29 Ocak 2015

Türkiye'de Kadın ve Şiddet

Önce, sunumun sahibi güzel insandan bahsederek başlayalım: Gül Erdost, kendisini kadın, toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, şiddet gibi konulara adamış bir sosyal hizmet uzmanı. Bugün, tanışma keyfini ve gururunu yaşadığım Sayın, Sevgili Erdost, Türkiye İnsan hakları derneğinin kurucu üyesi, pek çok kadın çalışmaları projesinin koordinatörü ve STK' ların yürütücüsü. İlhan Erdost'un eşi. İlhan Erdost, 12 Eylül döneminde, ağabeyi Muzaffer Erdost'un yayınevinde çalışırken göz altına alınmış, gördüğü işkenceler nedeniyle yaşamını yitirmiş bir yayıncı. Muzaffer Erdost, şair, yazar ve yayıncı, kardeşinin ölümünden sonra, mahkeme kararı ile adına İlhan ismini de ekletiyor. Bugün de, inadını ve direncini kırmadan, umudunu kaybetmeden göz altına alınmalarına neden olan kitapları basmaya, dağıtmaya devam ediyor. Sol yayınlarının sahibi.
Gül Erdost'un anlatımıyla;
"Aralık 2014 verilerine göre 77,695 bin olan ülke nüfusunun 49.8% 'i kadın, 51.2%'si erkek. Kadınlar nüfusun yarısını oluşturmasına rağmen, ülke gelirinin 1/10'na, mülklerin 1/100'ne sahiptirler. Beklenen yaşam süreleri daha uzun ancak yaşam kaliteleri düşüktür.
İş gücüne katılım oranları 2013 verilerine göre 29%.
Son verilere göre ülkemizde 3,171 bin okur-yazar olmayan kişi olup, bunların 2,617 bin'i kadındır.
550 milletvekilinden 79'u kadındır. 29 sandalyeli kabinenin 1' kadındır. (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı).
2'si vali, 6'sı belediye başkanı olmak üzere 81 ilin yerel yönetimlerinde 8 kadın yönetici hizmet vermektedir.
Orta öğretimde kadın öğretmenler çoğunlukta, ancak okul müdürlerinin çoğunluğu erkektir.
Yüksek öğretimde de akademisyenlerin 40%'ı kadın, fakat rektörlerin yaklaşık 10%'nu kadındır.
Türkiye''de kadın çalışmaları 25-30 yıldır yoğun olarak yapılmaktadır. Maalesef, 12 Eylül döneminde pek çok dernek gibi kadın dernek ve vakıflarının tamamı da kapatılmıştır.
İlk başlarda okuma-yazma seferberliği olarak başlayan bu çalışmalar bugün aile içi şiddet, kadının istihdama katılımı, toplumsal cinsiyet farkındalığı gibi pek çok farklı alanda sürmektedir.
Aktif 500 adet örgüt ve vakıf vardır.
Bunların pek çoğu TBMM'de komisyon kurulmasından, Avrupa Birliği ile ortak çalışmalara kadar sosyal politikalarda etkili olabilmiştir.
Adliyelerde "gelincik" projesinin kurulmasına öncülük etmişlerdir. Burada hukuki danışmanlığa ihtiyaç duyan kadınlara ücretsiz danışmanlık ve hukuki hakları konusunda yönlendirme hizmeti verilmektedir.
Şu anda 123 sığınma evi 2190 kapasite ile hizmet vermektedir. Zira, kadınların gidecek yerlerinin olmaması yada olamayacağı fikri pek çok kadını şiddete razı olmaya itmektedir." 
