21 Ekim 2012

Bilimin İki Yüzü

Freud'un birinci dünya savaşının başlamasına dair yorumu :  " En hüzünlü şey; psikanaliz bilgimizden yola çıkarak bakınca, insanlardan tam olarak böyle davranmasını beklerdik. "

Hitler Freud'un fikirlerinden en çok faydalanan liderlerden biridir kendi döneminde. Halkının lider olarak hem kendisini, hem de kitlelerin birbirlerine bağlanması için " libidinal" olgusundan yani aşktan, bunu güçlendirmek içinde  dışarıda ki "öteki" dir olgusunu aşılayarak nefretten faydalanmıştır.
1940' larda sokaklarda binlerce insan şöyle bağırmıştır : ' Command Fuhler ! We will follow' *
Almanya sadece bir tesadüftü. 1929 büyük Amerika ekonomi  krizinden sonra demokrasiye(?) olan güvenin sarsılması ile Hitler'in Nasyonel Sosyalistler partisinin bundan faydalanarak, yeni bir sistem kurma çabasıydı. Serbest piyasa ekonomisinin çöküşü, insanları devlete karşı pozitif olarak birleştirmişti. Artık kitleleri yönlendirmek daha kolaydı.
Kitleleri yönlendirmeye dair basit ama çarpıcı diğer farklı bir örnek; yine Freud'un insan davranışları üzerine analizlerinden faydalanılarak fark edilmiştir ki; insanlar ihtiyaçları için daha fazla satın almazlar. Çünkü, cevap cümle içinde saklı : ihtiyaçları yoktur. İnsanların daha fazla satın almaları için ürünün onlar için ihtiyaç olduğunu değil, ürünle kendilerini daha iyi hissedecekleri söylenmelidir. Bir ürünü satmak istiyorsanız akla değil, arzulara yönelilmelidir, demişlerdir.
1950'ler de Amerika 'da insanların hangi ürünü neden satın aldığına dair oluşturulan bir araştırma grubuna göre, hazır kek unlarının satmadığını çünkü kadınların , çok kolaylık sağlamasına rağmen, bu ürünü alarak kendilerini suçlu hissettikleri ortaya çıkmıştır. Kek ununu sadece kalıba dökerek yapmakla suçluluk hissediyorlardı. Psikologların tavsiyesi ile; sorunu çözmek için suçluluk duygusunun ortadan kaldırılması gerekiyordu. Kadınları katılımcı yapmak gerekiyordu. Kek unu firması tavsiye üzerine paketin üzerine şunu yazdırdı: "Evin hanımı bir yumurta eklemeli". Ve sonuç pozitifti, satışlar patlamıştı. Artık kadınlar kocalarına kendi katkılarının da bulunduğu bir kek sunuyorlardı. Bu örneği veren psikoloğa röportaj esnasında gazetecinin sorusu ise daha çarpıcıdır bana göre; " Bu kadar basit mi?" Psikolog cevaplar; "Bu kadar basit..."

*Emret kumandan! Biz yapalım.

18 Ekim 2012

" Güzel yaşam en son evresinde, düpedüz- gösterişe, sadece seçkin olmaya indirgenmiştir ki- Veblen'e göre başından beri böyleydi- ve parkın sunduğu tek tatmin de dışarıda kalanların burunlarını dayadıkları parmaklıklardır...Yaşam, kendi yokluğunun ideolojisine dönüşmüştür."
" Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir. "

