27 Eylül 2011

" 27.09.2007 "

" Bu ömrü nasıl bitirdik bilemedim yavrum. Nasıl ettik, n'aptıkta  bitti bu koca ömür anlamadık."  Anneannem derdi zaman zaman böyle. İki yıl önce bu günlere yakın bir zamanda bitirdi ömrünü.  O son günlerinde artık hiç konuşmazken, bizleri tanıdığını bile hiç belli etmezken öleceğini düşünüyordu eminim. Nasıl bir duygudur acaba; insan yine de emin olabilir mi yakında bir vakit öleceğinden...
Babaannemede " Nasılsın" desem, çoğu zaman böyle der: " Heey gidi kızım heeey, ömür geçti,  nasıl olalım! " Etrafımdaki hangi yaşlıya sorsam çoğunlukla ömrün nasıl geçtiğini bilemediklerini söyler. Vardır elbet mutlu zamanları, acılı zamanları, dolu dolu hatırladıkları zamanları ama hep kısadır, uzaktadır ve  anlaşılamıyordur hangi aralıkta geçti...Az çok ta kendimden bilerek eminim ki artık : Ömrün nasıl geçtiğini hiç anlayamıyor insan...
Sadece şimdiki zamanın bir anlamı var, bu çıkıyor ortaya. Geçmiş;  hatırlaması anlamsız olacak kadar kısalıyor, uzun bir zaman dilimi değil yaşanmış olan, unutmadığınız bazı anların görüntülerinden ibaret kalıyor. Gelecek ise zaten yok.

Zamansız ölüm; insanı en çok yaralayan... Birazdan ölmeyeceğimden emin olmadığım ben dahil sizler de hiç aklınıza getirmiyorsunuz bu yazımı okurken belki de çoktan ölmüş olabileceğimi...
Birinin anneannesi, dedesi öldüğünde ilk sorulardandır : "Hasta mıydı ? -Kurtulmuş o zaman. Çok mu yaşlıydı ? -Acı çekmemiş o zaman."  Teselli;  böyle sanılır. Dünyayı bugününe getirmiş insan aklının aklına gelen o dur o an. Yine de haksızlık edilmemeli, insanın kendisi bile geçirir aklından birazdan ölebileceklerini ve hatta acı çektiklerinde dileyebilir de, dilenebilir ölüm...

Bugün düşünüyorum da insan hiç inanmıyor yakınlarının ölmüş olduğuna. İnanç değil yerleşen şey. Hele de hiç aklınıza getirmediklerinize...
Ömür nedir ki öyleyse ? Eğer yetmiş üç yıl yaşamış olan anneannem için yetmiş gün bile değilse ömrünün hatırlanan zamanı, ömrüne biçtiği hayattan aklında kalanlar yetmiş gün bile etmiyorsa, HİÇ' tir ömür...Hiç...
O nedenle de çok ta yersiz değildir bir kaç dakikalık "hayat" için ömürden vazgeçmek...Bir kaç dakika da olsa, yetmiş yıl da olsa o kadarsa geriye kalan; bir kaç dakika ise, neden olmasın...

Hayat içinde doldurduğumuz yerden gittiğimizde ne oluyor o yere hiç anlamasam da,  doldurmasak da o boşlukları başka şeylerle, o boşluklarla yaşamaya nasıl alışıyor insan en şaşırtıcı şeylerden biridir bana göre.

Sevdiğin şarkıları dinledim, sevdiğin filmlerden pasajlar izledim, yüzünü düşündüm, kısacık saçlarını, uzun ya da küt saçlarını, güzelliğini, kahkahanı, ranzadan yere nasıl atladığını, sırt çantanı, hızlı hızlı yürüyüşünü, " konuşmak ister misin" demeni, haşhaşlı ekmeğini, ev yapımı biber salçanı, sigara tablanı, çakmağını hatırladım.Gülümsedim, gülümsedim, gülümsedim...
Bıraktıklarını düşündüm, daha bırakmayı planladıklarını, ömrünü,  hayatını düşündüm. Kısa ömründen kalan hayatını...
Arkadaşımdın, arkadaşımsın...Seni anlatmayı planladım ama olmadı...Geçmişte de denemiştim yine olmamıştı. Yok, yazamıyorum ben seni, olmuyor. Duyabiliyor musun ? Yazmamalı mıyım ? Belki. Sen isterdin sanki, sen severdin yazmayı sanki...O kadar hızlı gittin ki, o kadar sessiz gittin ki hiç soramadık sana? Hiç bir şey soramadık sana...