İkili iş yükü (evde-mesleğinde), toplumsal cinsiyet rolleri, kadını toplumdan ve birey olmaktan uzaklaştıran en büyük nedenlerdir. Kadınlar zincirlerinden önce kendileri vazgeçmelidir. En güzel keki, en iyi böreği, en lezzetli yemeği yapan kadın olmaktan vazgeçip, birey olduğunun farkına varmalıdır. Lokantada çok başarılı bir garson olan erkek, evde iki bardağı taşıyamıyor, kuru temizlemecilik yapabilen bir erkek, çamaşırları makineden çıkaramıyor. Bütün gün plazaların camını silebilen, evde elektrik süpürgesinin düğmesini açamıyor. Belki de erkekler, emeklerinin değerini kadınlardan daha iyi biliyor.
"Şiddet, maalesef her yerde. Sokakta, askerde, okulda, futbolda.
Erkeğe yine kendi üzerinden ve toplum üzerinden uygulanan baskı, şiddetin en önemli nedenlerindendir. Para kazanma baskısı, başarılı olma baskısı, hatta cinsel iktidar baskısı. Buralardan alabileceği hasarlar, yada bunun korkusu şiddet kullanmasına neden olmaktadır. Sokakta karısının elini tuttuğu için arkadaşlarınca dalga geçilen erkekler, evde çatal taşıdığı için 'kılıbık" sıfatına maruz kalanlar, kendi çocuğuna yemek yedirdiği için, evde iktidarı kalmamış sayılan erkekler gibi...
Arkadaşlarından dayak yediğinde, "neden bir tane de sen vurmadın" larla yetiştirilen, ağlamaları zayıflık, aile sözü dinlememeleri "erkek çocuktur" söylemleri ile beslenen çocuklar. Sonuç olarak; erkeğin şiddet uygulaması ailelerince desteklenmekte, öğretilmekte, toplumsal rolleri ile de beslenmektedir.  
Son bir kaç ayın verilerine göre Türkiye'de, günde en az 4 kadın öldürülmektedir. İntihar ettirilenler hariç.  
Bu sayı önceki yıllara göre artmıştır. Bir nedeni, yasalarda yapılan sevindirici düzenlemelere rağmen uygulamadaki zayıflığımız ve acziyetimiz, bir diğeri de kadınların hak farkındalıklarının artmasıdır. Sosyal yardımlar, nereye gidebileceklerini bilmeleri, destek alabileceklerini düşünmeleri gibi. Erkekler iktidarlarını kaybettikçe şiddete daha çok başvurur hale gelmişlerdir. Örneğin; son düzenlemelere göre, karakollara yapılan şiddet başvurularında kadının beyanı esas kabul edilmekte, durumu sorgulayan ya da yorum yapan polisler hakkında (şikayet edilirse) cezai işlem uygulanabilmektedir. Otuz bin polis bunun için eğitilmiştir. Uygulamada halen pek çok aksaklık olsa da yasaların varlığı umut vericidir. Yine, kadın çalışma örgütlerinin çabası ile evlilik içi cinsel şiddet de suç kapsamına alınmıştır."
Her şeyden önce şiddet, kendi başına, her açıdan ve her kesimce reddedilmelidir. Ezilenler hak temelli isteklerinde ezen olmayı değil, birlikte bir topluluğu hedeflemelidir. Değişen sosyal yaşam yasalarına, ahlakın subjektifliğine, iktidarın geçiciliğine baktığımızda bugün haklı olan şiddet, yarın cinayet olabilir. Şiddet uygulayana şiddet uygulama isteğimizi bir kez daha gözden geçirmeliyiz. Saldırganlık, kendi başına bir güdü değildir. İnsan, tehdit altında iken saldırganlaşır, saldırıya tepki olarak ve yaşamını devam ettirebilmek için saldırganlaşır. Şiddet bir güdü değil, öğrenilmiş bir davranıştır... 

