28 Haziran 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: IV

- İşte pastamız da geldiii!
- Pasta değil ki o, salata.
- Evet, salata ama pasta görünümlü, havuç rendesinden surat yaptım gördüğün gibi.
Doğum günün kutlu olsun Ç Bey.

Sonbahardı Ç'nin doğum gününün kutlandığı akşam, günlerden ve aylardan neydi hatırlamıyordum ama sonbahar olduğuna emindim. Acaba hiç mi paramız yoktu ki, bir pasta almamıştık, hatırlamıyordum. Ama o salataya çok özendiğimi hiç unutmadım. Beyaz marullar, yani göbek marul, en altta domatesler, aralarda turp rendesi, yeşil soğan, havuç rendesinden gülen bir ağız, burun, göz ve saçlar. Ç 'nin ve Değer'in güldüğünü ve bir şeye bozulduğumu hatırlıyorum ama neye? Başka sahne yoktu gözümün önünde. Yıllarca bir akrep burcu bildim Ç' yi, akrep burcundan tanıştığım herkese sempati duydum, akrep burcundan biri ile çıkmaya başladığımda bile, Ç’ye benziyor demiştim içimden. Tuhaf bir biçimde akrep burcunu okudukça, Ç demek böyle dedim, sorma ve düşünme gereği duymadan. Komik, tuhaf bir salaklık. Oysa o bir yengeçmiş. Bu da bana yıllarca ve hala okuduğum burçların ne kadar yalan olduğunu tekrar ve tekrar ispatlıyor ki zaten İngiltere de yapılan bir araştırma da insanların astrolojik takvimlerine göre sınırlandırılan kişilik özelliklerine o grubun üyelerinin çoğunluğunun uymadığının yani burçların gerçeği yansıtmadığının ispatlandığını bile bile üstelik.

Ekonometri; buydu okuduğu, öğrendiği. Ekonomi bilimini inceleyecekti ilerde, matematiksel ve istatiksel olarak. Değer'in bir Arap arkadaşı ara ara matematik çalıştırıyordu bana, hatta özellikle çağırırdık onu, neden Ç hiç çalıştırmamıştı acaba? O zamanlar bunu hiç düşünmemiştim, o zamanlar düşünmediysem şimdi düşünmenin bir manası yoktu aslında. Demek ki o zamanlardan hatırlamadığım bir nedeni olmalıydı. Hiç kız arkadaşından bahsetmezdi, çok az konuşurdu zaten ama kız arkadaşı olmadığına emindim. Ç için bir ara Sabiha' yı düşünmüştüm. Böyle çöpçatanlık da hep aklıma gelirdi, sanki bir benim aklıma geliyormuş gibi hemen birini birine yakıştırırdım. Hem Ç 'yi hem hem Sabiha'yı seviyordum ya ben, neden onlar birbirlerini sevmeyeydiler ki. Evet, Sabiha ile çok iyi anlaşırlar tanıştırmak lazım ikisini demiştim Değer'e. Değer dünden razı. Tanıştırmıştık ta, ama Sabiha ve Ç dalga geçmişti bizimle, sahilde onlar önde biz arkada yürürken çok sonradan öğrenecektim ki kendi aralarında ; " galiba bizi sevgili yapmaya çalışıyorlar" diye konuşup gülüyorlarmış.

" Sevgi, bir kişinin, kendisini bekleyen bir kişinin kendisini beklediğini, bilmesidir." der Oruç Aruoba Bir gün bunu çok daha iyi anlayacaktım. Birini beklemek ne demek, birinin sizi beklediğini bilmek ne demek. Bir gün çok daha iyi anlayacaktım... İnsan yaşlandığını düşünmeye başladığında yaşlanmıştır artık. Artık daha çok geleceğe değil geçmişe bakıyorsa, gelecekte olacaklardan çok geçmişte olmuş olanlar meşgul ediyorsa kafasını, yaşlanıyor demektir evet...

25 Haziran 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: III

- Canan.
- Ç.
- Memnun oldum. Hoşgeldin.
- Memnun oldum. Hoşbulduk.
Deniz kıyısında ahşap iki katlı, eski, cumbalı İstanbul evlerindendi. Değer ile Canan zar zor ikna etmişlerdi ev sahibini, kesinlikle nişanlıydılar, kesinlikle evleneceklerdi.