Başka zaman. Belki seneye. Hani o uydurduğumuz zaman kalıplarından ; sene-i devriyende belki...

Öğrettiklerinden, sevdirdiklerinden :    


http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=241234

23 Eylül 2011

Başlangıçlar ve Sonlar: Benim Hüzünlü Orospularım

Can Yayınları, 2005,  1.Baskı
109 sayfa
Yazar: G.Marquez
Orjinal adı : Memoria de mis putas tristes

Başlangıç : Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline yeni bir parça düşer düşmez hatırlı müşterilerini haberdar eden kadın. Daha önce ne böyle bir şeye niyetlendiğim olmuştu ne de onun baştan çıkarıcı müstehcen önerilerine kapıldığım, ama benim ilke sahibi biri olduğuma hiç inanmazdı o.Ahlak da bir zaman sorunudur, derdi, yüzünde hınzırca bir gülümsemeyle, görürsün bak. Benden biraz daha gençti, ama ondan o kadar uzun yıllardan beri haber alamamıştım ki, pekala ölmüş olabilirdi. Oysa telefonu açar açmaz sesini hemen tanıdım ve lafı döndürüp dolaştırmadan kafamdakini söyleyiverdim:
 "Bugün olur."
...

Ve Son : Sevinç içinde sokağa
Gabriel Garcia Marquez
çıktım, birinci yüzyılımın uzak ufkunda ilk kez kendi kendimi görüp tanıdım. Sabah saat altıyı çeyrek geçe sessiz ve düzen içinde olan evim, mutlu bir şafağın renklerinin tadını çıkarmaya başlıyordu. Damiana muftakta avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyordu, dirilmiş olan kedi ayaklarımın dibinde kuyruğunu yukarı doğru kıvırarak yazı masasına kadar yanımda yürüdü. Rengi solmuş kağıtlarımı, mürekkep hokkasını, tüy kalemi düzeltirken güneş parktaki badem ağaçlarının arasından görünüverdi. Kuraklık nedeniyle nehirde bir hafta gecikmiş olan posta vapuru limandaki kanala düdük çala çala girdi. Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra her hangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkum olmuştu. 


not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; işte burada.

21 Eylül 2011

Başlangıçlar ve Sonlar: Bozkırkurdu

Afa Yayınları,1993 3.Baskı
208 sayfa.
Yazar: Hermann Hesse
Orjinal adı : Der Steppenwolf  

Başlangıç: O gün de diğerleri gibiydi. Her zamanki sade ve içine kapanık yaşamımı sürdürerek günü tüketmiştim. Bir iki saat çalışmış, eski kitapları incelemiş, iki saat kadar yaşlılara özgü sızılar çekmiş, ilaç içmiş ve aldığım tozun etkisiyle ağrılar dinmeye başlayınca sevinmiş, kendimi sıcak bir banyonun rahatlığına uzun süre kapıp koyvermiş, üç kez postacıyı kabul etmiş ve ilgimi hiç çekmeyen mektuplara göz atmış, soluk alma egzersizlerimi yapmış ama tembellikten düşünme egzersizlerine ara vermiş, bir saatlik yürüyüş sırasında gökyüzünde gezinen olağanüstü güzellikteki bulut şekillerini izlemiştim. Çok zevkliydi. Eski kitapları okumak ve sıcak suda yatmak da öyle. Ama tüm bunlara karşın, büyük hazların duyumsandığı, mutluluk ve sevinç yüklü bir gün değildi.  Çoktan beri yaşamımı belirleyen, oldukça hoş, oldukça dayanılabilir günlerden biriydi yalnızca. Durumundan pek hoşnut olmayan orta yaşlı bir beyin, aşırı sızılar duymadan, önemli bir sorunu olmadan geçiştirdiği günlerden biri. Albert Stifter'i örnek alıp traş olurken kaza süsü vererek intihar etme zamanının gelip gelmediğini acılar ve huzursuzluklar içinde kıvranmadan, sakin ve gerçekçi bir tutumla düşünebildiğim ve umutsuzluğun derin uçurumuna düşmediğim sıradan günlerden biriydi işte!