26 Ocak 2015

Dostluğun gücü adına!: "Kızarmış Yeşil Domatesler"

Ne zaman içim sıkılsa bu filmi izlemek geçer içimden.

Hayatın olağanlığını, aynı zamanda mucizelerini, her ne olursa olsun bir dostun varlığı ile bulabileceğiniz yaşama gücünü hatırlatır bana.
Sizi siz yapan değerlere olan inancınızın gücünü sizden başka kimsenin elinizden alamayacağını, hayat ne kadar zor olursa olsun, size aitse ve inandığınız gibiyse yaşanmaya değer olabileceğini hatırlatır.

Cahit S.Tarancı'ya  göre yolun yarısını geçtim. Oysa kim bilebilir, yarısı mı, sonuna mı yaklaştım? İnkar edecek değilim; genç olmak bu hayatta insanın başına gelebilecek en güzel şey. Yaşamak için kendimizi 'sonsuz' güçte hissedebileceğimiz bir başka dönem yok. Dünyayı kendimizden kurtarmak için, ne kadar düşersek düşelim yeniden başlayabilmek için, her şeyi bildiğimize inanmak için bundan daha 'inançlı' olacağımız bir dönem yok. Tanrı'nın insana dair bir kıskançlık, yoksa telafisini ileri yaşlara bıraktığı bir eksik dokunuşu mudur anlaması zor, en çok 'zannettiğimiz' dönem de bu dönemdir. Ömrümüzü çok uzun zannederiz, saçlarımızı beyazlamayacak, ayaklarımızı ağrımayacak, ellerimizi kurumayacak, annemizi ölmeyecek, kardeşimizi büyümeyecek, ablamızı gitmeyecek, kalbimizi eskimeyecek, aklımızı karışmayacak, aşk acımızı geçmeyecek, midemizi ekşimeyecek, hayat, hep önümüzde akacak zannederiz. Her sabah, hayallerimiz geçmişimizden daha büyüktür hala ve geçmiş, geride kalmış çocukluğun komik şakalarından başka bir şey değildir henüz.

Erik Erikson 18-45 yaş arasını genç ve orta yetişkinlik, 45 yaş sonrasını da ileri yetişkinlik sayıyor. Ona göre kişi, ihtiyaçlarının değiştiği farklı dönemler yaşıyor. Kişilik gelişimi de etkileşimleriyle gelişmeye devam ediyor. Erikson, Freud'un gelişim dönemleri teorisine en ciddi eleştirisini bu noktadan yapıyor. Zira Freud'a göre gelişimimiz ergenlik dönemimizde (18 yaş) bitiyor. Kişiliğimiz bu döneme kadar yaşadıklarımız üzerinden kuruluyor. Kendimin de Freud'a katılmadığını gururla sunmak isterim. Zira, okuyan arkadaşlarıma zevkle bildirmek isterim ki, asıl öğrendiklerimiz yolun yarısından sonra başlıyor. Orta yetişkinlik dönemine geldiğimizde, hiç bir şey bilmediğimizi anlıyoruz. Ve bu 'bilgisizlik', sanmayın ki öyle koca bir hayal kırıklığı, bilakis hayatın bilmekle değil anlamakla yaşanabileceğinin dayanılmaz hafifliğidir.

İşte, Kızarmış Yeşil Domatesler, o naif güzelliği anlatabilen bir film.
Aslında ne genç ne de yaşlı olmayı anlatıyor. Yaşamınızın hangi döneminde olursanız olun, sizi sizden iyi tanıyan dostların paha biçilmez kıymetini anlatıyor...  Buyrun, harika bir kuple; Towanda!