O kadar pis bir evdi ki, ancak "aşk" bir kadını orada tutabilirdi. Ahşabı eskimiş, ne kadar silseniz renk değiştirmeyen döşemeleri, sürekli dökülen pervazları ve sadece musluğun bulunduğu bir mutfak vardı. İnsan yirmilerinde "aşk" diyebiliyor birçok şeye; kalbinizin yerinden çıkacak gibi atması, gelmeyeceğini söylediğinde boğazınızın kuruması, birden tüm dünyanın kararması, hayatınızın bundan sonrasının karanlıkta geçeceği sanrısı. Aşk hep sonsuza dek sürecek gibidir başladığında. Her bittiğinde de bir daha başlamaz gibi. Değer' i ilk gördüğünde bir kere çok yakışıklı olduğunu düşünmüştü, sonra çok yetenekli olduğunu. Çok az kadın bir erkeğe sadece yakışıklı olduğu için âşık olabilir. İnsanlar böyledir, kimse kimseye güzel ya da yakışıklı olduğu için âşık olmaz. Bir etkendir, bir çağrışımdır, bir etkilenim ama "aşk" gibi güçlü ve derin bir duyguyu kişide tutacak kadar güçlü ve önemli değildir güzel görünmek. İnsanlar hayranlık duyduğundan çekilirler birbirlerine daha çok. Bir ses, bir koku, bir kelime, hayatta kalma tercihleri ve seçimleri kişiye hayran olmamızı sağlar, sonra güzel buluruz veya önce güzelliği ile onla ilgilenmeye başlarız. Böyledir bu, böyle olmuştur. Değer ile de böyle olmuştu. Çok güzel resim yapıyordu. Önemli iki üniversitenin resim ve heykel bölümlerini ayrı ayrı kazanmıştı. Ama o kadar tembeldi ki ne yaparsa yapsın yeteneği bir işe yaramamıştı. Hiç bir şey yapmazsanız yetenekli de olamazsınız. Üretkenliği getirmedikçe yetenek nedir ki? Böyle başladı velhasıl, çok daha kısa sürebilirdi ama sürmedi. Hayranlık ve on dokuz yaşında sahip olunabilecek tüm cehaletin cesareti ile uzun zamandır İstanbul'da bulunan bu yakışıklı adam bir kaç kez aldatsa da Canan'ı olması gerekenden daha uzun sürdü ilişkileri. Oysa bir kere aldatan her zaman aldatır. Değer böyle biriydi işte, aldatmaması mümkün değildi. Yıllar içinde düşünmüştü Canan, insan yetenekli bir resim öğrencisi ile birlikte olur da hiç kara kalem bile bir tablosu olmaz mıydı? Yoktu işte. Bazı eskizleri oldu ama Canan için çizilen bir tablo olmadı hiç. Bir kaç kez istemişti yağlı boya bir tablo. Karikatür çizmeyi daha çok seviyordu, tüm hocalarından uyarı alsa da ısrarla karikatür çiziyordu ama Canan'ın bir karikatürü bile olmamıştı işte. Söz de vermişti yağlı boya tablo için ama tutmamıştı sözünü işte. Yıllar içinde Canan kendisine verilen sözlere ne kadar takıldığını düşünecekti, oysa Canan'da pek sözünü tutanlardan değildi. Belki de kendi tutamadığı için "söz verdim" O'nun için pek kıymetliydi.

Siyah kot pantolon, üzerinde bir kazak vardı. Değer ayaktaydı, Ç.'nin biraz orada kalacağını söyledi. Canan gülümsedi. Canan yurttan fırsat buldukça oraya gelirdi, Ç.' de genelde orda olurdu. Sessizdi. Kitap okur, Değer'le sohbet ederdi. Kendisi ile sohbetlerini pek hatırlamıyordu. Kendisine kızdığını hatırlıyordu genelde. Belki de Canan'da sohbet etmek için Ç.' yi görmüyordu ya da vakit olmuyordu. Ç.' nin de O'nu pek gördüğünü hatırlamıyordu.

- Biraz da kitap okusan, gevezelik yerine...
- Okuyorum ya!
- Paris Düşerken'i oku mesela. İyidir.
- Okurum.

Tam on üç yıl sonra okudu o kitabı Canan. Üstelik raftan alırken Ç. oku demişti, okuyalım bakalım dedi. Son sayfayı kapattığında " çok güzelmiş, yazık bunca zaman okumamışım" dedi. En çok bürokratın kızının cesaretini sevmişti, kendi korkaklığından ötürü olsa gerek, o zamandan on üç yıl sonra Ç.'nin cumbanın içinde elinde o kitap kıvrılışını hatırlamıştı.

Ç.'yi hep sevdi. Sorsalar bir nedeni yoktu, belki de sevmemesi için bir neden olmadığından severdi, Ç'ydi sadece O. Siyah ensesine gelen saçları, beyaz teni, zayıf kemikli yüzü, genelde öne eğik başı ile Ç. idi O. 1.70 boylarındaydı ama hafif kambur bir duruşu vardı. Zayıftı, hiç şişmanlamayacağını düşündürten incelikteydi. Çirkindi. O'nun gibi el sıkan birini hiç tanımayacaktı. Düşünürken parmaklarnı sıkar sıkar gevşetirdi, özellikle de endişeli olduğu zamanlarda ellerinden anlardınız gerginliğini. Çok uzun zaman sonra aynı ellerin nasıl da gerildiğini görünce yüreğine koca bir taş düştüğünü sanacaktı Canan. Nasıl acımıştı içi...

Bizler hala ilk gördüğümüz insanları üç cümleden sonra tanıdığımıza kanaat getiriyoruz, bir insanı tanıma zahmetinin ağırlığı her zaman fazla geliyor onu bir kaç cümle ile özetlemekten.

