31 Aralık 2012

Yeni Dünya 08: Kral'ın Parası ve Yıl Sonu Çılgınlığı

Pasadena Rose Parade geçişi, 2013
Gıcık oluyordum elimde değil. Arapların; rahat rahat para harcamalarına, aynı sınıfı üç kere tekrar etmelerine ve bunu hiç umursamamalarına. Gidecekleri üniversitenin hazır olmasına, tek ihtiyaçlarının İngilizce sertifikası olmasına, bir yandan hoşlanılmazlarken bir yandan el üstünde tutulmalarına gıcık oluyordum.

Hatice, (Khadijh yazılıyordu) on dokuz yaşında çok şirin bir Suudi Arabistan'lı kızdı. Abisi Muhammed yirmi bir yaşında, serseri mayın gibi ortalarda gezerken Hatice, hep babasının yanındaydı. Bazı dersleri üçü birden alıyordu, ama genelde Hatice ve babası aynı sınıfta Muhammed bir üst sınıfta oluyordu. Çok güzel elbiseler giyiyor, çok da yakışan baş örtüleri takıyordu. Ben hariç yabancılarla pek konuşmuyordu. Babası da pek kadınlarla konuşmuyordu, bazen beraber ayak üstü muhabbet ediyorduk. Seviyordum bu aileyi. Babasının derslerdeki azmi, kızına soru sorması, hoş görüntüler oluşturuyordu. Karısı ile kızını ülkeden bırakabilirdi, ama getirmişti, belki de sırf bu yüzden sempati duyuyordum. Yoksa başka da tanımıyordum. Türkiye'yi de seviyor ve sayıyorlardı. Baba ziraat mühendisiydi, çocuklar dil bölümünü bitirdikten sonra burada üniversite de okuyacaklardı, aile dönecek çocuklar kalacaktı. Anne evdeydi.

Suudi Kralı yurt dışında okumak isteyen herkesin, genç ya da her ne yaştaysa, altı yıl boyunca okul masraflarını karşılıyor, aylık iki bin dolar da cep harçlığı veriyor. Devlet gideri değil, Suudi Kralı kendi mal varlığından bir nevi fon/burs şeklinde veriyor. Ne para varsa adamda! Gıcık olmayayım da ne olayım! Diğer, yalnız gelen gençlerin bahçeli evlerini, eğlencelerini, gezmelerini, altlarındaki arabaları, yediklerini, içtiklerini varın siz tahmin edin... Ha, bir de şikayetleri; vay efendim, anlaşmalı okullar varmış, istedikleri okula gidemiyorlarmış. Belli başlı, pek çok okul vardı oysa. Hangi ticari kuruluş, sorunsuz akan bir para için anlaşma yapmazdı ki.

Kaldırımlardaki Pasadena'lılar.
Yurt dışındaki ilk yılbaşı gelip çatmıştı. Andressa ile düşünüp duruyorduk, ne yapacağız? Bizim küçük kasabada ne yapıyorlardı ki? Sorduk soruşturduk en ilginç aktivite, yan kasabadaki 'Rose Parade' ı(Gül geçidi) izlemeye karar verdik. Bir kaç çinliyi de kandırdık. E, araba lazımdı çünkü. Dediler, erken gidin, kaldırımda oturun bekleyin. Yanınıza da kalın bir şeyler alın, gece soğuk olur. Akşam üstü vardık kasabaya.  Pasadena, çok daha büyük bir yerdi. Kasaba değil aslında da ben öyle demeyi seviyorum 2010 nüfusu 137122. Daha önce hiç gelmemiştim, arabayla 40 dk civarı sürüyor. Caddeleri dolaşmaya başladık. İnsanlar kaldırımlara çadırlarını kurmuşlar, battaniyelerini sermişler, çoluk çocuk oradaydı. Saat 22:00 suları idi ama şimdiden her yer doluydu. Hepsi kaldırımların en önünde yer kapmaya çalışıyordu, önlerinden geçecek karnaval kutlamalarını daha iyi görebilmek için. Bu bölge gül yetiştiriciliği ile ünlü. Her yılın ilk gününde tüm çiftçiler farklı içeriklerde gösteriler hazırlayarak geçit yapıyorlar. Özü ve özeti bu. Çinlilerimizden ikisi 19 yaşında idi, o yüzden içkili mekanlara giremiyorduk. Sırf bakmak için bir kaç tanesine Andressa ile ben girdik. Bir şey yok, bildiğiniz barlar işte. Zaten öyle bir havada da değiliz. Bize ilginç görüntüler olsun yeterdi. Biraz yorulmaya başlayınca, bir köşede beklemeye başladık. Yanımızda ki Amerikalı gençlere e, ne zaman başlıyor, dedik. Gün doğumunda, dediler. Biz neredeyse hep bir ağızdan, Whaaat! (Nee) sabah mı?, dedik. Gençler bize güldü, biz halimize...
Kaldırımlardaki Pasadena'lılar.
Paldır küldür can sıkıntısından gelmiş, yeterince sormamıştık.

Sonra, etrafa bakıp çılgınlığa gülmeye başladık. Daha gece yarısı bile olmamıştı kaldırımlar dolmuştu. Biz de düşünüyorduk; bunlar neden çadır, tencere, tava, yorgan, battaniye burada. Çoluk, çocuk, yaşlı hatta. Sabaha kadar kaldırımlarda yatıp, sabah izliyorlarmış geçidi. Sen akıl fikir ver Allahım!
Şaka bir yana güzel bir yılbaşı karşılaması aslında. Sene de bir gün, gözünü karnavalla aç! Çinlilerde hayal kırıklığı, biz biraz daha gülüp sokakları turladıktan sonra gece yarısını edip yurtlarımıza döndük tıpış tıpış. Malum, Salı tatil olsa da yığınla ödev vardı yetişecek... O yılın sabahına ait 'net' ten bir kaç resim:

rose parade


rose parade




Pasadena Rose Parade geçisi.
Pasadena, 01 Ocak 2013

24 Aralık 2012

Yeni Dünya 7: Yasak

Yurdun yakınındaki 'Circle K' -bildiğiniz köşe market anlamına geliyor- marketine gitmeyip, iki blok ötedeki Ürdünlü Frank'ın dükkanına gidiyorsam, bu kasabaya alıştım diyebiliyordum. Bence bunun gibi detaylardır bir şehre alıştığınızı gösteren. K marketin sahibi asık suratlı yaşlı bir adam, üç aydır iki günde bir gidiyorum, değil yaşımı yüzümün 21'in üzerindeyim diye haykıran çizgilerini ezberledi, her seferinde "Pasaport lütfen", diyor, sigara almak istediğimde. Şaşırınca da kızıyor.

21 yaşın altındakilere sigara ve içki satmak ciddi ve takip edilen bir suç. Hatta, yaş sınırının altındaki birine sigara veya içki satın alırken yakalanırsanız da yine kendiniz 21 yaşın altındaymışsınız gibi, 400 Amerikan doları ceza ödüyorsunuz. Eyaletten eyalete değişiyor tabii, Kalifornia'da böyle. Barlarda ve gece kulüplerinde de geçerli bu. Garsonlar önce kimliğinizi soruyor. 21 yaşın altında gece kulübüne zaten giremiyorsunuz. Bar veya içki satılan kafelere girseniz dahi masada kimliğiniz soruluyor. Ha, aklınızdan arkadaşınızın bardağından yudumlamak geçiyorsa, dikkatli olmanızı öneriyorum. Garsonlar görürse kapı dışarı ediliyorsunuz, söylemedi demeyin. Tabii, bunca sıkılık La Verne gibi küçük, herkesin tanındığı ve göz önünde olduğu bir kasabada daha geçerli. Büyük şehirlerde masaların takibine çok rastlamadım açıkçası.

House and Wing; önünde bira ile yakalandığım kasabanın tek barı.

Bu yaşın altındaki sınıf arkadaşlarım pek söyleniyordu bu duruma. Yurt ve okul içinde ve çevresinde bira dahi içemediklerinden sızlanıp durdular epeyce. Özgürlükler ülkesi Amerika'da ya da Kalifornia eyaletinde diyelim, açık havada herhangi bir yerde; evinizin bahçesinde, bir parkta, piknikte, ormanda, plajda, üstü açık arabanızda, hatta oturduğunuz barın önünde alkollü içecek içemezsiniz, yaşınız ne olursa olsun. Bu kadar kapsamlı olmasına şaşırıyordum şahsen, cezası mininum 400 dolar. Barların önünde içilmediğini de elimde 'Miller' şişesi ile kapının önüne çıktığımda fark ettim. Herkes bana, 'Bruce Wills' gülümsemesi ile "Ne kadar cesursun tatlım", der gibi bakıyordu. Kontroller sık değil ama yakalanırsanız istisnasız. Bu durumda bizim onlara ortadoğu ülkesi olmadığımızı anlatmaya çalışmamıza hiç gerek yokmuş değil mi? Çevre karayolu kenarlarındaki mangal-rakı sefamızı görseler yeterliymiş. Şaka bir yana, söylemeden geçmemek lazım; bir zamanlar Osmanlı'nın eleştirildiği hataları aynen yapmaya devam ederek, ülkemizde yeni yeni eklenen bu türlü yasakların, "Amerika'da dahi" savunması ile önümüze sürülmesi "aptal" kandırmaktan başka bir şey değildir.

Amerika'nın yerlileri. Şortlu olan değil.
(Chicago)
 Amerikan halkı dediğimiz topluluğun, Avrupa kıt'asından gelen göçmenlerden oluştuğunu düşünürsek ve hala göçmen almakta oldukça aç olan bu ülke de, kimse bu tür "basit" nedenlerle sınır dışı edilmek ya da sicilleri kirlensin istemiyor. Kurallara uymakta hassaslar bu nedenle de. Belki de bizim vurdum duymazlığımızın altında yatan şey; güçlü, "ülkemiz" kavramının negatif etkisidir.

Toplumlar; din, görenek ve yüzyıllardır gelen yaşam koşullarının oluşturduğu geleneklerine göre sosyal kurallarını oluşturuyorlar ve kendilerine uygulanan kısıtlamalara da bunlara göre karşı çıkıyorlar ya da kabulleniyorlar. Bu kısıtlama, Kalifornia'da kabul edilebilir olmuş ama vergi ödemelerindeki en küçük bir artış uzun günler gündem maddesi olabiliyor ve parlamento seçimlerinde en belirleyici etken. Seçimlerden sonra hem medya hem La Verne esnafı vergi artışlarıyla ne kadar hayal kırıklığına uğradıklarını konuştu durdu. Bunun yanında silah alım satımı ve kullanımı tamamen serbest. Nedeni ise basit, anayasal haklarından geliyor: "Kendimi savunma hakkımı devlet kısıtlayamaz", diyorlar. İlginç. Ya da "bireyci" toplumların geldiği noktalardan biri diyebiliriz.