23 Ocak 2015

Ben Dönmüyor Desem de Dönüyor Dünya

Biraz daha dikkatli baksak pek çok kör noktayı göreceğiz aslında. Filler; biliyorsunuz, ölmelerine yakın yola çıkmaya başlarlar toplu mezarlarına. Biz de yaşlandıkça annelerimizi daha fazla düşünüp, daha iyi anlamaz mıyız?
Kemiklerimizle beraber kalplerimiz de yumuşamaya mı başlıyor ne. 
Bir sürü "güzel" cümle vardı aklımda. Günlerdir okumadığım blogları okurken, dönüp yazsana dedim, şimdi kaldığım yeri unuturum, tut aklında dedim, adım gibi biliyordum, unutacağım, unuttum. 
Herkes neden nasıl emin bu kadar kendinden? 
Behzat Ç. gibi küfür etmek istiyorum. Sırf bunun için bir zamanlığına cinayet masasında komiser olmam gerekse bile, "geçmiyor, ... dünyasında hiç bir şey geçmiyor" demek istiyorum. 
İstiyorsan git konuş diyen kötü reklama çağrışım yapıyor zihnim. O değil de, "Bana teyze dediler", gerçekten kötü bir reklam. Konu nedir, firma kimdir, her seferinde düşünmek zorunda kalıyorum. Bu sefer tutmadı sayın kapitalist medya; reklamın kötüsü olmaz, diyemiyorsunuz, çok seviniyorum. 
Onca kitap okuyorum, hala aynı kelimelerle aynı şeyleri yazıyorum. Alfabe yirmidokuz harfli üzülme, diyen sen, yapan nasıl yapıyor, diyorum ben de. Ki, hala "de" bağlacını karıştırıyorum.. Yine de "haksızlık etme diyorum kendime" bilmemekten değil, telaşlı yazmaktan oluyor. Diğer yandan, zaman affetmiyor geç kalanları, hele hayat hiç.
Yazı da hayat gibi bitmeli. Pat diye.

20 Ocak 2015

Dağınık

Bu, ekrandaki, hani şu yazmak için işaretlediğiniz yerdeki düz çizgi neden yanıp sönüyor acaba. Hani şu "körsır" dediğimiz. Neden, olduğu yerde sabit durmuyor ki. Bazı şeyleri anlamak zor.

İnsanın kendini anlaması, kendine anlam vermesi çok zor.
Çünkü en çok kendimizi kandırıyoruz, çünkü en çok kendimize yalan söylüyoruz ve çünkü en çok kendimizi affedemiyoruz.

Bugünler de hayatın çok kısa olduğunu düşünüyorum. Öyle değil, gerçekten kısa, yirmi dakika, bilemediniz otuz dakika mesela. Biz, aralarda uyuyarak, dalarak, düşünürek onu uzun gibi yaşıyoruz. Yoksa olacak iş değil bence, milyarlarca insanın bu kadar uzun yaşayıp dünyanın hala böyle "güzel" kalabilmiş olması.

"Ne olurdu sanki baksaydın o telefona. Belki bir şey diyecektim o an söylemem gereken. Belki ölüyordum ve sen bilmiyordun." "Diyelim ki ölüyordun, ne yapabilirdim ki ben". Doğru... Bazı şeyler doğrudur, ama doğru olmaları yine de onları haklı çıkarmaz.

Bugün hava kurşun gibi ağır. Kurşunun ağırlığı ne kadardır acaba?

17 Ocak 2015

Psikodinamik Teorisi

Dünyanın değişimlerine en değiştirici, en sarsıcı, en fazla katkı sağlayanlar kimlerdir dersek, aşağıdaki isimleri sayabiliriz:

Nicolaus Copernicus; Evrenin dünyanın etrafında döndüğü görüşünü, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyerek değiştirmiştir. Ve dünyayı, evrenin merkezi olmaktan çıkarmıştır. 


Charles Darwin; İnsanın evrimleştiğini, kökenlerimizin şimdiki olduğumuz gibi olmadığını söylemiştir. Dünyayı tüm canlılar ile ortak bir evrim süreci içinde belirtmiştir. İnsanın dünyanın merkezi olmadığını öne sürmüştür. 