Bunlar; Canan'ın günlüğünden şöyle bir karıştırıp aldığım anılardan bir kaçı. O' nunla bunları bildiğimi hiç paylaşmadım. O' nu Değer'le ben tanıştırmıştım, bazen pişman oldum bazen Değer'le tanışmasının nedeni muhtemelen Ç. olmalı dedim bazen de kimbilir ki dedim. Artık günlüğünü ben anlatmak istemiyorum. O anlatsın... Şunu da belirtmek gerekiyor tabi, bu hikâye tamamen anlatılmış olmak için anlatılmaktadır. Sırf başka bir hikâye gelecekte daha güzel anlatılabilsin yazılabilsin diye...

22 Haziran 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: II

- Aslında benimde sesim güzeldir bak, hem de güçlüdür. Uzun bir "Aa" çıkarır Canan.
- Bir kere senin sesin güçlü falan değil, sana öyle geliyor, güçlü ses ile öyle ses çıkmaz.
Miting gününün üzerinden aylr geçmişti. Canan ile Sabiha kaldıkları evden ayrılmak zorunda kalmışlardı. Sabiha başka yerde kalıyor Canan'da ev bulana kadar Değer ve Ç.'nin yanında kalıyordu.

Herhalde Ahu'yu kastediyor diye düşündü Canan. Öyle ya! O'nun sesi çok güzeldi, söylerdi de Ç her fırsatta. O kızdan çok hoşlanıyor olmalı. Niye sevmiyor ki Ahu Ç'yi acaba diye düşünmeye devam etti Canan. Çok iyi biri oysa. Yine de benimde sesim güzel sayılır, ukaladır biraz Ç diye düşündü en son Canan, Ç'nin yine elinde neyle oynadığına bakarak. Dedesinin de vardı köstekli saati Ç'de de görünce niye sevindiği üzerinde hiç durmadı, yıllar sonra bu ukalalıklarının üzerinde ne çok durduğuna ve köstekli saati olmasına ne çok sevindiğine şaşıracaktı oysa.

- Niye köstekli saat taşıyorsun, hem çok eskimiş.
- Seviyorum.

İki yıl sonra Kadıköy'de Ç'ye köstekli saat ararken almayı gerçekten çok istemişti ama bulamamıştı. Bir kere çok pahalılardı zaten Ç' de Canan'ın O'na köstekli saat alacağına hiç inanmamıştı. Yıllar içinde her köstekli saat gördüğünde O'nu andığını bilse bile inanmazdı, inanmanın bir değeri de olmazdı zaten, tek gerçek saatin alınmamış olmasıydı.

Hergün okula giderdi Ç, ya da öyle sanırdı Canan ama hiç ders çalıştığını görmemişti. Elinde ne bir kitap ne de bir defter. Bir kâğıda bir şeyler yazar halini görmüştü başka da bir şey görmemişti okula dair. Her gün okula giderdi ama. Kashmir dinlerdi, dinlemelisin Led Zeppelin derdi, o albümde bir tek 'Kashmir' i sevmişti zaten Canan ama dinlemişti diğerlerini de. Bir gece Değer, Ç, psikolojide okuyan Ç'nin bir arkadaşı bir de arkadaşının arkadaşı Süphan dağı'nı söylediklerinde türkü de sevdiğini görmüştü. Adını hiç hatırlamadı o arkadaşlarının Canan ama sesini ve Süphan dağı türküsü hiç unutmadı. Belki Cihan 'da vardı o gece ama tamda hatırlamıyordu. Küçük yola bakan bir evdi, iki oda, iki odanın arasında mutfak ve tuvalet vardı. Şehrin tam ortasının tam ortasındaydı. Canan ev bulana kadar orada kaldı, zaman zaman da başka yerde. Zaman zaman geldiğinde Değer'in sanat çevresinden kızlar olurdu evde, biri alev gibi saçları olan Alev 'di. Bir tek onu kıskandığını hatırlıyordu Canan bildiklerinin içinden. Resim öğrencisiydi. Değer'in yanına ders çalışmaya gelirdi ara ara. Sanırım Canan O' nu yolcu ederken kimi zaman elini sıktıktan sonra gözlerinin içine bakarak, hoş çakal diyerek el sallamasından ve kendine gülümsemesinden dolayı kıskanırdı. Bile bile yapmasından sanki. 

Ç hiç bir zaman hiç bir şey demeyecekti, bir yıl önce birbirlerine tokat atmaları üzerine "akıllı olun" dışında, kızlar yüzünden. Bu, erkeklerin dünyasıydı, dostların seçimiydi, kadınlar kendilerini korumalıydı. Bir yada iki yıl önce kaldıkları deniz kıyısındaki o ahşap eve gelmekten daha çok keyif alırdı Canan. Daha gençti, dünyayı sırf var olduğu için severdi her şeye rağmen, insanlar zaten çok iyiydi o yıllarda, herkes iyiydi. Belki Ç'yi de kapıdan girdiğinde karşısında görünce bu yüzden sevmişti, herkesi severdi o sıra. 