Asık suratlı bakkaldan nerelere gelmişiz... Amerikan toplumunu geniş açıdan kapatmadan önce,
kıtanın tek gerçek sahipleri kızılderililer, orjinal adıyla "Native American" ya da daha kapsayıcı olarak "Indians"' lardan kısa bir bilgi vermeli. %80 'ni artık dağınık yaşıyor ve asimile olmuş durumda. Kalanlar rezervasyon adı verilen bölgelerinde yaşıyorlar. Rezervasyon bölgelerinde -orta güney Amerika; Arizona, Nevada gibi- kendi meclisleri, kanunları ve en önemlisi vergi yasaları var. Amerikan hükümeti onlara bir nevi kan borcu olarak bunu sağlamış.

Bu nereden çıktı; geçen hafta derste, bir öğretmen ödev konusunu anlatırken "Yerel Amerikalı'larla röportaj yapmanızı istiyorum, gerçi yerel Amerikalı yanlış, ana dili ingilizce olanlar demek daha doğru, yerel dediğimizde 'Indıans' ları kastederiz, onları bulamazsınız",  dedi. Benim dikkatimi çeken; gözlerini yere indirip, hafifçe kızarmasıydı. Bir zamanlar, yeni bir dünya bulmuş olmanın iştahı ile, kendilerine yer açmak uğruna Kızılderilileri önlerine katıp sürükledikleri, koca kıtaya sığamadıkları için bir an suçluluk mu duydu ne! dedim içimden...

Mahatma Gandhi'nin dediği gibi, "Dünya insanların gereksinimlerini karşılayabilir ama ihtiraslarını asla."

Kasım 2012,  La Verne, CA

10 Aralık 2012

Yeni Dünya 6: Sınıf Arkadaşlarım

Küçük, şirin La Verne'nün kendi halindeliğini özlüyorum. Aslına bakarsanız, daha sıkıcı bir kasaba olamazdı. Bazen cuma günleri ders çıkışı Andressa ile Coffee Berry'de oturup koca bir hafta sonu ne halt edeceğimizi düşünür, sonra geldiğimiz yoğun mu yoğun şehirleri -benimki İstanbul- düşünüp, burayı çok özleyeceğiz biliyorsun, derdik birbirimize.

yeni dünya
Market yolu
Bir Starbucks, üç masalı minik bir kafe, bir italyan, iki kore lokantası, bir pizzacı, üç kuaför, bir küçük market, bir tütün ürünleri dükkanı, bir elmasçı (kuyumcu da denebilir), bir fotokopici, tek katlı belediye binası, ona benzer bir itfaiye binası ve bir polis bürosu... İşte o kovboy filmlerinin batı kasabalarından birinin modern hali kısaca. Yarım saatlik yürüme mesafesinde bir spor salonu, iki büyük market, iki Çin, bir İran ve bir Moğol lokantası. Ne alırsan 1 dolar marketi ve benzin istasyonu. UPS posta ofisi, tırnak bakım-güzellik salonu, McDonalds, emlakçı ve bir adet sinema... Asıl büyük alışveriş merkezleri ise, İKEA dahil, araba mesafesinde idi. Özlediğim şey tam da buydu. Bu sıkıcılık... Bu sakinlik... Gidecek bir başka semt, bekleyecek otobüs kuyrukları, market sıraları, dinleyecek korna sesleri, insan uğultuları, sinirli sesler, asık suratlar olmaması. Hayatımda ilk defa yapacak bir şey olmadığından kütüphanede uzun uzun oturmak zorunda kalıyordum. Üniversite öğrenciliğimde birkaç kez gittiğim kütüphanelerin, kitap kucağınızda şekerleme yapmak için bu kadar güzel yerler olduğunu keşke daha önceden keşfetseydim. Yarım saatlik market mesafesini sessizlik ve palamutlar eşliğinde yürümek, sevgili Andressa ile etraftaki Çinlilerin dedikodusunu yapmak, hocaları çekiştirmek ve yeni sevgili olmuş ya da ayrılan öğrenci çiftleri tespit etmeye çalışmak da geri kalan aktivitelerimizdi.

Suudi Ahmet K,
Kendimden on beş-yirmi yaş küçük gençlerle ilk defa bu kadar uzun süre aynı ortamı, aynı sıraları paylaşıyordum. Öğrenciler... Ya da, Çin'in geleceği, gençleri demeliyim belki. La Verne Üniversitesi'nin yabancı öğrenci nüfusunun yüzde doksanının ve bizim sınıfların da Çinli olduğunu düşünürsek kendilerine dair kayda değer bir yargım oluştu diyebiliriz.
Biz ve bizden öncekiler dünyanın iyi hali için neler yaptık, bu da meçhul belki, ama bu gençliğin dünya için değil kendileri için çabalayacakları çok aşikar geldi bana. Eğer yaşayacakları dünyanın yok olacağını hissediyorlarsa, yani hedonizm anlayışlarına ters düşen bir gelecek görüyorlarsa evet, dünya için bir şeyler yapabilirler. Onun dışında, ilk ve en iyi öğrendikleri şey, kendileri için, kendi çıkarları, istekleri, mutlulukları için yaşamaları. Yalnızlar ama bu yalnızlık onlara "insanlığı," "dünyayı," "geleceği" veya "geçmişi" düşünmeleri için bir zaman yaratmıyor. Yalnız olduklarının farkında değiller. Daha doğrusu bu, bizim anladığımız gibi bir yalnızlık değil. Onlar bunu bir durum gibi değil, duygu olarak yaşıyorlar ve bundan bir şikayetleri yok.

Geçmişin, şimdinin, ya da geleceğin doğru olduğunu savunmuyorum. Ben inanıyorum ki, dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle olacak, nereye gitmesi gerekiyorsa oraya gidecektir. Yazılmış olsa dahi gelecek mutlak değildir. İnsan fikri eyleme geçmedikçe geleceğin her daim değişme ihtimali vardır.
Bilemiyorum bu yargım genel olarak gençler için de geçerli midir?

Marlen ve Jean
Çin'in yanında, Japonya, Kore, Brezilya, Suudi Arabistan gençlerini de gözlemledim. Bu saydıklarım yoğun olarak Çin'e ait ama sanırım bazı bakımlardan genele yayabiliriz. İnternetsiz bir dünyayı karşılaştıracakları bir anıları yok. Sanki genetik kodları da bu şekilde. Bilgisayar programları gibi her yaptıklarının bir sebebi olmalı gibi davranıyorlardı bazen. Mesela, bir insanla sırf görüşmek için görüşme kavramının farkında değiller. Biri ile görüşülecekse mutlaka bir şey yapılmalı. Alışveriş, sinema, yeme-içme, seks, ödev... Sınıfta Tibet asıllı bir Çinli arkadaşım vardı; Xiao. Gülümse demek. Okunuşu: Şao, kendi dilinde yazılışı; 凡 甑. Dersten sonra kahve içelim dediğimizde, "Ben susamadım, siz gidin," derdi. Öyle bir disiplin ve zaman planlaması ile yetişmişler ki her an "bir şey" yapıyor olmalılar. Aileler arasında çok ciddi bir yarış varmış. Herkes kendi çocuğunun okulda birinci, balede en iyi, piyanoda en başarılı olmasını beklermiş. Bu yüzden de oldukça baskıcı bir eğitim veriyorlar onlara. Tabii, komünist eğitim sisteminin de etkisini ekliyorlardı. Uzakdoğulular, isimleri zor yazıldığından ve söylendiğinden kendilerine hemen bir takma isim buluyorlar. Çoğunluğu Amy, Jean, Liz, Micheal, David gibi popüler Amerikan isimleri ya da benim arkadaşlarım gibi Dickie ve Marlen (Şao). Marlen, Marks ve Lenin'den geliyor bu arada. Her fırsatta uyuyorlardı, sanki ülkelerinde hiç uyumamışlar gibiydiler. Kütüphanede, teneffüste, okuldan gelir gelmez birkaç saat, akşamları erken vs. Çin'de sabah erken saat etütlerinden, akşam ev ödevi baskısından oldukça sıkılmışlardı.
yeni dünya
Kendi adını Quan
Büyük bir geleneksellik ve "iç dünya" kültürü ile yetiştirilen, Buda'ya, Konfüçyüs'e, binlerce yıllık felsefe tarihine sahip Çin gençliği bile "paranın" tek tanrı olduğunu düşünüyor. Sonraki Tanrıları da Çao Mao. Mao Çetung'u böyle okuyorlar. İnandıkları için değil, öyle bildikleri için.  Tanrı'ya inanır mısın sorusuna, ya "Tanrı kimdir? İsa mı, Muhammed mi, Buda mı, kim sizce?" diye cevap veriyorlar ya da "Çin'de herkes Çao Mao'ya inanır, Çin'de Tanrı Mao'dur," diyorlar. İngilizce eğitimine gelen öğrencilerin %99'u MBA ya da işletme okumak için burdalar. Hayalleri, çok para kazanmak ve "rahat" bir yaşam sürmek adına.

Yeni yükselen ekonomik büyüme ile birlikte Çin'de ciddi gelir seviyesi farklılıkları olduğunu zaten biliyordum. Zengin çok zengin, fakir çok fakir. Yurtta bir arkadaşım mesela, "Baban ne iş yapıyor?" soruma, "Bilmiyorum," dedi. "Nasıl?!" demiştim. "Bilmiyorum, ama çok para kazanıyor. Anneme sürekli pahalı mücevherler alır, beni de buraya yolladı ve gelecek ay burada bir ev alacağız, üniversite eğitimim boyunca oturmam için," demişti.
Devamı da var elbette. Başka yazılarda onları da anlatacağım. Benimle kalın efem...

Aralık 2012, La Verne, CA

01 Aralık 2012

Yeni Dünya 5: Amerika’ da Okumuş

Bazı şeylere yaşamadan ikna olmak gerçekten zormuş. Bu genellemeye de yine yaşadıktan sonra ikna oldum.
Eğitim sistemleri takdiri hak ediyor. Sistemi görmeden önce Amerika' da okumuş yargısının abartıldığını düşünürdüm açıkçası, ama, evet, bu doğruymuş.
Anna ders anlatmaya başlamışken.

