Küçük, şirin La Verne'nün kendi halindeliğini özlüyorum. Aslına bakarsanız, daha sıkıcı bir kasaba olamazdı. Bazen cuma günleri ders çıkışı Andressa ile Coffee Berry'de oturup koca bir hafta sonu ne halt edeceğimizi düşünür, sonra geldiğimiz yoğun mu yoğun şehirleri -benimki İstanbul- düşünüp, burayı çok özleyeceğiz biliyorsun, derdik birbirimize.
|
Market yolu |
Bir Starbucks, üç masalı minik bir kafe, bir italyan, iki kore lokantası, bir pizzacı, üç kuaför, bir küçük market, bir tütün ürünleri dükkanı, bir elmasçı (kuyumcu da denebilir), bir fotokopici, tek katlı belediye binası, ona benzer bir itfaiye binası ve bir polis bürosu... İşte o kovboy filmlerinin batı kasabalarından birinin modern hali kısaca. Yarım saatlik yürüme mesafesinde bir spor salonu, iki büyük market, iki Çin, bir İran ve bir Moğol lokantası. Ne alırsan 1 dolar marketi ve benzin istasyonu. UPS posta ofisi, tırnak bakım-güzellik salonu, McDonalds, emlakçı ve bir adet sinema... Asıl büyük alışveriş merkezleri ise, İKEA dahil, araba mesafesinde idi. Özlediğim şey tam da buydu. Bu sıkıcılık... Bu sakinlik... Gidecek bir başka semt, bekleyecek otobüs kuyrukları, market sıraları, dinleyecek korna sesleri, insan uğultuları, sinirli sesler, asık suratlar olmaması. Hayatımda ilk defa yapacak bir şey olmadığından kütüphanede uzun uzun oturmak zorunda kalıyordum. Üniversite öğrenciliğimde birkaç kez gittiğim kütüphanelerin, kitap kucağınızda şekerleme yapmak için bu kadar güzel yerler olduğunu keşke daha önceden keşfetseydim. Yarım saatlik market mesafesini sessizlik ve palamutlar eşliğinde yürümek, sevgili Andressa ile etraftaki Çinlilerin dedikodusunu yapmak, hocaları çekiştirmek ve yeni sevgili olmuş ya da ayrılan öğrenci çiftleri tespit etmeye çalışmak da geri kalan aktivitelerimizdi.
|
Suudi Ahmet K, |
Kendimden on beş-yirmi yaş küçük gençlerle ilk defa bu kadar uzun süre aynı ortamı, aynı sıraları paylaşıyordum. Öğrenciler... Ya da, Çin'in geleceği, gençleri demeliyim belki. La Verne Üniversitesi'nin yabancı öğrenci nüfusunun yüzde doksanının ve bizim sınıfların da Çinli olduğunu düşünürsek kendilerine dair kayda değer bir yargım oluştu diyebiliriz.
Biz ve bizden öncekiler dünyanın iyi hali için neler yaptık, bu da meçhul belki, ama bu gençliğin dünya için değil kendileri için çabalayacakları çok aşikar geldi bana. Eğer yaşayacakları dünyanın yok olacağını hissediyorlarsa, yani hedonizm anlayışlarına ters düşen bir gelecek görüyorlarsa evet, dünya için bir şeyler yapabilirler. Onun dışında, ilk ve en iyi öğrendikleri şey, kendileri için, kendi çıkarları, istekleri, mutlulukları için yaşamaları. Yalnızlar ama bu yalnızlık onlara "insanlığı," "dünyayı," "geleceği" veya "geçmişi" düşünmeleri için bir zaman yaratmıyor. Yalnız olduklarının farkında değiller. Daha doğrusu bu, bizim anladığımız gibi bir yalnızlık değil. Onlar bunu bir durum gibi değil, duygu olarak yaşıyorlar ve bundan bir şikayetleri yok.
Geçmişin, şimdinin, ya da geleceğin doğru olduğunu savunmuyorum. Ben inanıyorum ki, dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle olacak, nereye gitmesi gerekiyorsa oraya gidecektir. Yazılmış olsa dahi gelecek mutlak değildir. İnsan fikri eyleme geçmedikçe geleceğin her daim değişme ihtimali vardır.