Sigmund Freud; İnsan aklının sınırlarını deşelemiş, aşamalaştırmış, psikanalizin kurucusu olmuştur. İnsan aklının sınırlarının insanın kendisi tarafından nasıl sınırsızlaştırılabileceğini göstermiştir. (Küey, 2013) 

Freud'u Freud yapan nedir? Neden, söyledikleri bugün hala bu kadar tartışılıyor? İnsanlık için "neyi bulmuştur"?
Bazı cevaplar basittir, ya da, bazı cevaplar gözümüzün önündedir, önermesini zaman zaman doğru bulmasam da, burada doğru: Freud'un gördüğü, bizim hep önümüzde olan cevap; insanlar konuşarak tedavi edilebilir... İnsanlar konuşarak davranışlarının nedenlerini- kendilerinin dahi haberdar olmadıkları nedenleri- bulabilirler. Bir şeyin sebebini bulmak her zaman onu değiştirmeye yetmese de, büyük bir adımdır ve Freud bu adımın kurucusudur...

Teorinin kısa bir özetini okumak isteyenler, buradan edinebilir. Ticari bir amaç için kullanılmadıkça isteyen istediği alanda kullanabilir.

14 Ocak 2015

Paralize

Düşünmek iyidir. 
Az düşünürsen, düşündüğünü bulamayabilirsin.
Çok düşünürsen kilitlenebilirsin. 
Az ya da çok düşünmeye karar vermek de ayrı bir düşünmek gerektireceğinden,
insanın düşünmeyen bir varlık olması en iyisidir.

11 Ocak 2015

Yaşam Amatörü: Tanpınar

Yeni yılın ilk yazısını edebiyata ilişkin yazayım, o da Tanpınar hakkında olsun diye çabaladım ama olmadı. Şu yaşa geldim, ki az buz değil, halâ öğrenememişim; bazen çabalarsın olmaz, bazen bir bakarsın olur. 


Narmanlı Han
Beyoğlu'nda İsveç konsolosluğunun tam karşısında hapishaneden bozma, eski, taş bir bina.
Uzun yıllar Rus elçiliği olarak kullanılır. Narmanlı Kardeşler binayı 1933'te satın alınca yeni bir dönem başlar. Avni ve Sıtkı Narmanlı, o dönem İstanbul'un ünlü tüccarlarıdır. Binayı satın aldıktan sonra Eminönü'ndeki ofislerini hanın ikinci katına taşıyan Narmanlılar,  ticaret hayatından oldukça iyi paralar kazanır. Sanatsever bir aile olan Narmanlılar, hanı adeta bir sanat ve kültür merkezine dönüştürür. Israrlara ve yüksek kira tekliflerine rağmen hanın odalarını taşralı tüccarlara vermek yerine, ucuz bedellerle sanatçılara ve yayın evlerine kiralamayı tercih ederler. (emlakansiklopedisi.com)


Narmanlı Han

Bu hanın odalarının biri; rutubetli, buz gibi. Soğuk, duvarları dahi yıpratmış.
Ahmed Hamdi Tanpınar
Uzun kirpikli, kısa ve az saçlı bir adam yazı yazıyor. Dışarı çıktığında dahi yanında taşıdığı leblebi kavanozuna uzanıyor eli. Yine parasız, yarı aç yarı tok. Abisinden borç isteyecek çaresiz. Oysa bir zamanlar milletvekilliği de yapmıştı. (Kadınlar ve kumar! Çok para isteyen şeylerdendi o zamanlar da.) Önce, bir gün çıkacağına inandığı milli piyango biletini alacak, sonra kağıt, kalem ve biraz da yiyecek bir şeyler. Bir gün, balık ağı gibi ince ince dokuduğu romanlarını birileri çok okuyacak, buna da inanıyor. O sıralarda Huzur adlı romanını yazıyor. Ah!, Nesteren. Nuran olsun adı Nesteren'in bu romanda, diyor kendi kendine. Ne güzel gezerdik İstanbul'da Nesteren ile. Boğaz turlarını düşünüyor, adaları, Beyoğlu'nun kaldırım taşlarını. "Bir tek kadın sevdim, o da sensin", diyor içinden, Nesteren'i düşünüp. "Biliyorum sen çok istedin Nesteren, Allah biliyor ya, ben de istedim ama beceriksizin tekiyim işte. Ben mi az çabaladım, hayat mı istemedi, bilmiyorum, kavuşamadık..."  
Sonra sıra Saatleri Ayarlama Enstitüsüne gelecektir. O da yazılacak, bitecek, ama yine parasızlık... Altmış yaşında bir şiir kitabı yayınlamış, ama hala aynı soğuk ve rutubetli bir han odasındadır yaşam. Çok kahve içirirdi yazmak ona , sigarasını elinde söndürmesi gerekmezdi yazmak yüzünden ama söndürürdü.