Kısaca söylersem; burada size verdikleri en önemli bilgi; yapabilirsiniz. Mümkün ya da değil,

imkanlarınız kısıtlı, az ya da çok, ama bu hissi size sürekli aşılamaya çalışıyorlar. -Hatta öyle ki, bugünler de Amerika'nın gündeminde bu hissi fazla aşıladıkları için halkın çoğunun "narsizm" hastalığından muzdarip olduğunu, bunun farkında da olmadığını yazan çizen onlarca habere, yazıya rastlanıyor.- "Yaşınız, ırkınız, cinsiyetiniz, dininiz, diliniz ne olursa olsun, eğitim sistemimiz bununla ilgilenmiyor, ne kadar çalıştığınız, yeteneğiniz ve aklınız ile ilgileniyoruz", diyorlar. Nasıl mı? 
Bir kere bunu yazılı olarak size tüm başvuru belgelerinde açıkça teyit ediyorlar. Diğer yandan tüm sözlü ya da yazılı görüşmelerinde bu noktalarda çok hassaslar. 
Size, "güven" ve "değerlisiniz" duygularını çok net aşılıyorlar. Bu da sizi kendiniz hakkında, imkanlarınız hakkında daha "umutlu" kılıyor. Bir çember halinde hizmet sektöründe çalışanlar birbirine böyle davranmaya özenli ayrıca. Bunun bir diğer önemli nedeni de; - belki bambaşka bir tartışma konusu-, ekonomilerinin sürekliliği tüketim üzerine kurulu. İnsanların tüketmeleri en önemli geçim kaynakları, dolayısıyla da eğitim dahil her hizmet sektöründe çalışanların en önemli görevi "mükemmel" hizmet ediyor olmaları.
uzak topraklar
Çİn tarafı henüz dinlemeye hazır değilken.
Teknik olarak ise; evet, Amerika' da eğitim paralı. Devlet üniversitesi diye bir kavram yok. Bu yüzden de sınav yok. Bölümünüzü, şehrinizi ve okulunuzu seçiyor eğitiminize başlıyorsunuz. Tabii ki, paranızı veriyorsunuz... Düşünebiliyor musunuz, lisede yanlışlıkla sözelci oldu iseniz, ömrünüzü öyle tamamlamanız gerekmiyor. Evet, para önemli ama lise notlarınız da önemli. Eğer 4 üzerinden 4 değilse notlarınız milyon dolarda verseniz, ne bileyim, Stanford Üniversitesine giremeyebilirsiniz misal. Paralı demiştik; Amerikan vatandaşlarının notlarını 3'ün üzerinde tuttuğu müddetçe burs almamaları nerede ise imkansız. Çok çeşitli kurum ve devlet bursları var. Spor bursları çok yaygın. Uluslararası öğrenciler için ise okulda çalışma bursları ve diğer özel kurum bursları var. En kolay yöntem okulda çalışma bursu. Bir öğretim görevlisinin sekreterliğinden, yurtlarda danışmanlığa kadar çok çeşitli işler var. Ayda kazanacağız para, okul ve yaşam masraflarınıza yetmez ancak, ciddi bir katkıda bulunur. Yerel öğrenciler bu sistemi çok tercih etmediği için iş bulmakta zorlanmıyorsunuz. Bu çalışma yasal, ama dil okulları için geçerli değil. Yalnız, büyük şehirlerde kaçak çalışmak çok yaygın, bu da ayrı bir yazı konusu olabilir. 

Hayranlıkla bahsediyor, her şeyi çok kolay gösteriyor olabilirim. Bana sorarsanız eğitim; özerk, özenli, politikadan, dinden, inançlardan tamamen uzak en başta öğrenmeyi öğreten bir sistem olmalı ve yüzde yüz ücretsiz sağlanmalı. Bana göre en doğrusu budur. Benim burada üzüldüğüm; ülkemizde akıllı, yetenekli, çalışkan, hevesli dahi olsanız, aşamayacağınız hatır-gönül, hemşehri, yandaş gibi, şikayet dahi edemeyeceğiniz saçma sapan engellerle kalakalıyorsunuz. Kısacası burada Sistem yönetici, biz de İnsanlar. Takdir ettiğim fark budur. Daha geniş bir tartışma da, istisnasız -insanı hiçe sayarak- sisteme bağlı kalmayı da eleştirebilirim, ama bu çerçeve de, bizdeki halinin eksilerine göre oldukça desteklenir bir "şeyle" karşılaştım. Konuyu destekleyen bir çok örnek var, ancak detaylar burası için fazla. Kısaca, "ne yazık ki", burada okumuş olmak; her şeyden önce kendi gözlerinizin perdelerini açıyor, ve bu en önemlisi sanırım... 

Aralık 2012, La Verne, CA

19 Kasım 2012

Yeni Dünya 4: Dil Okulu

La Verne; küçük, 'University of La Verne' öğrencileri sayesinde gelişmiş, 'Los Angeles'a 1 saat uzaklıkta bir kasabaydı. Tam istediğim gibiydi. İstanbul'un karmaşasından sonra her yere yürüyerek gidebileceğim, sokaklarını yürüyerek, insanlarını görerek tanıyabileceğim, bol yeşillikli, güvenli, sessiz sakin bir yerdi. Son güncellemelerle 2012 yılı nüfusu 35,000.- idi. Altı ay içinde bir tek adli olay olmuştu; dağlık arazide bir kişi bir polisi öldürmüş, kasaba bir hafta bunu konuşmuş, korkmuştu. Biz de tabii, kuaför Amanda, tütüncü dükkanının sahibi Ürdün' lü Frank, köşedeki K marketin kasiyeri Christina ile.  

Yalnız, 'California' her yere yürüyerek gitmek hayali için en yanlış eyaletti. Tüm eyaleti yürüyerek dolaşma hayali kurmamıştım tabii ki. Dediğim; Burası Amerika'nın gelir seviyesi en yüksek eyaleti idi. Holywood ahalisi burada yaşıyordu ve her şeyin 'en' i buradaydı. 'Beverly Hills" mahallesi gibi, değil Amerika'nın, dünyanın en pahalı evleri burada idi. En lüks arabalar, en pahalı markalar, en ... tekneler, en ... plajlar, 'en' ne demek ise, o buradaydı. Amerika' yı keşfedenlerin daha da zenginlik hayali ile göç ettikleri 'batı" idi burası işte. Yerleşim de o eski zaman alışkanlıklarından kalma, dağınıktı. Dolayısıyla arabanız yoksa ayaklarınız yok gibiydiniz burada. Ama dediğim gibi La Verne kasabası kendi içinde benim için yeterliydi... Kasaba haberlerine ara dönmek üzere burada keselim derim... 

İlk Pazartesi sabahı saat 07:50' de oda arkadaşlarımızla beraber okulun önünde idik. Seviye tesbit sınavının yapılması, okulun, bölgenin tanıtılması, gerekli resmi işlemlerin tamamlanması için. Çok mutluydum. Yurttan çıkmış, uzun yıllardır ilk defa yürüyerek varmam gereken yere varmış, kuyruk beklememiş, bir kaç vasıta değiştirmemiş, araba kornası dinlememiştim. Servise koşmamış, uyuyup uyanmamış, ne zaman boyun fıtığı olacağım diye düşünmemiştim yol boyunca... Ağaçlar arasından yürüyerek, her sincap gördüğümüzde Jie ve Andressa ile birbirimize bakıp, gülümseyerek okula varmıştık. Seviye tesbit sınavımıza girdik. Sınav çok şaşırtmadı ama sonuç değerlendirmesi şaşırtmıştı.

ELS dil okulları Amerika'da çok yaygın. Yaklaşık iki bin üniversite içinde altı yüz üniversite, mezuniyet sertifikalarını "toefl" yerine kabul ediyor. Yani sizden herhangi bir sınav ile ingilizcenizi ispat etmenizi istemiyorlar. "ELS" dil okulları üniversitelerle bağlantılı, çoğu ofisi de çeşitli üniversitelerin dil hazırlık merkezi olarak kampüs içinde konuşlanıyor ve çalışıyor. O nedenle eğitim sistemleri de üniversite müfradatları ile aynı işliyor. Aynı disiplin ve yoğunlukta. O üniversitenin öğrencisi oluyorsunuz, her imkanından faydalanıyorsunuz. Yurt dışında lisan eğitimi alacaksanız bana göre şuna karar vermiş olmalısınız; "Ne için ingilizce öğreneceksiniz?"  Para tabii ki önemli bir kriter, ama paranızın tam yerini bulması için bu soru da sorulmalı. Elbette yeni bir lisan sahibi olmak olabilir, bunun ötesinde, "kısa vadede ingilizce ne işinize yarayacak." Akademik ingilizceye mi ihtiyacınız var? Uluslararası bir şirkette ya da güneyde bir otelde mi çalışacaksınız?  Misal; "ELS" pahalı bir dil okulu ancak akademik ingilizce öğrenmek için iyi bir  tercih. Yok eğer, bunun dışında ise amacınız, gidebileceğiniz en ucuz kursa gidin, bir kaç arkadaş edinin ve ingilizceyi konuşarak öğrenin.
uzak topraklar
Andressa ve Jie okul yolunda. Bahçeli bina yemekhane.
Seviye yerleştirme sonuçları şaşırttı demiştim; bizdeki dil kursları gibi sınav sonucu sizi bir tek
uzak topraklar
Öğle yemeği tatilinde bir sincap. Karşı bina bir derslikti.
seviyeye yerleştirmiyorlar. Bir kere dersler çok çeşitli: dil yapısı, yazma, okuma, kelime bilgisi gibi. Her birinden ayrı sınav oluyorsunuz. Yani; dilbilginiz gelişmiş, konuşmanız zayıf ise buna göre bir ortalama alıyor. Sizi dilbilgisinden bir seviyeye yerleştiriyor ama alt seviyeden konuşma sınıfına yolluyor. Eğitimin gücü, derslerin yapılanmasından ziyade sistemlerinden kaynaklanıyor. Öğrenciler değil öğretmenler çalışıyor en çok. Her derse hazırlıklılar, dinamikler. Bize söylenen "sizin yapmanız gereken tek şey çalışmak" yalanı burada gerçek. Bizde yalan, çünkü öğrenme yollarımızı biz kendimiz bulmak zorundayız. Burada sistem ve eğitmenler bununla görevli. Her bir dersten başarılı olabilmeniz için detaylı bir yazıyı size okuyorlar ve imzanızı alıyorlar. Yani, yazma dersinden geçebilmeniz ve başarılı olabilmeniz için hafta da şu kadar yazacaksınız, çalışma gruplarına katılacaksınız, gerektiğinde hocanızı şurada bulacaksınız gibi. Burada ki teyit biraz da daha sonra "bana bunu söylememiştiniz, bu dersten nasıl geçebileceğimi bilmiyordum" sorunuzla karşılaşmamak için. Bu doğru; Tanrı'dan korktuklarından daha çok hukuki sistemden korkuyorlar.