...

Ve son : Bir gün oyunu daha iyi oynamayı öğrenecektim, gülmeyi de. Pablo beni bekliyordu, Mozart da.

not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; işte burada.

12 Eylül 2011

İçimiz: Korku

Engel olamıyordum. Ellerimi birbirinin içine koyuyor, sıkıyor, yumruk yapıyor, bir elimi diğer elimle tutarak titremesini durdurmaya çalışıyor ama engel olamıyordum. Konuşsam ağlayacaktım fakat konuşmak bir yana, hem konuşamıyor hem takırdayan dişlerimin sesini yan odadan duymasınlar diye elimle bir yandan da ağzımı kapatmaya çabalıyordum. Dizlerimi bükebildiğim kadar bükmüş, çenemi dizlerime dayamış, vücudumu mümkün olduğunca girdiğim kuytuya sıkıştırmıştım.

Ben bir şey yapmadım ki, ben ona "Arkamdan ayrılma, hatta önümde dur" dedim. Zorla mı tutacaktım elini, tutturmuyordu işte!.. İnatçı oğlan ne desem her seferinde bacaklarımı tekmeliyordu inadından. Ben bir şey yapmadım, ben görmedim ki... Hem ona "Bak dibimde yürü, ayrılma" demiştim. 
Kendi kendime sayıklıyordum sessizce, önce kendime anlatıyordum anlayabilmek için. Birden olmuştu işte, hiç anlayamamıştım nasıl olmuştu...

Yer yatakları ve yorganlar üst üste yığılıydı, ceviz ağacından yapılma annemin  çeyiz sandığının üstünde. Beyaz, pamuktan dokuma bir çarşaf seriliydi üstlerinde, püskülleri gözümün önüne sarkıyordu. Kendimi gardıropla yatak yığının arasındaki küçük boşluğa sıkıştırmıştım olabildiğince. Yedi yaşında olmanın avantajıydı bu. Bir de cılız bir kız olmanın. İyice sokuldum, tişörtümün sıyrılıp belimin açıldığı yerden duvara sürtüyordu sırtım, soğuktu, içeride annem sobaya fındık kabuğu dolduruyordu, tıkırtılarını duyuyordum. Üşümüyordum. Annem beni büyüdükten sonra sevmişti , biliyordum öyleydi. Annem beni doğurduğu çocuk değil ona kol kanat geren abla olduğum zamanlarda sevmişti. Annemin çocuğu değildim ben küçükken. Yedi yaşında henüz sevmeye başlamış mıydı bilmiyorum ama yine de kızmazdı bana biliyorum. Çocuktum zira. Kızmazdı kimse, niye kızsınlar çocuklara?

Sobanın kapağının gıcırtısı kulağımı tırmalıyordu. Eskimişti, Annem ne zamandır söylüyordu ama Babamın pek dikkate aldığı yoktu. Ben de demiştim ikimiz gidemeyiz Baba diye ama dikkate almamıştı işte. Annemi de dikkate almazdı böyle beni de almamıştı işte. Dedim ben "Ben onunla uğraşamam, beni hiç dinlemiyor." "Bir şey olmaz" demişti. "Bir şey olmaz tut elinden gidin, bakın gelin." 