"İnsanın bastığı yerde ölüleri yoksa O adam o toprağın adamı değildir" demişti Marquez. Hepsi İstanbul'a dışarıdan gelmişti, dışarı illerden. Bazılarının ölüleri vardı ama orada değillerdi. İstanbul'da da zaten bir mezarı mezar gibi taşıyacak yürek yoktu, her şey öylesine hızlı akıyordu ki burada zaman bile. Siz ölünüzü toprağa koyar koymaz bir yaşayan mezarınızı satın almıştır bile kendisi veya bir yakını için... Fahişe gibidir derlerdi o zamanlar İstanbul için ; satın alabilirsin ama asla sahip olamazsın... 

19 Haziran 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: I

ok korktum valla! İnsan bu kadar gözü kör, kalbi karanlık, içi boş olabilir mi? Bir kaldırım, kenara dizilmişiz biz, ha bire vuruyor vuruyor. Dükkanlar hep kapatmıştı, yanımda bir adam vardı. Sırtını döndü coplara, bizi önüne aldı, siper etti kendini. Paltosu kalındı sanki kollarını da açtı bize gelmesin coplar diye. Bir ara herhalde komiserleri "tamam yeter, bırak dağılsınlar dedi." Bende o sıra aşağı doğru koşmaya başladım, Sabiha'yı gördüm bir sokak arasında ikimizde bir baktık Sinem, buluştuk üçümüz böylece geldik, dedi Canan. Gözleri Değer'e baktı sonra Ç'ye, Değer iki eli iki cebinde gülümsüyordu, Ç'den bir şey demesini bekledi Canan bu sırada ama demedi o bir şey.

On yedi yıl sonra elini tekrar sıktığında anlayacaktı ki Canan, Ç aslında hiç de öyle o miting günkü gibi sıkmamıştı elini. Acaba ilk tanıştıklarında ve sonrasında ki yıllarda her karşılaşmalarında Canan’ın mı elini öyle sıkardı yoksa herkesin mi? Eğer herkesin elini öyle tutuyorsa on yedi yıl sonra ki el sıkışı da öyle olmalıydı ama değildi. Sıradan, normal bir tutuş.

O gün sadece "Hoş geldiniz" dedi. Elini sıktı. Başkaca da bir şey demedi. Şöyle demesi gerekiyordu o gün ; "korktun mu "? Kıştı, ama üzerinde beyaz, fanila niyetine de giyilen bir tişört altında her zaman ki siyah kot pantolonu vardı, elinde bir şeyle oynuyordu, elektrikli öğrenci işi sobaya yakın duruyordu. Kafasını yerden nerdeyse hiç kaldırmadan yatağına uzandı. Canan'ın erkek arkadaşı olan ve o eve gelme nedenleri olan Değer kırmızı çizgili gömleğini açık renk kotunun içine yerleştirmeye çalışırken bir yandan da önce "Hoşgeldiniz" sonra , "Ya! sizin ne işiniz var memur mitinginde" dedi Canan'a. Sinem atladı cevaba ; "Benim yüzümden aslında, yasal bir mitingdi, O'nlar da memur ya! gelelim diye tutturdular. İyi başladı, konuşmalar, sazlar, halaylar ama korteje müdahale ettiler, ortalık karıştı tabi, coplayan coplayana kaçan kaçana." Canan o sıra Sabiha'ya döndü "Ayakkabılarını bağla dedik sana, gitti biri şimdi. Allah'tan Beyazıt'ta bir çorapçı bulduk da, çift çorapla geldin buraya kadar, yoksa donacaktın." dedi. Sabiha sakindi, elektrikli sobanın yanı başında oturuyordu. Kumral kısa saçlı, zayıf, kısa boylu bir kızdı. Çok güzel iri kahverengi gözleri vardı. Zehir gibi bir zekâsı. Hem O hem Canan bir an önce çalışma gerekliliği telaşından Ticaret Lisesinde okuduklarından olsa gerek en azından Sabiha için bu böyleydi, kendi ifadelerince iyi bir üniversiteye girememişlerdi. O yıllarda Canan ile deyim yerinde ise çok sevişmeseler de beraber çok cefa çekmişler çok sefa da sürmüşlerdi. Ev arkadaşı idiler, beraber iki göz bir evde kalıyorlardı. Biraz sakinleşip, kendilerine geldiklerinde bir sonuç verip vermesinden değil katılmış olmalarından mütevellit bir keyif kapladı yüzlerini. Üç vesait yapmışlar, şehrin bir ucundan bir ucuna gitmişler ama orada bulunmuşlardı. Artık Sabiha'nın ayakkabısının ayağından çıkmasına, Canan'ın adamla yüz yüze bir dükkân camına yapışmış " vurmayın ya vurmayın" diye bağırmasına ve Senem'in birden ortadan kaybolup sonra nasıl aynı anda aynı sokakta yüzlerce insan arasından buluşmuş olmalarına gülmeye başladılar. Yaşamın gizinin detaylarda saklı olduğu üzerine sabaha kadar sohbet etseler de henüz yaşanmış olay örnekleri az olduğundan anlayamıyorlardı bu gücü. Hayat böyleydi işte, buluşulması gerekiyor ise yüzlerce insan içinden üç kız birden birbirlerini buluverirmişler alakasız bir sokak içinde, eğer olmayacaksa aynı sokaktan yüz kere geçin yine de göremezsiniz o sokaktan her gün aynı sizin saatinizde geçenleri...