Ve disiplin; dersler sabah 08:00 de başlıyor. Her ay bir kur atlıyorsunuz. Eğer dört kez derse geç gelirseniz bir kez yok yazılıyorsunuz. Dört kez yok yazılırsanız o dersten otomatikman kalıyorsunuz. Ve derslerin ortalaması kur geçme notunuzu belirlediği için, bir dersten kalmanız demek diğer derslerin notlarını maksimumda tutmanız anlamına gelebilir. Bize göre geç kalmak; 10, 15, 20 dakika gibidir değil mi? Hayır, geç kalmak demek, 5 dakikadır. Eğer 20 dakika geç kalırsanız zaten yok yazılıyorsunuz. Açıkçası uzak doğulu arkadaşlar bu sistemde hiç zorlanmadı, ben hayatımda o kadar disiplinli ve kuralları takip eden insanı bir arada az görmüştüm açıkçası. Ama kasabanın tek Türkiye'lisi ben ve Suudi Arabistan' lılar alışmakta zorlandık, ne yalan söyleyeyim.

Devam edecek... 


Kasım 2012, La Verne, CA

12 Kasım 2012

Yeni Dünya 3; Üç Kişilik Oda

Bir kaçı bahçede olan, göz alabildiğince palamut ağacı doluydu etraf. Ve göze görünen canlı olarak sadece sincaplar vardı. Yurdun numarasını çevirdim. Kimse cevap vermedi. On-on beş dakika sonra diğer binadan çıkan kıza kendimi tanıtıp, ne yapacağım ben şimdi feryadını ettikten sonra, kendisi bir yerleri aradı ve benim önünde beklediğim binadan birileri çıktı. 
Valizlerden birini merdivenin dibine bırakıp, diğerini yukarı sürümeye başladım. Aşağıda bekleyen kıza; "Diğer valizim burada kalabilir değil mi?", gibi bir şeyler dedim. Bilemiyorum o ne anlamıştı ama, döndüğümde valizin başında bekliyordu, "Artık gidebilir miyim", dedi. Hizmet anlayışlarına ilk şaşkınlığımdı bu.Yurt sorumlumuz Chr... elinde benim dosyam ile bekliyordu. Dış ve iç kapı anahtarlarımı elime tutuşturup, odanın kapısına kadar geldi. Kapıda üç kişinin adı yazılıydı: Andressa, Jie, Aze...
Oaks yurt binası, La Verne, valizimi sürüklediğim merdiven, foto; Aze


Açtım kapıyı.
Bir ranza, bir yüksek yatak, üç masa, üç sandalye, ikisi gömme olan üç gardırop, üç komodin, en fazla 20 metre-kare olan bu odaya nasıl sığmış şaşmış kalmıştım. Şimdi bu aldatmaca değil de neydi! İnternetten gördüğüm hiç bir oda resminde ranza yoktu. Odaların tanıtımından böyle olabileceği hiç anlaşılmıyordu. Sorun değildi, çünkü yapacak bir şey yoktu, ama bu kadar küçük ve konforsuz bir alana ayda 650 Amerikan doları ödemiş olmak biraz ağrıma gitmişti doğrusu. Aynı ücrete tek kişilik odada aile yanında kalma şansım da vardı, ama hiç düşünmemiştim. Yurt ortamlarını her zaman daha çok sevmiş, daha eğlenceli bulmuştum. Ve daha güvenilir hissetmiştim... 

Andressa, pencere önündeki yatağının üzerinde kucağında İngilizce dil bilgisi bir kitap ile oturuyordu. Jie, benim alt katımdaki ranzasına çarşaf sermeye çalışıyordu. Ad-soyad, çalışıyor muyuz, öğrenci miyiz, kaç yaşındayız, yolculuğumuz kaç saat sürdü, hangi şehirden geliyoruz; ilk sorularımızdı. Onlar İstanbul'u başkent sanıyordu. Ben, aslında mesleğimden de ötürü biraz, Sao Paola'nın başkent olmadığını biliyor ve Guangzhu' yu daha önce duymuş olmakla sevinçliydim. 
Yabancılar ülkelerine dair çok popüler olmayan şeyler bilindiğinde seviniyorlar çoğunlukla. Ben de öyle. Nereye giderseniz gidin, doğduğunuz topraklara ait oluyorsunuz galiba... "İnsanın bastığı topraklar altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın adamı değildir.", dememiş miydi Marquez...  
Andressa'nın pencere önü yatağı.
Ben kendimden beklenmeyen bir dikkatle tüm yurt kitapçığını okumuş, yorgan-yastık-çarşaf vs. verilmediğini öğrenerek yanımda getirmiştim, üstelik çift getirmiştim. Andressa' nın yoktu, benim yedeklerimi ona verdim o gece. Ne kadar sevinmişti! Ama üçümüz de elbise askısı getirmemiştik. Ve elbise askısı olmadan mümkün değil yerleşemezdik. Bir kaç kişiden birden market tarifi aldıktan sonra, bir kaç temizlik malzemesi de almak üzere yollara düştük.
Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra markete ulaştık. Yol boyunca her birimiz neden-niçin gelmiştik, geride kimleri bırakmıştık, dönecekmiydik, neden bu bölgeyi seçmiştik hepsini öğrenmiştik. Bilgi paylaşımı konusunda kızların özel bir yeteneği ve çoğu zaman faydalı olan bir yakınlığı vardır. Bu yarım saat içinde, üçümüzün de finans sektöründe çalışmış olduğunu, elbet döneceğimizi, büyük şehirlerden sonra küçük bir kasabada soluklanmak istediğimizi, ve bir parça depresyondan sonra kendimizi buraya attığımızı konuşmuştuk bile... Üçümüzün de benzer geçmişlerinin olması ilginç ve güzeldi, ama kasabanın iki büyük marketinde elbise askısı yoktu...

11 Kasım 2012, La Verne, CA

11 Kasım 2012

Yeni Dünya 2; Varış...

Sırtımda, suya bulanmış tuz torbasına dönüşen dizüstü bilgisayarım, önümde iki valiz bir çanta havalananının önünde geldim mi şimdi diye düşünerek servis aracını bekliyordum. Altmış dolarlık parasını iki ay önceden ödediğim, üstüne on dolar bahşişi de peşin peşin verdiğim servis aracı ya gelmezse?! Öyle sinirlenerek çıkmıştım ki içeriden aklıma bile gelmiyordu.
Söylüyorum pasaport-giriş görevlisine; "dil eğitimi için geldim." "Neden geldiniz", diyor? "Dil eğitimi, aha bunlarda belgeleri; üniversite, yurt, servis aracı hepsinin bedelini peşin peşin ödedim, işte burada", diyorum. Tüm dosyayı bir orasından bir burasından deşiyorum. O da belgeleri evirip çevirip bakıyor. "Neden geldiniz", diyor ? "Yüksek lisans yapacağım sonra", diyorum. "Tamam, diyor," ama neden geldiniz?" "Yani, okula geldim?!" Ben mi anlamıyorum diyorum. Soruyu tekrar ettiriyorum, yok, aynı soru. "Eğitim için mi geldiniz", dedi en sonunda... Hey Allahım! Sen sabır ! Şu soruyu ağzından alabilmek için ne uğraştım. Bilgisayara cevap diye ağzımdan çıkanı yazacağından mı , bana mı garez hissetti bilmiyorum. " Evet!, eğitim için" dedim bir solukta... Bastı kaşeyi... Yine de sinirlenmedim. Yine de üzülmedim. Bekliyordum biraz kargaşa. Ta ki, benden sonra bankoyu kapatıp önce önündeki dezenfekte suyuyla ellerini silip, sonra da yerinden kalkıp lavabo yönüne doğru gitti ya! İki damla gözyaşı akıttım. Ben o belgeleri gözüm gibi sakındım, poşet dosyalara tek tek sıraladım, benim elimden başkası da değmemiştir, bana bişi olmuşmu bir bak, sana olacaktı!?

Neyse ki servisteki yine bir Hint asıllı Amerikalı'nın "ingilizceniz hiçte fena değil" yakıştırmasının ve trafiğin olmamasının ferahlığı ile kendime geldim az biraz...

Los Angeles'ın tanıdık otoban yollarını, gökdelen binalarını bitirip bir saat uzaklıktaki kasabaya yaklaştığımda sonbahar olduğunun farkına vardım. Son olsun, ilk olsun bahar güzel bir mevsimdi. Buraya da pek yakışmıştı.  Hele yurdu görünce, olsun, girişim öyle oldu ülkeye ama kalışım öyle olmayacaktı sanki...














Bizim prefabrik, beyaz badanadan başka boyamız, dikdörtgenden başka şeklimiz yokmuş gibi binalarımızı hatırladıktan sonra, "burasıymış demek ki," demek güzeldi... Biraz paramız, para olmadan da estetik ve güzellik sahibi olabileceğimize inancımız olsa, olur da , işte...
Yine de biraz erken demişim...

11 Kasım 2012, La Verne, CA

10 Kasım 2012

Ya ahıdkadaki !




"Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür... Ama umutsuzca ölen kişi bütün ömrünü boşuna yaşamıştır."*

*-T. Adorno'nun Minima Moralia kitabında Sartre tarafından söylendiği rivayet edilir.  

Yeni Dünya 1; Gidiş...

Los Angeles denince akla:-)
Üç kişilik odamızda, sandalyede oturmuş Jie' nin sökük gömleğini dikerken düşünüyordum: Hayat ne kadar da çok karşıma çıkarıyor şaşırtıcılığını. Ya da ben hep şaşkınım...Asla planlamadığınız, düşünemeyeceğiniz, hayal bile etmediğiniz şeylerin olabilmesi, ve ne yaparsanız yapın bazılarının olamaması gibi...