Kalemi bırakır. Sık sık görüştüğü Adalet Cimcoz'un yanına gitmek üzere odasından çıkar. 
İnsan başkalarının yerine konuşarak para kazanabilirmiş işte. Adalet'i yolda görse kimse tanımaz. Oysa sesini duysalar ya Türkan Şoray, ya Fatma Girik geçiyor sanılırdı, Türkan hanımıda yolda duysalar Adalet Cimcoz. Adalet hanımın çatı katında yine Bedri bey, Ahmet bey, Adalet hanımın kocası Mehmet Bey, konuştular durdular. Artık Ahmet bey'in borç istemesinden midir sık sık, başka bir nedenden midir, bilemiyordu Ahmet bey, soğuk bir konuşma vardı odada, odanın sıcağına inat. Evden çıkar. İstiklâl caddesini bitirir. Kafasında Hayri İrdal'ın saatleri, elleri cebinde Narmanlı Han'a doğru yürür... (Nazlı Eray'ın Aydaki Adam Tanpınar kitabının tanıtım konuşmasından derlenmiştir.)

Hiç Nazlı Eray okumamıştım. Kitabı ve kendini anlatışı "yaşamış" birinden hayatı dinlemek gibiydi. Okumanın zamanı gelmiş. Ben de ilk kitabı olan "Ah Bayım" öykü kitabını aldım kütüphaneden. Madem ilk okuyorum, ilk kitabı olsun diye. Sade, sessiz hikayeler gibi şimdilik. Okuyorum daha. Bitirince belki bir kaç kelam ederim. 

Kitaplar, hikayeler, masallar; insan yaşamının koşulsuz sevgiyle yüklü arkadaşları... Yine de, dostu olmalı insanın bu hayatta; kanlı, canlı. Yüzüne bakacak yüzüm kalmazsa başımı öne eğerim, diyecek sözüm kalmazsa dilimi yutarım ama yine de yalnız bırakmam seni, diyebileceği... 

08 Ocak 2015

Çağlayan

Ucunda çağlayan olduğunu bildiğin bir nehirde sürüklenmek gibi bizim yolumuz.
Yeşillikler içinde, serin ve ılık, suyun tenine değmesinden hoşnut olduğun bir gidiş.

Diğer yandan biliniyor ki, bu nehir bir çağlayanla denize dökülüyor ve  sağ kalınması pek mümkün görünmüyor. 

05 Ocak 2015

Yaprak yaprak...

Nasıl da yaprak gibi..
Düştüm
Göğüslerinin arasına

Keşke sevgilim
Yapraklarım dökülmeden önce
Ulaşsaydı bana
Selâmın
Selâmın

Ebdulrehman Mizûrî




Evlilik, bir ağacın dallarına yapışarak söz vermek değildir. Bir evliliği ayakta tutan şey, özendir. Özen ve farkındalık. -Neyin farkındalığı? -Bazı şeyler değişir. Her şey değişir, söz vermek bunu durduramaz. Kimse bir ağaçtan, bahar bitince çiçeklerini korumasını bekleyemez. Çünkü sonunda çiçekler meyveye dönüşür. Ve sonra, sonra ağaç meyvesini kaybeder. -Ya sonra? -Sonra yapraksız bir bahçe. –Yapraksız bir bahçe mi? –Farsça bir şiirdir. *Yapraksız bir bahçe. Güzel olmadığını söylemeye kim cesaret edebilir?