O gün Ç hiç bir şey demedi. O günden tam on yedi yıl sonra Canan aklında sadece Ç'nin bir şey demesini beklemiş olmasını hatırladığına şaşıracaktı. Değer'in erkek arkadaşı olmasına rağmen sadece gülümseyen yüzünü hatırlayacaktı. Canan o gün neden O'ndan bir onay, bir sitem, kendini koruyan bir söz beklemişti bilmiyordu ama beklediğinden emindi. O günden en aklında kalan tek şey buydu çünkü.

16 Haziran 2016

Demokrasi Dediğin



Hakkı Devrim- Gazeteci (1929, Eskişehir - 15 Haziran 2016, İstanbul)

Sanırım bir on yıl oldu bu sözlerini edeli... Allah rahmet eylesin. Cihannüma köşesini severek okuduğum, bir şeyler öğrendiğim biriydi. Karısına olan aşkı da dillere destandı. Kimbilir, belki kavuşmuşlardır... 

13 Haziran 2016

Ev, Hesap, Çarşı

Sabah dokuzda hastanede olmalıydım. Öyleyse evden sekiz olmadan çıkmalı, kahvaltı yapacaksam yediyi gibi uyanmalıydım. Yediyi geçerken uyandım, yataktan sekiz civarı çıktım. İşte, bu yarım saat bugünümün tüm müsebbihi. Şimdilik öyle görünüyor en azından. Neden-sonuç ilişkilerinin kaderimizi yönettiği fikirlerini giderek daha zayıf buluyorum. Bu hikaye bu fikre dayansa bile.

Aslına bakarsanız her şey bu sabahtan çok önce başlamıştı. Ve ben işte olanlar yüzünden bu uzak hastanedeki sabah randevusunu kabul etmiştim. Her şey bir nedene bağlıysa sonuçların hiç kabahati yok mu? Ben sanırım artık böyle düşünüyorum. Yoksa, bütün gençliğim bir kabahatlar silsilesi haline geliyor ki, artık olacak iş değil bu. Bir hafta bir muayene randevusu almak için uğraşılır mı? Ben uğraştım. Ya meşgul ya açmıyorlardı. Başka bir kanaldan deniyorum yine oraya aktarıyorlar. Diyorum, "e açmıyorlar ki. "Orası veriyor göz randevusunu hanfendi", tak kapanan telefon. Ertesi gün yine diyordum, yine benzer süreçler. Sonraki günlerde hasta haklarını aradım. "Aktarayım hanfendi", demez mi! "Hayır, neden aktarıyosunuz bu sizin işiniz değil ki", "evet ama ben yardımcı olmaya çalışıyorum." "Açmıyorlar o yüzden sizi aradım, hasta hakları göreviniz için aradım sizi." "Tamam o zaman aldım notunuzu". "Adımı bile sormadınız, nasıl aldınız?" "Dediniz ya, Aze," "Hımm, evet Aze yeterli, peki tamam." Böyle böyle bir kaç gün daha geçti. En son hastanenin genel e-postasına ve maalesef illa oraya kontrole gitmem gerektiği için, doktorun şahsi e-postasına yazdım. Gece yarısını biraz geçe yazmıştı doktor cevap, sabah dokuzda gelin diyordu. Doktoru mahcup etmemek için sabah dokuzda hastanede olmaya karar verdim ki, aynı dün diş doktoru da istediğin saat gel demişti. Oh ne ala olacaktı. Muhtemelen öğlene kadar her işim bitecek, hadi olmadı en çok üç gibi evde olabilecek ve beni boğan sınava çalışabilecektim biraz daha. Dişçi ölçümü alacak, bir kaç gün sonra da çeneme çakılan çivilerin üzerine dişlerim oturacaktı. Ölçü almak dediğin nedir ki... Bütün bunları düşünürken geçti işte o yarım saat sabah yatakta... İnsan hayalleri ile var olmaz da neyle var olur ki. Lise yıllarında edebiyat öğretmeni olmayı dilediğimi hatırlıyorum. Hayır, edebiyat öğretmenim yakışıklı olduğu için değil. Hatta tüm sabah derslerinde geceden kalma olduğunu aşikar eden şiş gözler, büzülmüş yanaklar ve yağdan dümdüz taranmış saçlarla otururdu. Fakat o demişti; mutlaka üniversiteye gidin. Gittiğinizde anlayacağınız başka bir dünya ile karşılaşacaksınız. Bunun için çabalayın, derdi hep. Hem kitapları seviyordum hem de bunu diyen o olduğu için belki, edebiyat bana yakın gelirdi. Oysa ne tuhaf ki, bunu düşündüğüm anda bile ne olacağım belliydi çoktan. Bankacılık bölümünde okuduğuma göre lisede, bankacı olacaktım. Yenice yataktan kalkmışken günün geri kalanını gizliden gizliye hissettiğim gibi... 