Hayatımda ilk defa on altı saat bir uçakta havada kalacaktım ve benim en çok düşündüğüm yanımda kimin oturacağıydı? Batıya gidecek olmama rağmen önce dört saat Dubai' ye, doğuya doğru gittim. Orada beş saat bekledikten sonra on altı saatlik yolculuk için heyacanlımıydım yorgunmuydum bilemiyorum. 
O çoktan oturuyordu ben yerime doğru ilerlerken. Önce arap zannettim, yaklaşınca anladım. Bir hintliydi: Doda. Doğal olarak bir bilgisayar programcısıydı. Neden Hindistan gençliğinin ya da neden Hindistan'ın artık böyle anıldığını sordum ; para parayı huy huyu, iş işi çeker benzeri bir açıklama yaptı.

Bazen uyudum, bazen kitap okudum, iki film izledim, müzik ve Doda' nın horlamasını dinledim ve Hindistan kast sisteminden, Oracle programları ve iş akış programlarının yazılması dahil Doda ile konuştuk.
Emirates Hava yollarının hem yiyecek içecek hem de eğlence sistemleri hakkındaki ünü beni hayal kırıklığına uğrattı. Sabah kahvaltısını ki, havada kaç sabah geçirdik bilemiyorum, öğlene doğru, öğlen yemeğini de akşam yedik. Arada bir şeyler isteyebiliyor muyduk bilmiyorum ama bir kahveyi 1 saat sonra getirdiklerinden başka bir şey istemeyi denemedim. Dünyanın etrafında döndükçe, bir ülkenin sabahından diğer ülkenin sabahına geçiyor olabilirdik. Doğudan batıya doğru gittiğim dışında, zaman değişiklikleri konusunda hiç düşünmek istemedim, her düşündüğümde işin içinden çıkamıyordum çünkü. Cam kenarında oturmak için elimden geleni yapmıştım ama böyle çok uzun yolculuklarda dezavantaj olduğunu uçakta anladım.  Kıtayı ya da okyanusu o kadar uzaktan görmeniz ne mümkün ne de anlamlı, bulutlar her yerde bulutmuş net olarak anladım. Arada yürümek istediğinizde ki çok gerekli, uçak içinde iki saatte bir en az iki tur atmanız, ya da yerinizden kalkmak istediğinizde uyuyan insanları uyandırmak zorunda kaldığınızdan hiç kolay olmuyor, can sıkıcı hatta. On altı saat? Tanrım nasıl geçecek diyordum, beş değil, on değil, on beş değil; on altı saat! On saatten sonra fena değildi. Uykusuz olmama rağmen çok uyuyamadım ama iki film izlemek vaktin geçmesini oldukça kolaylaştırdı. Doda'nın sürekli aynı filmi izlediğini sonra anladım. Bir hint filmiydi ve üç saat sürdüğünden aynı filmi üç kez izleyerek on saati daha kolay tamamlayacağını düşünmüş, öyle dedi.  Doda  benim gittiğim La Verne, CA şehrine 20 km uzaklıkta bir şehirde yaşıyordu. Sık sık ya iş ya da henüz ülkeye getiremediği eşini görmeye gittiğinde böyle yaparmış. Gülsem mi, ne düşünsem bilememiştim.
Ortalıkta dolaşan en az on görevlinin kimlere ne taşıdığını, uçağın içindeki ikinci turumda anladım, tabi ki 'business' ve 'first class' yolcularına ne isterlerse anında yetiştiriyorlardı. Onların koltukları yatak şeklinde yatıyor, televizyon ekranları daha büyük ve ekonomi bölümünde bir perdeyle ayrılıyorlardı. 

Ortadoğu halkı Türk'lere ayrı bir ilgi duyuyormuş. Konuşmalarımı duyan bazı İran'lıların ve Arapların gülümseyerek kendini tanıtmalarından ve sorular sormalarından öyle hissettim. İranlı bir aile, bizde senin gideceğin yere yakın oturuyoruz, bir şeye ihtiyacın olursa ara bile dedi. 

Sonunda kara görünmüştü. Ben aynı yolu geri gideceğiz Türkiye ve Atlas okyanusunu aşarak Yeni Dünya kıtasına ulaşacağız diye düşünürken, tam tersine Asya'ya doğru gitmiş, Rusya'ya doğru çıkmış, Türkiye'nin tepesinden bir U çizerek yeni kıtanın Pasifik okyanusu kıyısına varmıştık. Pasifik! Meksikalılar Pasifiğin hafızası yoktur diyorlar. Bilmiyorum neden sebep. Belki de umursamadığındandır sardığı kıtaları... 
University of La Verne, CA

Emirates Hava Yollarının son zamanlardaki reklamı, hedeflenen saatten beş dakika önce alana inmiş olmakmış. Aynen de öyle oldu. Los Angeles saati ile gündüz 1:05 olan iniş saatinden beş dakika önce uluslararası LAX havalimanına indik. Aylardan Kasım, günlerden sıcaktı... Türkiye'de saat neredeyse gece yarısı olmuştu bile. Heyacanla Anneme sağ salim indiğimi haber verdiğimde anladım bunu. Tuhaf işte insan bazı şeyleri bilir ama farkında olmaz. Mesela siz şu anda dünya nüfusunun dörtte birinin Çinli olduğunun farkında mısınız? 
Gömleğini bitirip Jie'ye doğru uzattığımda, "sahi siz ne kadar çoksunuz", dedim. Güldüm. "Biz aynı anda zıplasak dünya sallanır biliyorsun değil mi", dedi. "Siz pilavı o çubuklarla tane tane yemeğe devam ettiğiniz sürece biraz zor", dedim. Güldü...

21 Ekim 2012

Bilimin İki Yüzü

Freud'un birinci dünya savaşının başlamasına dair yorumu :  " En hüzünlü şey; psikanaliz bilgimizden yola çıkarak bakınca, insanlardan tam olarak böyle davranmasını beklerdik. "

Hitler Freud'un fikirlerinden en çok faydalanan liderlerden biridir kendi döneminde. Halkının lider olarak hem kendisini, hem de kitlelerin birbirlerine bağlanması için " libidinal" olgusundan yani aşktan, bunu güçlendirmek içinde  dışarıda ki "öteki" dir olgusunu aşılayarak nefretten faydalanmıştır.
1940' larda sokaklarda binlerce insan şöyle bağırmıştır : ' Command Fuhler ! We will follow' *
Almanya sadece bir tesadüftü. 1929 büyük Amerika ekonomi  krizinden sonra demokrasiye(?) olan güvenin sarsılması ile Hitler'in Nasyonel Sosyalistler partisinin bundan faydalanarak, yeni bir sistem kurma çabasıydı. Serbest piyasa ekonomisinin çöküşü, insanları devlete karşı pozitif olarak birleştirmişti. Artık kitleleri yönlendirmek daha kolaydı.
Kitleleri yönlendirmeye dair basit ama çarpıcı diğer farklı bir örnek; yine Freud'un insan davranışları üzerine analizlerinden faydalanılarak fark edilmiştir ki; insanlar ihtiyaçları için daha fazla satın almazlar. Çünkü, cevap cümle içinde saklı : ihtiyaçları yoktur. İnsanların daha fazla satın almaları için ürünün onlar için ihtiyaç olduğunu değil, ürünle kendilerini daha iyi hissedecekleri söylenmelidir. Bir ürünü satmak istiyorsanız akla değil, arzulara yönelilmelidir, demişlerdir.
1950'ler de Amerika 'da insanların hangi ürünü neden satın aldığına dair oluşturulan bir araştırma grubuna göre, hazır kek unlarının satmadığını çünkü kadınların , çok kolaylık sağlamasına rağmen, bu ürünü alarak kendilerini suçlu hissettikleri ortaya çıkmıştır. Kek ununu sadece kalıba dökerek yapmakla suçluluk hissediyorlardı. Psikologların tavsiyesi ile; sorunu çözmek için suçluluk duygusunun ortadan kaldırılması gerekiyordu. Kadınları katılımcı yapmak gerekiyordu. Kek unu firması tavsiye üzerine paketin üzerine şunu yazdırdı: "Evin hanımı bir yumurta eklemeli". Ve sonuç pozitifti, satışlar patlamıştı. Artık kadınlar kocalarına kendi katkılarının da bulunduğu bir kek sunuyorlardı. Bu örneği veren psikoloğa röportaj esnasında gazetecinin sorusu ise daha çarpıcıdır bana göre; " Bu kadar basit mi?" Psikolog cevaplar; "Bu kadar basit..."

*Emret kumandan! Biz yapalım.

18 Ekim 2012

" Güzel yaşam en son evresinde, düpedüz- gösterişe, sadece seçkin olmaya indirgenmiştir ki- Veblen'e göre başından beri böyleydi- ve parkın sunduğu tek tatmin de dışarıda kalanların burunlarını dayadıkları parmaklıklardır...Yaşam, kendi yokluğunun ideolojisine dönüşmüştür."
" Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir. "

Uzak gözlemci kadar yakın katılımcının ayakları da dolanmıştır dünyaya.  "Varlığını sözcüğün en düz anlamıyla toplumdan alan birey için kolay değildir kendince yaşamak."  Hele özgürce zenginleşebilmek. Kökeninden ve nesnelerle iç içe geçmişliğinden aldığı sahiplenmeler, sahiplikler onu kısıtlayıp yoksullaştırır... Duygu yüklü şiirler okumak, bütün ideolojilerin kitabını bilmek, dilencilere ekmek almak, foklar için fon ayırmak, kötülerle arana mesafe koyarak dünya da iyilerin yanında olduğunu sanmak; mutluluk denmiş kırk kapının anahtarı. Açılmaması gereken kırk birinci kapının kanatlı zebanileri...
Her şeyden önce bilmek gerekir; " canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan yalan, bugün için hakikatin vekilidir."  Bilmek gerekir ; " yarasayı güzel bulmak isteyen kişi, onun yarasa olduğunu bilmek zorundadır."  Ne çocukların masumiyeti, aşkın gücü, kadınların gizemi, annelerin kutsallığı, dostlukların ölümsüzlüğü, gün batımının şiirselliği, müziğin şifası, anlıyor olmak ötekini, anlamaya çalışıyor olmak, baharın şaşırtıcılığı, ne de sonbaharın hüznü, hiçbiri ne önemli ne de gerçektir aynı çukura bir bedenden fazlası gömüldüğünde...Ve bir yarasaya aşık olma ihtimalidir, o güçsüz umuttur, tek bir soluk bile almamızı sağlayan...

".." alıntılar; Adorno

14 Ekim 2012

Palamutlar Ağlıyor...