Bilemiyorum bu yargım genel olarak gençler için de geçerli midir?
|
Marlen ve Jean |
Çin'in yanında, Japonya, Kore, Brezilya, Suudi Arabistan gençlerini de gözlemledim. Bu saydıklarım yoğun olarak Çin'e ait ama sanırım bazı bakımlardan genele yayabiliriz. İnternetsiz bir dünyayı karşılaştıracakları bir anıları yok. Sanki genetik kodları da bu şekilde. Bilgisayar programları gibi her yaptıklarının bir sebebi olmalı gibi davranıyorlardı bazen. Mesela, bir insanla sırf görüşmek için görüşme kavramının farkında değiller. Biri ile görüşülecekse mutlaka bir şey yapılmalı. Alışveriş, sinema, yeme-içme, seks, ödev... Sınıfta Tibet asıllı bir Çinli arkadaşım vardı; Xiao. Gülümse demek. Okunuşu: Şao, kendi dilinde yazılışı; 凡 甑. Dersten sonra kahve içelim dediğimizde, "Ben susamadım, siz gidin," derdi. Öyle bir disiplin ve zaman planlaması ile yetişmişler ki her an "bir şey" yapıyor olmalılar. Aileler arasında çok ciddi bir yarış varmış. Herkes kendi çocuğunun okulda birinci, balede en iyi, piyanoda en başarılı olmasını beklermiş. Bu yüzden de oldukça baskıcı bir eğitim veriyorlar onlara. Tabii, komünist eğitim sisteminin de etkisini ekliyorlardı. Uzakdoğulular, isimleri zor yazıldığından ve söylendiğinden kendilerine hemen bir takma isim buluyorlar. Çoğunluğu Amy, Jean, Liz, Micheal, David gibi popüler Amerikan isimleri ya da benim arkadaşlarım gibi Dickie ve Marlen (Şao). Marlen, Marks ve Lenin'den geliyor bu arada. Her fırsatta uyuyorlardı, sanki ülkelerinde hiç uyumamışlar gibiydiler. Kütüphanede, teneffüste, okuldan gelir gelmez birkaç saat, akşamları erken vs. Çin'de sabah erken saat etütlerinden, akşam ev ödevi baskısından oldukça sıkılmışlardı.
|
Kendi adını Quan |
Büyük bir geleneksellik ve "iç dünya" kültürü ile yetiştirilen, Buda'ya, Konfüçyüs'e, binlerce yıllık felsefe tarihine sahip Çin gençliği bile "paranın" tek tanrı olduğunu düşünüyor. Sonraki Tanrıları da Çao Mao. Mao Çetung'u böyle okuyorlar. İnandıkları için değil, öyle bildikleri için. Tanrı'ya inanır mısın sorusuna, ya "Tanrı kimdir? İsa mı, Muhammed mi, Buda mı, kim sizce?" diye cevap veriyorlar ya da "Çin'de herkes Çao Mao'ya inanır, Çin'de Tanrı Mao'dur," diyorlar. İngilizce eğitimine gelen öğrencilerin %99'u MBA ya da işletme okumak için burdalar. Hayalleri, çok para kazanmak ve "rahat" bir yaşam sürmek adına.
Yeni yükselen ekonomik büyüme ile birlikte Çin'de ciddi gelir seviyesi farklılıkları olduğunu zaten biliyordum. Zengin çok zengin, fakir çok fakir. Yurtta bir arkadaşım mesela, "Baban ne iş yapıyor?" soruma, "Bilmiyorum," dedi. "Nasıl?!" demiştim. "Bilmiyorum, ama çok para kazanıyor. Anneme sürekli pahalı mücevherler alır, beni de buraya yolladı ve gelecek ay burada bir ev alacağız, üniversite eğitimim boyunca oturmam için," demişti.
Devamı da var elbette. Başka yazılarda onları da anlatacağım. Benimle kalın efem...
Aralık 2012, La Verne, CA