını açamazsın her zaman, bazen hissedersin sadece, anlamaya çalışmamalısın; yorulursun, tükenirsin demiştin, öyle de ölüyorsun böyle de ölüyorsun demiştim...
Sevmek öyle olmaz demiştin, demek biliyorsun benim nasıl sevdiğimi demiştim...Kelimeler çoktur ve "kelimeler bazı anlamlara gelmiyor" ** , biliyorsun değil mi demiştin, konuşmak zorunda değiliz demiştim bende...Kendine iyi davran demiştin,  sen  bana iyi davranıyorsun ya demiştim ben de...
Biliyorum, hiç bir şey dememiştin sevdiğim...

* Ingeborg Bachmann
** Oğuz Atay

Şiir...

Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım


Turgut Uyar

"

Bir Tek Cümle...

Duydunuz mu? Sezen Aksu  bugün, Meral Okay 'ın arkasından ne demiş;  " Gitti ömrünün geri kalanı..."
O dostum kendini bilir... Biliyorsun, ben hep senden önce gitmek isterim... Bakalım Tanrı hangimizi kayıracak...

07 Nisan 2012

Mektup: Bulut

Küçükken resim sandığım bulutlar gibisin Sevdiğim. Elimi başımın altına koyup, ayaklarımı çapraz yaparak yüzüme vuran rüzgara aldırmadan gözlerimi Haziran güneşinden kısarak baktığım, hangi gözümü kısarsam o taraftan gördüğüm bulutlar gibisin. Değişiyorsun her saat dünya döndükçe, güneşin yeri değiştikçe. Bir melek oluyorsun arkanda diğer buluttan değen kanatların, gözlerin oluyor bulutun kara gölgeleri, beyaz bir çizgi geçiyor dudaklarının olduğu yerden gülümsüyorsun sen. Yüzüme vuran rüzgar buluta değiyor dağıtıyor orta yerinden,  saçların oluyor, saçların giderek azalıyor, rüzgar buluta değdikçe...Gülümsüyorsun sen, gülümsüyorum ben. İçim buluta değiyor, içim yükseliyor, bulut oluyor, beyaz oluyor, yumuşak oluyor, güneş gibi oluyorsun...
Rüzgar sertleşiyor, parçalanıyorsun sevdiğim. Elimi uzatıyorum, elimi kolumdan koparıyorum, kolumu uzatıyorum, kolumun uzunluğuna şaşıyorum sevdiğim. Erişmiyor, erişemiyorum buluta sen kayboluyorsun, bulut  büyüyor, şekilsizleşiyor sevdiğim. Göremiyorum yüzünü, dudakların küçülüyor, asılıyor yüzün, karanlık bakıyorsun, güneşşsiz bakıyorsun sevdiğim...

"Olsun Demekte Zor Artık..."


Yorgun gecelerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Solmuş insanların yüzünde
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm

Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerin hep sessiz, derinden
Ama yalanlar görüyorum hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya 

Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık

Erken ölümlerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Borcum varmış gibi kendimden
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm

Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerin hep sessiz, derinden
Ama yalanlar görürüm hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya

Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık

Söz / Müzik / Düzenleme: Cem Kısmet

Denge...



Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir...
Yanlış yolda yürümek, doğru yolda beklemekten iyidir...

06 Nisan 2012

Üçüncü Yol...

Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin Aze...

04 Nisan 2012

Kutlu Olsun...

Münevver'in Doğum Günü
Yapraklara dallara, yeşillere, allara,
nice nice yıllara gülüm, nice nice yıllara.
Yaprak dala, al yeşile yaraşır,
gayrı bundan böyle vermem seni ellere...

N.Hikmet

Doğum günün kutlu olsun Aze...


  

02 Nisan 2012

Şiirin Düz Yazı Hali: "Okuyana Mektup"


"Sana mektup yazmak bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Geçseydi ve daha önce oturup yazabilseydim, herhalde her iki satırdan birini senin için boş bırakırdım. Ya da, senin için, içleri harflerle dolu çeşitli boşluklar yaratırdım sayfaların yüzünde. Senin için değil de aslında, bunu, mektup dediğimiz metnin metin olabilmesi için yapardım. Bir bakıma, seni düşünmeksizin senin için.