Fillerin mezarlığına yürümesi gibi benim de gitmem...
Olan olur, olacak olan da olmuştur.
"Tesadüfen yan yana düşerdi rakamlar." Öyle ise?...
Akdenizin altında binlerce gemi, oysa hep ufka bakar yolcular.
Sevilmek  değilse değiştiren mevsimleri,
neden güneş dört tarafında farklı ısıtıyor Gaia'yı, insan her zaman sevemez ki...

'Düşünen adam' öleli ne kadar oldu biliyor musun sen?
Hala düşünerek yaşadığımı sanıyor kardeşlerim...
Keyfini göç katarları bile götüremeyen adam da öldü.
Hala düşünerek yaşadığını sanıyor insanlar...

Böl bakalım ömrünü dörde nereye düşüyor sonbahar?

Neden doruklar hala yeşil biliyor musun sen?
Yaprakları yok, görmüyor musun.
Sen baştan beri biliyordun; palamut ağaçları ağlamaz...

13 Ekim 2012

O Venüs' müş...

geceleyin beyaz ev- Van Gogh
Rembrandt,  bir resmin tamamlanıp tamamlanmadığına, ancak ressam amacına ulaştığında karar verilebileceğini  söylemiş.
Bu cümlenin bana hatırlattıkları;  sanatçı maksadını ifade ettiğine inandığında, tuvale vuracağı her fırça darbesi artık gereksiz birer ayrıntı olacaktır. Eksiklik ya da bitmemişlik duygusu, varsa eğer, izleyiciye ait bir duygudur ve öyle ise izleyici baktığı, durduğu yeri değiştirmelidir. Çünkü resim, anlatmak istediğini anlatmıştır anlatıcıya göre. Buna göre de bence resim, sanat, anlaşılan değil algılanan bir objedir, teknik olarak anlaşılmasının dışında. Hatta Rodin 'in heykellerinin çoğu, ısmarlayan kişi ve kurumlar tarafından geri çevrilmiş çoğu kez sırf tamamlanmamış oldukları gerekçesiyle. Bize göre bitmemiş ise, bizim baktığımızda algıladığımız şeydir o hissi veren. Bakmak; aslında tüm yargılarımızın, bildiklerimizin, birikimlerimizin, hayallerimizin, geçmişimizin toplandığı andır. Baktığımız her hangi bir şey aslında, baktığımızda kurduğumuz "ilişkinin" tanımıdır. 
O nedenle, sanat eserlerine baktığımızda "anlıyor ya da anlamıyor" olmak değildir önemli olan. Ne algıladığımızdır. Basitçe sevip sevmediğimizdir eseri, baktığımız andaki hissettiklerimizle. Edebiyat ve sinema da böyle değil midir? 

Diğer yandan eserin kendine dair bildiğimiz bazı gerçekler algımızı da değiştirebilir. Şuradaki örnekte ilginçtir o açıdan : Resmin gerçeği ( resmin ve yazının en altındaki nota odaklanın lütfen. Yazı içeriği bu yazıyla direkt ilgili değildir. ) 
Eserin  gerçeğine dair bildiklerimiz algımızı değiştirebilir diyordum. Bu, bizi ilgilendiğimiz alan ya da nesneye daha yakınlaştırır, birikimimizi derinleştirir, algımızı güzelleştirebilir ama asla zorunlu değildir. 
Mesela; Biz, Geceleyin Beyaz Ev tablosuna baktığımızda, hayalimizdeki evi, kapımızdan giren kadını, çocukluğumuzun bahçesini ya da sadece renkleri, renklerin o harika güzelliğini görebiliriz. 
(*)Don Olson isimli bir astronom ise gökyüzüne odaklanmış. Tablonun yapıldığı 1890 yılında resmedildiği gibi  bir yıldız kümesinin var olup olmadığını merak eder. Kalkıp Amerika'dan Fransa'ya gelir. Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise kasabasına gider ve şans eseri yıkılmamış olan tablodaki evi bulur. Bilgisayar programlarının ve meteorolojik kayıtların yardımıyla resimdeki gökyüzü yeniden yaratılır. V.Gogh 'un tablasını nereye kurduğu belirlenir ve Olson tablodaki gölgeden resmin hangi saatte yapıldığını saptar :  V.Gogh resmi 16 Haziran 1890' da saat 19:00'da, gökyüzünü ise bir saat sonra tam Venüs 'ün gökyüzünün batısında parladığı sırada yapmıştı. 
Demek; benim tabloyu gördüğümde biraz hayranlık biraz da şaşkınlıkla baktığım, nasıl da bir güneş bu böyle güzel  anlatılan bize resimle bile dediğim o sarı güzellik, güzelliğin simgesi Venüsmüş... Ve Van Gogh bunu bilmiş ve resmi yapmak için beklemiş... Ne güzel... 
* Geo- Bilim ve Sanat. 

12 Ekim 2012

Hissediyorum...

Ekonomilerde batık maliyet etkisi vardır.  En mantıklı karar verilmesi gereken ekonomi birimlerinde dahi, örneğin hisse senedi alım satımlarında bir hisse düşmeye başladığında satmamakta direnir insanlar. Kısa vadede edecekleri kardan, uzun vadede uğrayacakları zarar bedeline rağmen vazgeçmeye yanaşmazlar. Bir istatistiğe göre; kanser hastalarına ışın tedavisi ile ilk yılda yaşama oranlarının %90, ölüm oranlarının %10 olduğu, ameliyat ile ise ilk yılda %100 yaşama oranları olduğu söylenmiş. İleri ki yıllarda ise ameliyata nazaran ışın tedavisi ile yaşama oranlarının artan oranla devam edeceği, ameliyat sonrasında ki yıllarda hastalığın tekrar riskinin arttığı ve yaşama oranlarının azalacağı belirtilmiş. Çoğunluk, ameliyat tedavisini tercih etmiştir. İnsanlar, kısa vadede elde edecekleri karlara / kazançlara göre karar verme eğilimindedirler. Tuhaf ; hiç ölmeyecek gibi yaşama tutkularına rağmen, alabileceklerini de bir an önce elde etmeye çabalarlar. Ve bu giderek hızlanıyor...Bir de, iradem dışında açılan bu zaman-mekan kapısının, iradem dışında kapanacağı vaktinin yaklaştığını hissediyorum...

04 Ekim 2012

Mülkiyet...

Hayatımızın bir çok alanında "insanlar" mülktür. Kapitalist ekonomilerde sorgulanamaz biçimde nettir bu. Ekonominin devamlılığı ve karlılığı  için en önemli araçtır. İşverenin maliyet hesaplamalarında bir değerdir, alınabilir, satılabilir, değiştirilebilir bir değer kalemidir. Nesnel bir varlıktır. Bize tutulan aynalarda adımızın hep "mülk" olduğu söylenir. Ölçümüz, bulunduğumuz ortama kattığımız rakamsal ifadedir. Aldığımız maaş defteri kebirin sol tarafına, kazandırdıklarımız sağ tarafına yazılır, bizim adımız o rakamlar arasındaki fark değeridir.
Mülk dediğimiz için, çıkarımız olabileceği insanlara yakınlaşır, onların zilyetliğini elde etmeye çalışırız. Mülk dediğimiz için, bu tür ilişkilerimizin olmaması yalnız hissettirir kendimizi. Korumasız, sanki vakit öldüreceğimiz televizyonumuz yokmuş gibi, akşamları uzanabileceğimiz yumuşak dinlenme koltuğumuz yokmuş gibi.
Aşklar da böyle; şiddetli bir sahip olma duygusuyla başlar. Kanımızın, tenimizin, aklımızın istediği o "insana" sahip olmalıyızdır. O'na özgül çizgiler, renkler ve davranışlar bizimle deneyimlenmeli, bize ait olmalıdır. Aşkını ve şefkatini hissetmeye başladığımız bir insanı kaybetme korkusu kadar dokunaklı, acı bir şey yoktur. Aşığın aşkını devam ettiren de bu duygudur aksine. Yokluk hissinin varlığı dayanılmaz oldukça, O'nu dondurma, olduğu gibi saklama, tüm özgüllüğünü nesneleştirme isteği artar. Aynı yokluk hissinin varlığı, O'nu özgül, kendine has renkleri, davranışları ile eşsiz, benzersiz, ulaşabildiğimiz ama sahip olmadığımız bir özne de yapabilecekken, O'nu nesneleştirerek sahip olduklarımıza bir "kıymet" daha eklemek bizi daha çok mutlu edecek, tatmin edecek, sahip olduklarımız arttıkça, varlığımız daha da güçlenecektir. Daha güçlendikçe daha çok şeye de sahip olabileceğizdir. Mülkiyet toplumlarında bu öğretilir, böyle daha kolay yönetilir insan. Mülkiyet ve sahip olma duygusunu beslemek en kolayıdır zira. Bir kez hayatımızda ne kadar çok "mülk" dendiğimizi unuttuğumuzda ve buna alıştığımızda, bir kez, sahip olduklarımızla "öz güven" tanımı yapmaya başladığımızda, şu bilgi felsefemiz olacaktır; herkes aynıdır sonuçta, o da insandır bu da insandır ve bir kez sahip olduktan sonra bir mülk gibi normal olarak bir köşede unutulabilir de, olmadı değiştirilebilir de. Yeni gelen eskisinin yerini alır. Bu bilinçte, ilk olan zaten yeni gelenle değiştirilebileceğini çoktan bilmekte olduğundan, herkes mutludur bu ekonomide.

03 Ekim 2012

Bir Kaç Zeytin Tanesi...

Sergüzeşt...
Belki de ben senin hikayeni okuduğumda aynı yaşta olduğumuz için seni bu kadar net hatırlıyorum.
Sen beni hatırlıyor musun acaba ?

Macera aramayan adı maceracı konmuş güzel, esmer, minik Dilber... Kafkas , on üç yaşlarında,
besleme, beyaz ten, gece siyahı saçlı güzel köle... Mutfağın kimsenin görmediği köşesinde çoğunluk bir kaç zeytin tanesi, biraz siyah ekmekti akşam yemeğin...Bir gece sokakta bir adam benimle gel dedi sana, açtın, yorgundun, ne fark eder ki dedin?. Ne fark eder ki, sokaktaki akıbetin de başka mı olacaktı evdekinden, en azından biraz beyaz ekmek, biraz peynir belki sıcak bir çorba bulurum dedin. Öyle dedi adam da, "gel evde sofra kurarız şöyle güzelinden, doyurursun karnını. "Koca bir köşk, yeşilliğin gece karanlığında bile parladığı bir bahçe, belli ki çok kişinin dolandığı, çalıştığı bir mutfak, gördüğün en geniş hayat. Adam , " kimse yok bu ara köşkte, herkes yazlık evde, vardır ama bir şeyler , hazırlarım ben şimdi, sen dinlen", der. Dilber rahatlar biraz daha. Çarşafını çıkarır, elini yıkar, sanki burnuna et kokusu mu geliyor nedir, iyice yutkunur. Adam gelir, elinde bir tabak bir parça da siyah ekmekle. Kusura bakma, "hiç bir şey kalmamış mutfakta, biraz ekmek bir kaçta zeytin tanesi buldum. Doyarsın inşallah?" der...(Samipaşazade Sezai- Roman, Sergüzeşt'ten )

 "O kadar uzağa gitmeye değer miydi, hayal kırıklığı bulmak için?"