Yine de dokuz buçukta hastanede olabilirdim yanlış istasyonda inmeseydim eğer. Bir beyfendiye sordum, "geri dönüp bir durak daha gitmenizi tavsiye ederim yürümek uzun sürer", dedi. "Metrolar aktarmada ücret almıyor", diye de ekledi. Bir an kendime baktım, bir şeyim mi eksik ki bunu ekleme ihtiyacı hissetti. O, elinde bir araba anahtarı sallıyordu ama fazlalık olarak. Belki de öyle üzgün ve çaresiz bir ifadeyle sordum ki... Bazen yüzümün ne kadar içimi yansıttığına ben de şaşıyorum. Vardığımda dokuz buçuğu en fazla on beş dakika geçiyor olmalıydı. Bu olamazdı! Burası olsa olsa, bol karlı bir köyün baharın ilk günlerinde doktoru anca ulaşabilmiş bir sağlık ocağı olabilirdi. İğne atsan yere düşerdi de, gören olmazdı sanırım. Sıralar, sormalar, kağıtlar, ödemeler derken doktorun kapısında bekliyordum. E, n'apalım o zaman, akşamki deneme sınavını çözelim diye diye iki saat kadar bekledim. On bir buçuk gibi doktor, "her şey normal, seneye gelebilirsiniz", dedi. Seneye... Bir kaç kontrol noktasında beklerken biri, "öğretmen misiniz?" dedi.  "Hayır değilim, neden?" "Sınav sorusu çözüyorsunuz sandım da, öyleyse yüksek verin bari, yazık çocuklara diyecektim", dedi. Değilim ama edebiyat öğretmeni olmayı istemiştim, olsaydım ve burada olsaydım yüksek not verirdim, demedim tabi. Demezdim de bence. 

Buradan bakınca şimdiye kadar olanlar bana da normal görünüyor, fakat sabah kahvaltımı uykuyla değiştirmiştim ve maalesef açlık zor bir terbiyedir benim için. Yorgundum ve mutsuzdum, açtım çünkü! Andressa'ya da derdim hep, gülerdi. Neden o kadar şaşırdığını sonraları anladım. "Yoğun kakaolu çikolata yediğim anı çok az şeye değişirim." On ikiyi geçiyordu kaldırımlarda yürürken ve gözlerim damlalarım etkisiyle güneşte görmezken. Bir simitçi görsem sarılır mıyım acaba diye diye, bir kaç kapı dolaşıp çay ve yiyeceğe kavuştum. Öğleden sonra bir buçuk gibi diş doktorunun kapısındaydım ve hala üç gibi evde olabileceğim konusunda iddialıydım. 

Dişçi, haftaya şu şu işler için şu gün gelebilirsin derken saat beşi geçiyordu. Bense demek bugün böyle bitecekmiş diye düşünüyordum. Bazılarının hayatı süprizdir kendine bile. Harika okullardan mezun olmaz, kapısından giremem dediği şirketlerde çalışmaz belki ama başka başka şeyler, tesadüflerin güzelliği ona sonlanmasından çok üzüntü duymayacağı bir ömür sağlayabilir. O gün geldiğinde kendi bile şaşırır. Bazıları da daha küçükken başlar; nerede oturacak, nasıl bir arabası olacak, nasıl biriyle evlenecek, nasıl büyük bir ailesi olacak, dünya da nereleri görecek. Bir gün gelir ıssız bir sokakta yarı sönük lambaların altında yürürken bulur kendini. Bir yerlerde bir şey olmuştur, ama ne?  Ha, sınavı soracak olursanız, ertesi gün yoğunlaşmışken bir hastalık haberiyle önemsizleşti gitti... 

10 Haziran 2016

İnsan; Burada ya da Başka Gezegende: İki Film Birden

Yok yok öyle değil. Hatırladığınız iki film birden sinemalarından değil. Sahi, var mı hala o sinemalardan acaba? Vardır kesin. Ben hiç gitmedim. Haliyle kadınları almıyorlardı, zati haberim de yoktu o sinemalardan eskiden. Her neyse, benim diyeceğim; Passengers ve My Afternoons with Mrs. Margueritte filmleri.

'Passengers', yani Yolcular filminden çok fazla bahsetmeye değer bir şey yok. Bilim kurgu deseniz ev aletleri teknolojileri haricinde yeni bir şey söylemiyor. Sanırım, gezegenler arası seyahatimizi uyuyarak yapacağız. O kadar çok kullanıldı ki başka bir şey üzerinde çalıştıklarını sanmıyorum bilim insanlarının. Bu kadar hayal elbet bir gün gerçeğe dönüşecektir.

Binlerce seyahati boyunca bozulmamış uyku kapsülleri sıra bizim kahramanlara gelince bozuluyor ve daha doksan yıllık yolları varken uyanıyorlar. Haliyle gemide yaşlanacaklar. Bir kadın ve erkeğin uyanması fazla tesadüf olacağından, kadını hain bir eylemle erkek uyandırıyor. Tabii, tek başına geçirdiği bir yıl boyunca arayıp tarayarak 'havvasını' seçiyor. Bu ana tema etrafında konuyu şekillendirip biraz da gererek bağlamışlar güzel ve birlikte yaşamaya... Hikayeden alınabilecek şey açıkça da söylendiği gibi; nerede nasıl mutlu olurum diye fazlaca düşünmeye gerek yok. Belki de bulunduğumuz mekan ya da zamanda sahip olduğunuz mutluluk aradığımızdır... İzlemesem olurmuş ama artık başlamıştım ve detaylar hoşuma gidiyordu. Öyle öyle sonuna geldim.
Oyuncular: Jennifer Lawrence, Chris Pratt, Michael Sheen Yönetmen: Morten Tyldum. Ayrıca, Jennifer her ne kadar çok populer olsa da son zamanlarda, Chris filme çok daha iyi oturmuş ve iyi oynuyordu. 