İşte,şimdi bile bu mektubu yazarken yukarıdaki paragrafı arada bir tekrarlamayı nasıl arzu ediyorum bilemezsin. Aklımdaki geçmişin gölgesine oturup yüzümü geleceği doğru dönerek onu değişik şekillere sokmayı, bu şekillerin arasından birini seçmeyi, seçtiğim şeklin üstünü öteki şekillerin tadından oluşan yumuşak bir sisle örtmeyi ve kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum aslında. Bunları yaparken her şeyi, ama her şeyi unutup sadece yaptığım şeyin kendisine dönüşmeyi de arzu ediyorum hatta; dünyan dediğimiz şu daracık genişliğe oradan, ruhunda bütün harflerin ruhunu taşıyan zamansız bir harf gibi bakmayı da arzu ediyorum. 

Az önce her şeyi unutmaktan söz ederken, beni hayatın orasına burasına bağlayan her biri birbirinden sevimli zincirlerin, bilgi suretinde gezinip duran metanetli dağların, bakış alanımı daraltan duvarların ve bunlar gibi daha başka varlıklarla çeşitli yoklukların yanı sıra seni de kastettim tabii. Zaten, masaya oturmadan önce benim yapmam gereken en önemli iş seni unutmaktır biliyorsun. Unutamazsam, asla yazamam çünkü; elimde kalem, öylece kalakalırım kağıdın başında. Ardından da ne kadar uzak ve anlayışlı olursan ol, özgürlüğümün senin varlığınla senin varlığınla kuşatıldığını düşünürüm. Bakışlarının, ne yapıp edip benim atacağım adımları şekillendireceğini düşünürüm sonra. Dahası, senin varlığında eşşiz güzellikler oluşturan bazı zayıf noktaların beni ister istemez kışkırtacağını, içimde uyuyan ezeli boşlukları harekete geçireceğini, bu hareketlerinde beni tutup sana yaranmaya çalışan tuhaf bir kılığa sokacağını düşünürüm.

Doğrusu, hayalimde büklüm büklüm bazı gölgeler belirir de yüzüm içe doğru nar gibi kızarır böyle zamanlarda.

Bir yandan da, fena halde korkarım tabii. Sana yazmaktan değil, senin için yazmaktan korkarım. Başka bir ifadeyle, senin için yazmakla sana ve edebiyata en büyük kötülüğü edeceğimden korkarım.
İşte, bu yüzden, yazmak için kağıdın üzerine eğildiğimde, yazdıklarım illede bir yere varacak, 
bir yeri aşacak ve varıp aşacağı yere ille de bir işaret konacaksa, oraya seni değil kendimi koyarım ben. Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye , benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş devasa dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinden irili ufaklı şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.
buyulugerceklik.com
Hasan Ali Toptaş (1958-)
Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.
Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem.
Sen, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir." 

Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar kitabından, s.7

Bırak Bitsin !

Bir yerden sonra bırakmak lazım hayatın ipinin ucunu. Tut tut tut nereye kadar...Hem ne gereği var sonuna kadar beklemenin hem niye beklemeli...Bir yerde bırakacaksın. Ölmeye zaman ayırmalı insan, hayat bir tek ondan korkar...

Görünmez Güç...

Aşağıdaki metin,1908 devrimi(?) döneminde  Trabzon’da yerel devrimciler tarafından hazırlanarak İttihat ve Terakki’nin Paris’teki merkezinden gönderilen afişlerin yanına asılmıştır ve  ayrıca resmi otoritelere gönderilmiştir.

"Ey, kendinizi bir şey zanneden hayvanlar!
Artık boynunuza takılı duran saman torbalarını çıkarınız. Arsız çocuklar gibi bir iki cicili bicili üniformaya aldanıp milleti ilerletmeye çalışan halkı mahvetmeye kalkışmayınız. Yanlış istihbaratınızla zannettiğiniz işleri yapmayan kişilere zorbalık etmeyiniz. İktidarınız varsa, bu mektubun sahibini arayıp bulunuz. Anlayınız ne kadar iktidarsız olduğunuzu ki, sizin para için hayvanlar gibi aradığınız ve muzır evrak dediğiniz şeyleri işte ben size gönderdim. Bunların hepsini yapan benim. Gücünüz varsa beni bulunuz..."

01 Nisan 2012

Beklerken...

"Bin Hüzünlü Haz" kitabından...

"...Arada bir sesini duyuyor ve şehrin içinde bir yerlerde olduğunu biliyordum ama, çoktan beri yüzünü göremiyordum O'nun.