27 Eylül 2012

" 27 Eylül 2007 "

"Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum."  (Ramon Sampedro) 

İçimdeki Deniz filminin ilham kaynağı Ramon Sampedro ölmeyi böyle diliyor. Yaşamak diyor ; sadece tatma , görme , işitme ve dokunma duyunun çalıştığı bir dünya da "yoktur, olmamalıdır" diyor. Görüyorsun ama uzanamıyorsun, duyuyorsun ama gidemiyorsun, tadıyorsun ama alamıyorsun...Yaşama uzaktan bakmak değildir yaşamak. Yaşamak katılmaktır, içinde olmak, etkilemek, etkilenmek, dünyanın yok oluşuna, yok oluşa doğru gidişine katkıda bulunmak. Saçma sapan dünya da anlamı aramak...Yaşarken yaptığımız her şey son tahlilde hep kendimiz içindir. Ramon, ölmeyi dilerken bazı sevenleri sessizce kabul ediyor, bazı sevenleri çığlıklarla karşı çıkıyor. Sessizler, Ramon için istediği kadar, kendi içinde istiyor O' nu böyle görmemeyi. Çığlıklar, her ne olursa olsun biz seni görebiliyoruz, duyabiliyoruz diyor. Her durumda öznel bir durum. Yaşayan Ramon ise, ölen de O olacak. Devlet otoriteleri buna izin vermiyor. Ne yazık kendini öldürmek için bile bir başkasına ihtiyaç duyan Ramon, devlet ile olan ölüm-kalım savaşından mağlup çıkıyor. Hayatta en belirsiz şey; hangi kapıların açılacağını bilememiz ve hangilerinin kapanacağını. Her zaman bir ihtimal vardır, ta ki ölene kadar...

Beş yıldır her sene böyle yapıyorum. İçinde ölüm geçen bir konudan konuşuyorum, ama seni içine almıyorum. Sen, beş yıl önce iki saat 5 dakika sonra "öleceksin" ... Olur, böyle de olur; geçmiş zaman dibilgisi  gelecek zaman dil bilgisi kuralları içinde de yazılır. İşte bu kuralı günlerce tartışabiliriz de tüm sistemin ne kadar anlamsız olduğunu unuturuz. Bir futbol maçında hakemin bir düdüğü günlerce konuşulur da, tamamına baktığınızda sadece bir oyundur ya, öyle bir şey.
Hem insanoğlunun zamandan yarattığı bu saçma sene-i devriye döngüsü de nedir? Niye o gün, bugün oluyormuş.. Niye bir sene üç ay da bir değil mesela, niye üç ay beş gün de değil anmalar. Hep bir düzen, hep bir sistem uğruna bunlar. Bir şeyleri sistemli yapmak zorundayız. Sistemleri öğretebilirsiniz çünkü ancak. Sistemli olursa bir sonraya taşıyabilirsiniz, sistem olursa zapt-ı rapt edebilirsiniz. O yüzden sevmiyorsunuz, sistem dışında duranları. Sisteme çomak sokanları. Sizden başka sistem kurmaya çalışanları. Ki bu konunun da yazıyla bir ilgisi yok. Konudan konuya - bilinçsizce- atlamayı iyi bilirdim bilirsin, hala aynıyım işte. Hala patavatsızım, tembelim, her yere geç kalıyorum. Bir iyiliği yokluğunun ; daha az kızan var etrafımda bunlara ...  Yokluğun bir şeyler öğretti bize, öğretmez olur mu, severdin sen öğretmeyi ; oldu bak... Sen öldükten sonra şimdi  hayallerimizden bahsederken, ölmez de görürsek diyoruz, ölmez de yaşarsak geliriz tabi, gideriz tabi, yaparız tabi, ölmezsek o da olur inşallah diyoruz. Şimdi, " hangimiz önce ölecek"  şiirini okuyoruz. Senin zamanında Yaz Geçer'i okur, aşık olunca hiç ölmeyeceğimizi sanırdık ya hani. Sen öldükten sonra hep yanıldığımızı anladık, hep yanıldığımızı...
Sen sabahlara kadar Tanrı'nın olmadığına beni ikna etmeye çalışırdın ya hani; yine benden önce anladın olup olmadığını, en çok buna kızıyorum... En çok o tartışmayı senin kazanmana sinirleniyorum, başka hiç bir şeye değil ...
Yaşayanların öleceğini anlayabillmesi mümkün değil. Sen bunu bildiğin için ordasın Tanrı'ım...


26 Eylül 2012

Nesne...İmge...

Buğday Tarlası ve  Kargalar, Van Gogh

( Resme bir süre baktıktan sonra en sondaki cümleyi  okuyun. ) 
Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiç bir çözüme ulaşmamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yetkelilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel, yaradılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erkeğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretilebilir bir varlıktır onun varlığı.
Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öylesine iç içedir ki erkekler bunu bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar. Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan, özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır.Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. Böylece kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişiliklerini, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öğe olarak görmeye başlar. Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır.
Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci bir ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir.
 Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz
Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. 
Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye- özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur  ( John Berger, Görme Biçimleri ) 

Avrupa yağlı boya resim geleneğiyle derinleşen bu tutucu "kadın-imge-nü" geleneği günümüzde artık çoğaltılabilen afiş-fotoğraf-reklam ile daha da yaygınlaşmaktadır. Bu, dişinin erkekten başka olmasından değil, "ideal" seyircinin hep erkek olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. 
Kadının doğasına dönüşmüş gibi görünen bu "varlık algılayışı", içine doğduğumuz "koşullandırılmış egemen çevre" algısından mıdır? Denetlenebilir mi? Özgürleşebilir mi? Bunu kadın tek başına yapabilir mi? Bilmiyorum...


(Bu, Van Gogh'un kendini öldürmeden önce yaptığı son resimdir...İmge; budur...) 

23 Eylül 2012

Çıkarımlar...

Bir hatırayı başka bir hatırayla örtmeye çalışıyorsak eğer, sormak gerekir; hangisi hangisinden daha değersizdir ?
Bir hatırayı kalbimizle mi yoksa aklımızla mı (beynimizle ) örteceğimize karar veremiyorsak eğer, sormak gerekir; hangisi hangisinden daha değerlidir?
Kalbimiz durduktan sonra neden hayatımızın hikayesi gözümüzün önünden geçer biliyor musunuz ? Beynimiz en önemli hatıralarımızı kutularından çıkararak bizi geri getirmeye çalışır.Yaşadığımız en can alıcı olayları göstererek, güzel ya da çirkin, kalbimizi harekete geçirmeye çalışır. Beyin, kalp durduktan sonra yaklaşık beş dakika daha canlı kalır, tüm enerjisini buna verir.
Beyin, travma ya da şok halinde, acımızın ya da şaşkınlığımızın kalbimize zarar vermemesi için vücudun tüm enerjisini geçici olarak kapatır; bayılırız. Öncelik hep kalptedir.

Bilimsel olarak her şeyin meydana geldiği maddenin bir "karşı-maddesi" vardır. Ve maddeden oluşan her şeyin bir zıddı vardır, Dünya'da ya da evrende. Felsefi olarak "yang ve yin" doğrudur. Yang ve yin birbirine dönüşebilirler. Çember gibi, karşıt kutupları vardır ama dönebilir. Çemberde ileri ya da geri gidebiliriz, iyiden kötüye, acıdan sevince dönebiliriz. "İkilik" ya da çember yasası hayatı anlama yolumuzdur.
'Kalb' arapça kökenli olup çeviren, döndüren, dönüştüren anlamındadır. Bu nedenle çemberin, beynimiz değil kalbimiz olduğuna karar verilmiştir bir zamanlar.
Bir hatırayı örtmek istiyor isek ancak kalbimizle örtebiliriz ya da onunla hatırlayabiliriz. Bu yüzden öncelik hep kalptedir. Ki, beynimiz yaşadıklarımızı tekrar hatırlattığında, bilimsel olarak, artık aynısı değildir. Gerçekte olanı değil, gerçekleştiğini düşündüklerimizden kalanları hatırlarız zira.
Öyle. 

18 Eylül 2012

Damardan alalım 2

" Hiç bir acı duymadan uyandığınızda, biliniz ki artık canlılar dünyasında değilsinizdir."




15 Eylül 2012

Gecenin kapanışı







"Lascia ch'io pianga
mia cruda sorte,
e che sospiri la libertà.
Il duolo infranga queste ritorte
de' mei martiri sol per pietà."

"Bırak ağlayayım
insafsız kaderime
iç çekerek
özgürlük için.
Eğer aralanacaksa
hüznümün perdeleri."

Damardan alalım



14 Eylül 2012

Kulelerimiz...