Aslı Gibidir filminden bir konuşma.

*Abbas Kiarostami
Annemin dargın
Yaprağıydım ben…

Arif Damar


Sessiz oturabilir miyiz seninle?
aramızda yaprakların hışırtısından,
ve ceylanların hayata çıkışından
başka bir ses olmadan.

Kemal Sayar

Gelincik açılmadan önce, kapalı çanak yaprakları badem kabuğu gibi serttir. Bir gün bu kabuk çatlayıverir. Üç çanak yaprağı toprağa düşer. Bu kabuğu açan şey balta değildir, sadece zar gibi incecik, tortop olmuş yapraklardır. Çiçek açıldıkça neon pembesi yapraklar kırlarda görebileceğiniz en arsız kızıla dönüşür. Sanki çiçeğin çanağını çatlatan güç, bu kırmızının kendini gösterme, görünür olma isteğidir.

John Berger


Çiçekler sulasan, kurumuş yaprakları kessen
sözgelimi tırnaklarını yemesen
akşamları erken yatsan iyi olur.

Edip Cansever

hangi ağacın yapraklarını
siyah kadifeyle örttün Ölüm?
hangi Söz’ü bana verdin
de benden geri aldın,
ey Dil?

Hilmi Yavuz

Kurumuş ağaç kabukları yaşadım diyor
birden başlıyor ıslak sabahlarıyla günlerimiz
dudaklarımız söğüt yaprakları kadar memnun

Ömer Faruk Toprak

Sana da yağdı mı kar
gözlerine usul usul
ince bileklerine kirpiklerine
son yapraklarına
kalbindeki umutsuz dalların
usul usul
sallandı mı senin

Sana da yağdı mı kar.

Mehmet Can Doğan

Size bir olay anlatayım, çok kısa
Bir kış günüydü, kar yağıyordu
Gök, sapından boşalmış papatya yaprakları gibi duruyordu.

Edip Cansever

Bir sözcüğün içinden geçiyoruz seninle,
ufacık bir sözcüğün, yaprak gibi, kırlangıç
gibi… ilerden gelen şu çağıltıyı dinle
karanlıkta: Derin bir suyu usta bir dalgıç
gibi geçmemiz gerek…

Sait Maden

"Esmekten vazgeçiyorum", dedi rüzgar.
Kılı kıpırdamadı yaprağın... 

Sahir Üzümcü

Çürümüş yapraklar akıyor ağaçlardan, suçsuz bir kalbi parçalamışlar
Lodos yüzlü bir kadının gül sancısı tutmuş, taşa dönüşmüş şebboy.

Engin Turgut

Ardıç ağaçları… Bana da bir kuş, kaderinizden
Yoksa yapraklarınızdan bir musalla taşı…

Şükrü Erbaş

Nerde o çılgın neş’en
O yaprakların çiçeklerin meyven
Hepsini götürdü mü sonbahar
Harp görmüş bir şehir gibi gamlı
Dokunaklı halin var
Erik ağacı

Zihni Hazinedaroğlu

Ben şimdi oğlumun yanında kalırım
Onun kırmızı yapraklardan yapılmış
Bir zamandışılığı vardır
Beni anlamaz
Anlamaz, niye anlasın
Anlaşılmak! -değil mi ama- sanki kimsenin olamaz

Edip Cansever

Ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim
Taşları ve o ana sevgisini emen
Bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan,
Bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazık ki
Sanki özenle boyanmış ve kendi payına düşen hayranlarını kabul eder gibi,
Pek yakında bütün yapraklarından birer birer döküleceğini bilmeden.
Benimle karşılaştırılırsa, ölümsüz sayılır bir ağaç
Ve bir çiçek o kadar uzun boylu değildir belki, ama kalkışmanın anlamını bilir,
Bense ömrünü bir ağacın, cesaretini istiyorum bir çiçeğin.

Sylvia Plath