Uzak gözlemci kadar yakın katılımcının ayakları da dolanmıştır dünyaya.  "Varlığını sözcüğün en düz anlamıyla toplumdan alan birey için kolay değildir kendince yaşamak."  Hele özgürce zenginleşebilmek. Kökeninden ve nesnelerle iç içe geçmişliğinden aldığı sahiplenmeler, sahiplikler onu kısıtlayıp yoksullaştırır... Duygu yüklü şiirler okumak, bütün ideolojilerin kitabını bilmek, dilencilere ekmek almak, foklar için fon ayırmak, kötülerle arana mesafe koyarak dünya da iyilerin yanında olduğunu sanmak; mutluluk denmiş kırk kapının anahtarı. Açılmaması gereken kırk birinci kapının kanatlı zebanileri...
Her şeyden önce bilmek gerekir; " canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan yalan, bugün için hakikatin vekilidir."  Bilmek gerekir ; " yarasayı güzel bulmak isteyen kişi, onun yarasa olduğunu bilmek zorundadır."  Ne çocukların masumiyeti, aşkın gücü, kadınların gizemi, annelerin kutsallığı, dostlukların ölümsüzlüğü, gün batımının şiirselliği, müziğin şifası, anlıyor olmak ötekini, anlamaya çalışıyor olmak, baharın şaşırtıcılığı, ne de sonbaharın hüznü, hiçbiri ne önemli ne de gerçektir aynı çukura bir bedenden fazlası gömüldüğünde...Ve bir yarasaya aşık olma ihtimalidir, o güçsüz umuttur, tek bir soluk bile almamızı sağlayan...

".." alıntılar; Adorno

14 Ekim 2012

Palamutlar Ağlıyor...


Fillerin mezarlığına yürümesi gibi benim de gitmem...
Olan olur, olacak olan da olmuştur.
"Tesadüfen yan yana düşerdi rakamlar." Öyle ise?...
Akdenizin altında binlerce gemi, oysa hep ufka bakar yolcular.
Sevilmek  değilse değiştiren mevsimleri,
neden güneş dört tarafında farklı ısıtıyor Gaia'yı, insan her zaman sevemez ki...

'Düşünen adam' öleli ne kadar oldu biliyor musun sen?
Hala düşünerek yaşadığımı sanıyor kardeşlerim...
Keyfini göç katarları bile götüremeyen adam da öldü.
Hala düşünerek yaşadığını sanıyor insanlar...

Böl bakalım ömrünü dörde nereye düşüyor sonbahar?

Neden doruklar hala yeşil biliyor musun sen?
Yaprakları yok, görmüyor musun.
Sen baştan beri biliyordun; palamut ağaçları ağlamaz...

13 Ekim 2012

O Venüs' müş...

geceleyin beyaz ev- Van Gogh
Rembrandt,  bir resmin tamamlanıp tamamlanmadığına, ancak ressam amacına ulaştığında karar verilebileceğini  söylemiş.
Bu cümlenin bana hatırlattıkları;  sanatçı maksadını ifade ettiğine inandığında, tuvale vuracağı her fırça darbesi artık gereksiz birer ayrıntı olacaktır. Eksiklik ya da bitmemişlik duygusu, varsa eğer, izleyiciye ait bir duygudur ve öyle ise izleyici baktığı, durduğu yeri değiştirmelidir. Çünkü resim, anlatmak istediğini anlatmıştır anlatıcıya göre. Buna göre de bence resim, sanat, anlaşılan değil algılanan bir objedir, teknik olarak anlaşılmasının dışında. Hatta Rodin 'in heykellerinin çoğu, ısmarlayan kişi ve kurumlar tarafından geri çevrilmiş çoğu kez sırf tamamlanmamış oldukları gerekçesiyle. Bize göre bitmemiş ise, bizim baktığımızda algıladığımız şeydir o hissi veren. Bakmak; aslında tüm yargılarımızın, bildiklerimizin, birikimlerimizin, hayallerimizin, geçmişimizin toplandığı andır. Baktığımız her hangi bir şey aslında, baktığımızda kurduğumuz "ilişkinin" tanımıdır. 
O nedenle, sanat eserlerine baktığımızda "anlıyor ya da anlamıyor" olmak değildir önemli olan. Ne algıladığımızdır. Basitçe sevip sevmediğimizdir eseri, baktığımız andaki hissettiklerimizle. Edebiyat ve sinema da böyle değil midir? 