Babil ülkesinin kulesi yükseldikçe yükseliyordu. Tanrı izliyordu sarmal sarmal gelen insanlarını. Arşa diyordu insanlar, arşa gideceğiz. Ya leyli ya ayni, ya leyli ya ayni dillerinde, yıldızların ışığı gözlerini kamaştırdıkça  yaklaştığını sanarak yükseliyordu kule, kulenin insanları. " Orada bir yerde, orada bir yerde Tanrı ve erişebiliriz oturduğu yere. Biz de orada oturmalıyız, biz ki insanlarız ; biz dünyanın efendileri, yıldızlar, ay, toprak, ağaçlar, geriye kalan canlı mahlukat bizedir, bizimdir. Biz insanlarız, orada oturmalıyız."
Yıkmadı Tanrı. İstese yıkabilirdi, yerle yeksan edebilirdi kuleyi. Etmedi. Çünkü yeniden yaparlardı. Melekler itiraz etti; " Ey, bizleri ve onları yaratan, Ey, onlara da bizlere de ol diyen, Ey, Babil'in bahçelerini onlara bahşeden, neden izin verirsin bu hallerine. Neden, secde ettiklerimizin başlarını öne eğdirmezsin."
Ben ki der Tanrı; " Ben onlara bilgelik ağacını bahşettim yaşam ağacını saklayarak. O yüzden yerde bulamadılar gökte ararlar. Bekledim, hep bekledim yaşam ağacına bilgelik ağacını yeğlemelerini. Onlar için yarattığım ot olmayı yeğlerler sonsuz yaşamak için sorsanız. Sorsanız, toprağa gömülü ağaç olmayı isterler çok uzun yaşayabilmek için, kayıtsızca akan nehirler, hapsedilmiş göller, kıt'aları aşamayan okyanuslar olmayı, lav olmayı bile isterler sonsuza taşlaşabilmek için sorsanız. " Öyle dedi Melekler. " Omuzlarından hep aynı soruyu duyar olduk bizde, bilgelik ağacına hep aynı soruyu soruyorlar ; "yaşam ağacı nerede?"
" Artık onlar için yapabileceğim bir şey yok . Bundan gayrı, başka başka konuşacaklar. Kulakları duyacak, gözleri görecek birbirlerini ama dilleri döndükçe hiç duymadıkları sesler çıkacak ağızlarından, yüzlerce başka şekil yapacaklar seslerinden. Sesleri çizebilen insanlar, yan yana oturacak, şekillerini yan yana getirecek. Ancak aynı şekilleri bilebilenleri, duyabilenleri anlayabilecek birbirlerini" dedi Tanrı. " Aynı şeyi söylemezlerse kuleyi de yapamazlar", dedi Melekler.
Babil'in kulesi yıkılmadı, yapılmadı da. İnsanlar seslerin şekillerini öğrendi. Şekilleri yan yana getiren insanlar çoğaldı. Öğrenenler, diğerlerine öğretti. Aynı sesleri bilenler bir araya geldi. Birleştiler ve atalarının sorusunu hatırladılar fısıltılarından ; " yaşam ağacı nerede?" Her yerden kuleler yükselmeye başladı. İnsanoğlunun kolektif  kibrinin şaheseri Babil'in kulesini bile küçümseyen kuleler yapmaya başladılar. Camdan kuleler, demirden kuleler, her ayrı sesin sahipleri, diğerlerinin kulelerini gördükçe daha büyüğü daha büyüğü dediler. Haset kibre, kibir kana, kan vicdanlarına karıştıkça Tanrı'nın evlerine bile kuleler yaptılar. Sesleri haykırdılar, çanları çaldılar kulelerden...
Melekler tekrar sordu Tanrı'ya; " Ey, insanoğlunu bizden üstün tutan, ne zaman anlayacaklar? Ne zaman anlayacaklar yaşam ağacının bilgelik ağacının kökleri olduğunu. Gökte aradıklarının köklerde gizlendiğini ne zaman bilecekler ?"...Sustu Tanrı. Konuştu sonra. "Elbette, köklere yaklaşacak kadar eğildiklerinde" dedi...

11 Eylül 2012

Söylen...

"... Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşun kalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak ! Sonsuzluk dediğimiz budur... " (İlhan Berk)

08 Eylül 2012

Hiç Değişmiyoruz : "The Flowers of War" *



" Sizin hiç onurunuz yok mu !? " 
Savaş filmlerinin en iyisi değil belki ama, yüzlercesi yapılsa, biri en iyisi olur da anlar mıyız biz kendimize ne yaptığımızı !? Yapılmalı...İzlenmeli...Umut iyi bir şeydir...
Schindler'in Listesi , Er Ryan'ı Kurtarmak, Pasifik, Günaydın Vietnam değil evet,  ama hikayelerin hangisinin daha acı, daha dayanılmaz, daha akılda kalıcı, daha bizi ağlatan, daha iyi anlatılmış olmasının bir önemi var mı? Gerçeğin nasıl anlatıldığı mı onu var kılan? Hem, anlatan mı anlatamaz, dinleyen mi dinleyemez ?



* savaşın çiçekleri.

05 Eylül 2012

Kavuşmanın Hüznü

Uzun sürer kavuşmalar. Uzun yollardan, hikayelerden, anılardan, hayallerden geriye kalandır. Gerçek ile hayal arasındaki ince çizgide durur kavuşmalar. Hayalin sonsuzluğu gerçeğin kapılarına çarpar. Vedaların sağanak yağmurunu taşımaz kavuşmalar. O, günlerce yağan rüzgarsız yağmurlar gibidir. Çok ıslatır sağanak yağmurlar, can yakar vedalar ancak hızlıdır bulutların rüzgarı, başka hikayelerin, başka yolların bilinirliğini taşır vedaların yoksunluğu. Giden, gitmenin ağırlığını taşıdığı kadar varmanın hafifliğini de taşır. Kalan, gidenin boşluğunu taşıdığı kadar kalmanın masumiyetini de taşır. Umuttur kavuşmalar, umudun belirsizliğinden alır gücünü, lakin acizliğini de. Onca beklemişliğin pişmanlığı, geç kalmış olmanın korkusudur kavuşmak. Sabrın mükafatıdır. Sabır ki; tükenmişliğini ancak muradına erdiğinde gösterir. Sabır ki; minnet bekler, hesap sorar, bedelini ister. Vedalar kısadır, kavuşmalar uzun. Bekliyor olmanın heyacanını, bekleniyor olmanın sevincini hüzne boğar kavuşmanın anı. Hiç bir hikaye yeniden aynı harflerle yazılamaz. Yıldızlar toplar vedaların düşen harflerini, kavuşmalara zor olan kalır; yıldızlardan geri alınan harflerden yeniden yazmak hikayeyi.  Uzun sürer kavuşmalar, dirayet ister ikiyken bir olmak, vedaların kırdığı aynaları birleştirmek. Sevincin arkasına gizlenir kavuşmanın hüznü, içli içli ağlar kavuşma, beklemenin acısını şerhalarından ilik ilik söker, damla damla akıtır. Kavuşmak gibi değildir vedalar, şelalelere benzer gözyaşları; çok akar, hızlı düşer.  Uzun sürer kavuşmalar, çaresiz vedalara gebedir...

04 Eylül 2012

Dünyanın Öznesi

Neden insanlar kendi çektikleri benzer acıları başkalarının da kendi nedeniyle yaşadığını bilirken, onlara karşı hassas davranmazlar? Bir çok nedeni olabilir, bunlar hakkı da olabilir ki, acı, karşınızdakinden kaynaklanmaz . Kişinin dünyayı, olayı, özneyi algılamasından kaynaklanıyordur. Bu nedenle herkes öznesi ve nesnesi aynı olsa bile , benzer, hatta aynı olaylar karşısında farklı acılar yaşarlar. Karşısındakinin acısına haklı nedenleriyle  "ilgili" davranamayan insan, neden kendisi o acıyı yaşarken, karşısındakinin de aynı haklı nedenlerini fark ederek acısını hafifletemez. Daha vefalı, daha duygusal, daha hassas, daha az ya da daha nankör, daha vurdum-duymaz, daha kendini bilmez olsa da insan, özünde bencildir. Bir kere kendi yaşamını, canını her şeyden üstün tutarak sonuna kadar koruma içgüdüsü-bencilliği vardır özünde. Her türlü tehlikeye karşı; hüzne, acıya, üzüntüye, canını içten ya da dıştan yakacak tehlikelere karşı kendini koruma içgüdüsü taşıdığı için bencil olmayan insan olamaz. Bu onun insan olma özelliğidir.

Tekrar ve tekrar ettiğini bilerek neden öğrenmiyor insanın duyguları. Dünya zamanı içinde insanın zeka seviyeleri, öğrendikleri, akıl yürüttükleri değişiyor da duyguları neden değişmiyor? Neden evrimleşmiyor insanın duyguları? Ancak ondan aklıyla kaçabiliyor, kaçış yollarını buluyor ama maruz kaldığında hiç bir şey değişmemiş oluyor. Aynı derecede aşık olabiliyor, aynı derecede acı çekebiliyor.
" Savaş, iç deşer; bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir." ( S.Sontag).
İnsan, doğasının zarar verici güdülerini belirleyip onları değiştirebilseydi, bunlara karşı geliştirilen savunma sistemlerini de sürekli yenilemek, sürekli yeni insan türleri yaratmak zorunda kalacaktı. Her değiştirdiği duygunun diğer insan duyguları ile nasıl etkileştiğini çözemeyecek, her yeni oluşuma karşı yeni savunma sistemleri geliştirilmesi gerekecekti. Bu karmaşa çözülebilir mi, insan bunu ister mi? Hayatın gerçekte " basitliği" içinde yapılabilecek en iyisi bu mu? Oysa insan tüm güdülerini anlayabilecek ve doğru yönde değiştirebilecek ne fırsatı ne de şansı bulamıyordu, daha "doğruyu", " gerçeği" tartışırken. Hem de yine kendi buna izin vermiyordu. Aklıyla yarattıklarıyla insana hükmetme yolları geliştiriyordu aksine. Savaşları canlı yayınlıyor, başka kıtadaki katliamları ince ayrıntıları ile yazıyor, izleyen ile yaşayan arasındaki "gerçeklik" bağını, onları sıradanlaştırarak, uzakta olduğunu vurgulayarak koparıyordu. Bunu en çok, "sempati" gibi iyi tarafta olduğu sanılan duygu üzerinden ilişki kurmasını sağlayarak yapıyordu iktidar. Sempati; acziyetimizim ilanı kadar masumiyetimizin de ilanıdır çünkü.

İnsan, doğaya bazı değişmezleriyle öylece, olduğu gibi bırakılmıştır. İnsanı insandan ayıran en önemli özelliğini, zekayı farklı kılarak Tanrı insana güdüleriyle - duygularıyla baş etme, kendi ırkını yok etme ya da yaşatma şansını vermiştir böylelikle. Çünkü dünyanın öznesi insandır. Ve özne isimdir, isimler eylem, zaman, durum belirtmezler. Onlar zamansızdır. Ancak yanına gelen fiil, eylem ile bir durum ifade ederler. Bunu da insan (özne) kendi seçer, kendi yaratır. Kimi kendi doğasıyla savaşmayı seçer, kimi onu " doğamız bahanesiyle" kendi çıkarlarına kullanmayı. Kimi "bencil" olmayabileceği değerlere inanır, uğruna "vazgeçer", kimi "bilmemenin" rahatlığına . Biri, "zaman" içinde her ne idiyseniz o olmanızı sağlar, her zaman olmuş olduğunuzu, diğeri "uzam" içinde başka bir kişi olmanızı.