Önceleri, belki kaldırımlara taşan televizyon kabini, çelik kasa, buzdolabı, masa, vestiyer ve koltuk takımı gibi şapşal suratlı eşyaların, etrafı teneke levhalarla çevrili arsalardan yükselen paslı hurda yığınlarının, sinek vızıltılarının gölgesinde unutulmuş çöp bidonlarının, gelip geçen otomobillerin, şehrin değişik yerlerine doğru uğultuyla akan insanların, dev apartmanların ve parkları tıklım tıklım dolduran çocuk kıpırtılarıyla bu kıpırtıların en kırılgan noktalarında gezinip duran seyyar satıcıların arasında yolunu yitirmiş de, bana, dünyaya ve kendisine şimdilik yalnızca sesiyle ulaşabiliyordur, diye sabırla bekliyordum.

Beklerken, soluğumu biriktirmek, her türlü olabilirliğe karşı sesimi ayarlamak, ya da kelime dağarcığımı altüst edip kelimelerimin en güzelleriyle en çirkinlerini, en yumuşaklarıyla en sertlerini, en ateşlileriyle en soğuklarını tek tek gözden geçirmek, birbirleriyle karşılaştırmak, tozlarını almak ve anlamlarının ağırlığını yeniden tartmak gibi birtakım hazırlıklar yapıyordum hatta; hiçbir işe yaramayacağını bildiğim halde kafamdaki tasarılara dönüp bir daha bakıyor, bu tasarıların yanına bol bol değişebilirlik payları koyuyor ve gözlerimi yollara dikip sürekli Alaaddin'in geleceği ânın güzelliğini hayal ediyordum.
....
Bütün bunlar olup biterken, Alaaddin'in çocukluğunu eski bir harita gibi önümüze açar ve merakla üzerine eğilir, uzun uzun bakar ve onun çeşitli yerleriyle çeşitli zamanlarından bazı renkleri alıp büyük bir titizlikle sesimizin sesimizde gözükmeyen kıvrımları arasına yerleştirir miydik, hiç bilmiyorum. Bunu o günlerde de bilmiyordum zaten ve asla bilmek istemiyordum.
...
Alaaddin'le neler yapacağımızı inceden inceye planlamanın, yaşayacağımız şeyleri daha şimdiden zedeleyeciğini, biz onlara ulaşıncaya dek de bu zedelemelerin irili ufaklı bir yığın morartıya çürüğe ya da yaraya dönüşeceğini düşünüyordum çünkü... Hatta, kimi zaman terasa çıkıp dumansı kıpırtılardan oluşmuş kemik sarısı bir göğün altında hem kararsız adımlarla gezinir, hem dalga dalga uçuşan Alaaddin'in sesini dinler, hem de onu görebilmek için çok aşağılarda kalan şehre doğru sık sık başımı çevirip heyecanla bakarken; oysa ben çirkinliğin bile zedelenmesine razı değilim, hayır, bu ilişki bahçıvanını eğiten vahşi bir bahçe gibi kendiliğinden gelişmeli diyordum kendi kendime. O kadar ki, ben yalnızca bu kendiliğindenliğin gözü pek koruyucusu olmalı, hep onunla onu etkileyebilecek şeylerin arasında durmalı ve olabilirlikleri yoklaya yoklaya ilerleyecek olan bu ilişkinin alacakaranlık sularında, kaybolduğumun farkına bile varmadan, sessiz sedasız kaybolmalıyım, diyordum. ardından da, titrek gölgeleri andıran terastaki sandalyelerden birine oturup yavaşça gözlerimi boşluğa dikiyor ve sanki Alaaddin'in anlattığı o üçkağıtçı, ayyaş ya da serseri kılığındaki meleklerden biriymişim gibi, sese benzemeyen bir sesle; sözgelimi o anda ortaya çıkıp o anda kaybolan kıvılcımlar bazı kelimeleri tutuşturur, bazılarını yakar, sonra da tutuşanlardan mı yoksa yanıp kül olanlardan mı fışkırdığı anlaşılamayan bir aydınlık, tıpkı bir karanlık kıvamıyla ileriye atılıp bize aydınlık kadar aydınlık gözüken sinsi bir karanlıkla alt alta, üst üste ve iç içe boğuşurken, hiçbir şeye, ama hiçbir şeye karışmamalıyım, diye mırıldanıyordum...”

Hasan Ali Toptaş