Diğeri ise, Bayan Margurette ile Öğleden Sonralarım, olarak çevirebileceğimiz harika bir küçük öyküydü. Annesinin istenmemiş çocuğu olan German, öğrenmekte ve okul eğitimlerinde biraz yavaş kalmış fakat sevecenlik, duyarlılık, anlayış ve sevmekte insanlar arasında önde gelenlerden olmuş orta yaşlarında bir adamdır. Çok güzel sevgilisi, ilgisiz annesi ve kasabadaki arkadaşları ile küçük, olağan bir hayatı vardır. Babasını hiç tanımamıştır. Hatta annesi de babasını neredeyse hiç tanımamıştır. Bayan Margurette hayatına girene kadar kitaplar, okumak, okumak konusunda iyi olmamak gibi gündemleri yoktur.

Okumak önemlidir, deriz hepimiz. Okuyunca daha iyi birer insan olacağımızı sanırız. Eğitilince, bilince, öğrenince dünyaya, kendimize ve insanlara daha faydalı olacağımıza inanırız, inandırılırız. Oysa bilmek bizim ne olduğumuzu değiştirmez, olabileceğimiz şeyleri gösterir belki.

German'ın sevgilisi ondan bir çocuk sahibi olmak istemektedir. German, "iyi gelir getiren bir işim yok, sigortam yok, mesleğim yok, doğru düzgün okuyamıyorum bile, neden benden bir çocuk istiyorsun, ona ne verebilirim ki?" diye cevaplar bir gün. Gönülsüzdür bu konuda. Sevgilisi tereddütsüz, "sevgini", der. Her şeyin iyiye gittiği bir film bu. Sanki tüm bedeller ödenmiş, çekilecek dertler başa gelmiş gitmiş, kavgalar tükenmiş ve geriye yaşamın güzelliğiyle ufak tefekleri dışında bir şey kalmamış gibi, olan bitenler tıkır tıkır yerine oturuyor. Öyle öyle bitiyor film. Bundan sebep belki biraz uzak kalıyor. Ama hoş, ama keyifli, ama naif, sıcacık bir öykü. Belki de bize, son zamanlarda insanların ya da hayatın getirdiklerinin hep karanlık yüzünü gördüğümüzden olamayacak gibi gelmiştir. Ya da bana... Oyuncular; Gérard DepardieuGisèle Casadesus, Yönetmen: Jean Becker. Kadın oyuncu Gisele bugün yüz iki, film sırasında doksan altı yaşındaymış. İyi oynamasının yanında iki dünya savaşı görmenin nasıl bir şey olduğuna dair kendisiyle konuşmak isterdim doğrusu... 



04 Haziran 2016

Kahr*

Atasözleri neden doğrudur bilir misiniz? İnsan hiç değişmemiştir de ondan. Ne zaman söylendiği dahi hatırlanmayan, bir olaya şıp diye oturuveren o cümleleri haklı çıkarır çünkü insan ezelden beri.

Kahreden bir acı ve onun müziği, boğazınızı yakan bir şiir, ağlayamadığınız bile bir fotoğraf ve bunların tekrarları tekrarları... İyilikler hatırına kötülüklerle dönen bu dünya için, "insan bir gün mutlaka mahvolacaktır." demiş Goethe. Eh, entropi yasası da öyle söylüyor. Bütün gidişatımız kaosa doğruymuş. Kimin yüzü suyu hürmetine dönerse dönsün, bir tek masum için durmuyorsa, durmamışsa gerisinden bana ne...


Fotoğraf Avinash Lodhi tarafından tesadüfen çekilmiş. Öldü zannettiği yavrusu ve annesi. Bay Lodhi, maymunun bir saat kadar sonra ayıldığını söylüyor. Ve devam ediyor; "Bu fotoğraf benim yüreğime dokundu. Çünkü tüm fotoğrafçılık kariyerim boyunca böyle bir şey görmemiştim. Böylesi bir ana sık rastlanmıyor, özellikle de hayvanlar için." 