Diğer yandan eserin kendine dair bildiğimiz bazı gerçekler algımızı da değiştirebilir. Şuradaki örnekte ilginçtir o açıdan : Resmin gerçeği ( resmin ve yazının en altındaki nota odaklanın lütfen. Yazı içeriği bu yazıyla direkt ilgili değildir. ) 
Eserin  gerçeğine dair bildiklerimiz algımızı değiştirebilir diyordum. Bu, bizi ilgilendiğimiz alan ya da nesneye daha yakınlaştırır, birikimimizi derinleştirir, algımızı güzelleştirebilir ama asla zorunlu değildir. 
Mesela; Biz, Geceleyin Beyaz Ev tablosuna baktığımızda, hayalimizdeki evi, kapımızdan giren kadını, çocukluğumuzun bahçesini ya da sadece renkleri, renklerin o harika güzelliğini görebiliriz. 
(*)Don Olson isimli bir astronom ise gökyüzüne odaklanmış. Tablonun yapıldığı 1890 yılında resmedildiği gibi  bir yıldız kümesinin var olup olmadığını merak eder. Kalkıp Amerika'dan Fransa'ya gelir. Paris yakınlarındaki Auvers-sur-Oise kasabasına gider ve şans eseri yıkılmamış olan tablodaki evi bulur. Bilgisayar programlarının ve meteorolojik kayıtların yardımıyla resimdeki gökyüzü yeniden yaratılır. V.Gogh 'un tablasını nereye kurduğu belirlenir ve Olson tablodaki gölgeden resmin hangi saatte yapıldığını saptar :  V.Gogh resmi 16 Haziran 1890' da saat 19:00'da, gökyüzünü ise bir saat sonra tam Venüs 'ün gökyüzünün batısında parladığı sırada yapmıştı. 
Demek; benim tabloyu gördüğümde biraz hayranlık biraz da şaşkınlıkla baktığım, nasıl da bir güneş bu böyle güzel  anlatılan bize resimle bile dediğim o sarı güzellik, güzelliğin simgesi Venüsmüş... Ve Van Gogh bunu bilmiş ve resmi yapmak için beklemiş... Ne güzel... 
* Geo- Bilim ve Sanat. 

12 Ekim 2012

Hissediyorum...

Ekonomilerde batık maliyet etkisi vardır.  En mantıklı karar verilmesi gereken ekonomi birimlerinde dahi, örneğin hisse senedi alım satımlarında bir hisse düşmeye başladığında satmamakta direnir insanlar. Kısa vadede edecekleri kardan, uzun vadede uğrayacakları zarar bedeline rağmen vazgeçmeye yanaşmazlar. Bir istatistiğe göre; kanser hastalarına ışın tedavisi ile ilk yılda yaşama oranlarının %90, ölüm oranlarının %10 olduğu, ameliyat ile ise ilk yılda %100 yaşama oranları olduğu söylenmiş. İleri ki yıllarda ise ameliyata nazaran ışın tedavisi ile yaşama oranlarının artan oranla devam edeceği, ameliyat sonrasında ki yıllarda hastalığın tekrar riskinin arttığı ve yaşama oranlarının azalacağı belirtilmiş. Çoğunluk, ameliyat tedavisini tercih etmiştir. İnsanlar, kısa vadede elde edecekleri karlara / kazançlara göre karar verme eğilimindedirler. Tuhaf ; hiç ölmeyecek gibi yaşama tutkularına rağmen, alabileceklerini de bir an önce elde etmeye çabalarlar. Ve bu giderek hızlanıyor...Bir de, iradem dışında açılan bu zaman-mekan kapısının, iradem dışında kapanacağı vaktinin yaklaştığını hissediyorum...

04 Ekim 2012

Mülkiyet...