*kelimenin anlamı

01 Haziran 2016

Bir Öykü: Mantar

Sıska adam kafenin döşemesine yığıldı. Karnına o güne denk hiç tatmadığı denli şiddetli bir ağrı saplanmıştı. Bedeni, bir dizi istem dışı kasılmayla sarsılıyordu. "Ölüm böyle bir şey herhalde," diye düşündü. "Fakat bu son olamaz. Henüz çok gencim. Bir zamanlar popüler olup yıllardır doğru dürüst iş yapamamış bir kafenin döşemesinde üzerimde şortum, ayağımda Crocks'larla bu şekilde ölmek fena halde utanç verici." Yardım istemek üzere ağzını açtı, fakat ciğerlerinde çığlık atamaya yetecek kadar hava yoktu. Bu öykü ona dair değil.
Sıska adamın yanına koşan garson kızın adı Galia'ydı. Kız, garson olmayı hiç bir zaman istememiş, hep öğretmen olacağını hayal etmişti. Fakat öğretmenlikte para yoktu, garsonlukta para vardı. Çok da yoktu aslında, sadece kirayı ve diğer masraflarını karşılamaya yetecek kadar. O yıl Beit Berl Üniversitesi'nde özel eğitim dersleri almaya başlamıştı. Okula gittiği günlerde kafede gece vardiyasında çalışıyordu. O gece kafenin kapısından içeriye bir köpek bile girmemişti ve kız, bahşişlerin yarısından bile daha az kazanıyordu, fakat okul onun için önemliydi. "İyi misin?" diye sordu yerde yatan adama. Adamın iyi olmadığını biliyordu ama yine de sordu, utancından. Bu öykü ona da dair değil.
"Ölüyorum", dedi adam. "Ölüyorum, ambulans çağır." "Faydası yok," dedi barda oturan ve gazetenin ekonomi sayfalarını okuyan esmer tenli kel adam. "Ambulansın buraya gelmesi yarım saat alır. Bütçelerini kırpa kırpa kuşa çevirdiler. Hafta boyunca günlerden pazarmış gibi çalışıyorlar artık." Adam bunu söylerken bir yandan da sıska adamı sırtladı ve "Ben götürürüm onu acile. Arabam dışarıda," diye ekledi. Böyle yaptı çünkü iyi bir adamdı ve garson kızın bunu görmesini istiyordu. Boşanalı beş ay olmuştu ve o zamandan bu zamana güzel bir kızla yegâne muhabbeti, bu yarım yamalak cümleden ibaretti. Bu öykü ona da dair değil.
Hastane yolu boyunca trafik tıkalıydı. Arabanın arkasında yatmakta olan sıska adam duyulması neredeyse olanaksız bir sesle inliyor ve esmer tenli kel adamın yeni Alfa Romeo spor arabasının döşemesine salyalar akıtıyordu. Esmer tenli kel adam boşandığında arkadaşları ona aile tipi Mitsubishi'yi satıp yerine bir bekâr arabası almasını önermişlerdi. Kızlar kullandığın arabaya bakarak senin hakkında çok şey anlarlar. Mitsubishi şöyle der mesela: Bitik vaziyetteki boşanmış adam son kancığın yerine yeni bir cadaloz arıyor. Alfa Romeo spor araba şöyle der: Klas bir tip, kalbi genç, macera peşinde. Arka koltukta kasılmakta olan sıska adam da bir tür macera sayılırdı. Kel adam şöyle düşündü: "Ben şimdi ambulans sayılırım. Sirenim yok ama diğer arabaların bana yol vermesi için klaksonumu öttürebilir, kırmızı ışıklarda geçebilirim, aynı filmlerdeki gibi." Bunu düşünürken gaz pedalını neredeyse sonuna kadar kökledi. O esnada beyaz, Renault marka bir minübüs Alfa Romeo'suna yandan bindirdi. Renault'un sürücüsü dindardı. Emniyet kemerini takmamıştı. Kaza yerinde can verdi. Bu öykü ona da dair değil.
Kazadan kim sorumluydu? Gazı kökleyip dur işaretini hiçe sayan emser tenli kel adam mı?Aslında kazanın sorumlusu o değildi. Emniyet kemeri takmayan ve hız sınırını aşan minübüs sürücüsü mü? O da değildi. O kazadan tek kişi sorumluydu. Bu insanları neden yarattım? Bana hiç bir zararı dokunmamış takkeli bir adamı neden öldürdüm? Aslında var olmayan birine neden acı çektirdim? Esmer tenli kel adamın evliliğini neden mahvettim? Bir şeyi yaratmış olmak insanı sorumluluktan kurtarmıyor. Hayatta, olan biten karşısında omuz silkip Tanrı'ya bakabilirsin ama burada mazeret bulamazsın; öyküde Tanrı sensin. Kahramanın başarısız olmuşsa sen öyle istediğin için olmuştur; başına kötü bir şey gelmişse sen öyle istediğin için gelmiştir. Onun kanlar içinde yerlerde yuvarlanmasını izlemeyi sen istemişsin. Karım odaya girip, "Yazıyor musun?" diye soruyor. Bana bir şey sormak istiyor. Başka bir şey. Yüzünden belli, fakat aynı zamanda beni bölmek istemiyor. İstemiyor ama böldü bile. Evet, ama önemi yok, diyorum. Bu öykü yürümüyor. Öykü bile değil, kaşıntı gibi bir şey bu. Tırnağımın altındaki mantar gibi. Karım neden söz ettiğimi anlamış gibi başını sallıyor. Anlamıyor. Yine de bu; beni sevmediği anlamına gelmiyor. Bu öykü, bize dair. 
-Etgar Keret, Tuhaf dergisi, Mayıs 2017
Çeviri: Avi Pardo