Hayatımızın bir çok alanında "insanlar" mülktür. Kapitalist ekonomilerde sorgulanamaz biçimde nettir bu. Ekonominin devamlılığı ve karlılığı  için en önemli araçtır. İşverenin maliyet hesaplamalarında bir değerdir, alınabilir, satılabilir, değiştirilebilir bir değer kalemidir. Nesnel bir varlıktır. Bize tutulan aynalarda adımızın hep "mülk" olduğu söylenir. Ölçümüz, bulunduğumuz ortama kattığımız rakamsal ifadedir. Aldığımız maaş defteri kebirin sol tarafına, kazandırdıklarımız sağ tarafına yazılır, bizim adımız o rakamlar arasındaki fark değeridir.
Mülk dediğimiz için, çıkarımız olabileceği insanlara yakınlaşır, onların zilyetliğini elde etmeye çalışırız. Mülk dediğimiz için, bu tür ilişkilerimizin olmaması yalnız hissettirir kendimizi. Korumasız, sanki vakit öldüreceğimiz televizyonumuz yokmuş gibi, akşamları uzanabileceğimiz yumuşak dinlenme koltuğumuz yokmuş gibi.
Aşklar da böyle; şiddetli bir sahip olma duygusuyla başlar. Kanımızın, tenimizin, aklımızın istediği o "insana" sahip olmalıyızdır. O'na özgül çizgiler, renkler ve davranışlar bizimle deneyimlenmeli, bize ait olmalıdır. Aşkını ve şefkatini hissetmeye başladığımız bir insanı kaybetme korkusu kadar dokunaklı, acı bir şey yoktur. Aşığın aşkını devam ettiren de bu duygudur aksine. Yokluk hissinin varlığı dayanılmaz oldukça, O'nu dondurma, olduğu gibi saklama, tüm özgüllüğünü nesneleştirme isteği artar. Aynı yokluk hissinin varlığı, O'nu özgül, kendine has renkleri, davranışları ile eşsiz, benzersiz, ulaşabildiğimiz ama sahip olmadığımız bir özne de yapabilecekken, O'nu nesneleştirerek sahip olduklarımıza bir "kıymet" daha eklemek bizi daha çok mutlu edecek, tatmin edecek, sahip olduklarımız arttıkça, varlığımız daha da güçlenecektir. Daha güçlendikçe daha çok şeye de sahip olabileceğizdir. Mülkiyet toplumlarında bu öğretilir, böyle daha kolay yönetilir insan. Mülkiyet ve sahip olma duygusunu beslemek en kolayıdır zira. Bir kez hayatımızda ne kadar çok "mülk" dendiğimizi unuttuğumuzda ve buna alıştığımızda, bir kez, sahip olduklarımızla "öz güven" tanımı yapmaya başladığımızda, şu bilgi felsefemiz olacaktır; herkes aynıdır sonuçta, o da insandır bu da insandır ve bir kez sahip olduktan sonra bir mülk gibi normal olarak bir köşede unutulabilir de, olmadı değiştirilebilir de. Yeni gelen eskisinin yerini alır. Bu bilinçte, ilk olan zaten yeni gelenle değiştirilebileceğini çoktan bilmekte olduğundan, herkes mutludur bu ekonomide.

03 Ekim 2012

Bir Kaç Zeytin Tanesi...

Sergüzeşt...
Belki de ben senin hikayeni okuduğumda aynı yaşta olduğumuz için seni bu kadar net hatırlıyorum.
Sen beni hatırlıyor musun acaba ?

Macera aramayan adı maceracı konmuş güzel, esmer, minik Dilber... Kafkas , on üç yaşlarında,
besleme, beyaz ten, gece siyahı saçlı güzel köle... Mutfağın kimsenin görmediği köşesinde çoğunluk bir kaç zeytin tanesi, biraz siyah ekmekti akşam yemeğin...Bir gece sokakta bir adam benimle gel dedi sana, açtın, yorgundun, ne fark eder ki dedin?. Ne fark eder ki, sokaktaki akıbetin de başka mı olacaktı evdekinden, en azından biraz beyaz ekmek, biraz peynir belki sıcak bir çorba bulurum dedin. Öyle dedi adam da, "gel evde sofra kurarız şöyle güzelinden, doyurursun karnını. "Koca bir köşk, yeşilliğin gece karanlığında bile parladığı bir bahçe, belli ki çok kişinin dolandığı, çalıştığı bir mutfak, gördüğün en geniş hayat. Adam , " kimse yok bu ara köşkte, herkes yazlık evde, vardır ama bir şeyler , hazırlarım ben şimdi, sen dinlen", der. Dilber rahatlar biraz daha. Çarşafını çıkarır, elini yıkar, sanki burnuna et kokusu mu geliyor nedir, iyice yutkunur. Adam gelir, elinde bir tabak bir parça da siyah ekmekle. Kusura bakma, "hiç bir şey kalmamış mutfakta, biraz ekmek bir kaçta zeytin tanesi buldum. Doyarsın inşallah?" der...(Samipaşazade Sezai- Roman, Sergüzeşt'ten )

 "O kadar uzağa gitmeye değer miydi, hayal kırıklığı bulmak için?"