Arabanın tekerleklerinin gıcırtısı kulağımı tırmalıyordu. Yine duyuyordum işte. Sobamıydı, yok, yok arabanın tekerlekleriydi.  Arkama baktım; kolunu gördüm. Tekerleği gördüm. Minibüsü gördüm. Şoförü arabadan inerken gördüm. Yok, kan görmedim, sesini hiç duymadım. Ben tekerleğin gıcırtısını duydum sonra da kolunu gördüm. Şoförün küfrünü duydum, manavın Babamın dükkanına doğru koştuğunu gördüm. İçeri girdiğini görmedim ama seslendiğini duydum. Kimse beni görmedi. Evet, görmemişti. İyi olmuştu. Kimse beni burada aramayacaktı.

Ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyordum. Babam omzumdan sarsıyordu. Annemin çığlıklarını duyuyordum. "Yalan söylüyorsunuz, öldü demiyorsunuz" diyordu sürekli. Babam bana bakıyordu. Ben, iki gündür oradaymış süsü vermeye çalışıyordum kendime, sanki onunla hiç sabah evden çıkmamışız, hiç gitmemişiz bandoculara bakmaya. O aşağıda, dükkanda tekerlekli sopasını tıkırdatıp duruyor hala.

"Gel, bir şey yok, gel."
"Ben bir şey yapmadım, bir baktım minibüs gelmiş. Ama hiç bağırmadı, acımamıştır, çünkü hiç bağırmadı." 
"İyi, birazcık karnı ezilmiş, hastahanede uyuyor şimdi, gel. Annenle beraber gidelim gel." 

Çıktım araya girdiğim yerden. Elimi uzattım. Babam tuttu elimden, ayağa kalktım. 
" Hadi o zaman gidelim bakalım belki uyanmıştır."

04 Eylül 2011

Kırmızı Işık


Bisikletler durun! Bisiklet üstündekiler ve yayalar geçebilir.

Başlangıçlar ve Sonlar: Paris Düşerken

Oda Yayınları, 1987 1.Baskı
693 sayfa.
Yazar : İlya Grigoryeviç Ehrenburg
Orjinal adı : Pedeniye Parija


Başlangıç: Andre'nin atölyesi "Cherche-Midi" sokağındaydı. Eski bir sokaktı burası. Sokağı çepeçevre saran binalar bir kömür yığını gibi simsiyah ve kirliydiler. Evlerin pancurları bile bu karanlığa boyun eğmişlerdi. Sokak sağlı sollu antikacı dükkanlarıyla doluydu. Bu dükkanlarda aşırı titiz ve sıkıcı yaşlı madamlar, tüysüz sakalsız ihtiyarlar bir yığın eski püsküyü satmaya uğraşırlardı: Messidor stili yazı masaları, tahtadan oyulmuş tombul tombul melekler, çin paraları, nar çiçeği renkli kolyeler, madalyonlar...
...
İlya Ehrenburg

Ve son:  Andre gülümsüyordu. Dönüp pencereye geldi yeniden. Cherche-Midi sokağı...Sımsıkı kapalı bütün pencereler. Ve cephesinde evlerin, her zamanki gibi tıpkı, kapı kanatlarının simsiyah izleri var. Hep o ölgün çiçek, şu karşı tabelada...Ve yarı aç kediler. Ve ağlayan çiçekçi...Ve dünyaya ilk haykırışı yeni doğan bir çocuğun. Cherche-Midi sokağı, evet..."Öğle vakti arayan..." Ben de ararım öğleyi, ve bulurum görürsünüz...Bulacağım. Işıkları, şenlikleri, balları, gelincikleri...ve gökyüzünü tabii...pırıl pırıl Paris'i...Bulmaz olur muyum hiç...Bulacağım!..
-Herkes evine! Vakit doldu! Herkes evine!.. diye bağıran hoparlörü işitmiyordu.

not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; İşte burada.

01 Eylül 2011

Başlangıçlar ve Sonlar : Kırmızı Pazartesi

Can Yayınları 1985, 5.baskı.
120 sayfa.
Yazar : Gabriel Garcia Marquez
Orjinal adı : Cronica de U'na de Muerte Anunciada

Başlangıç : Santiago Nasar, öldürüleceği gün, piskoposun geldiği vapuru beklemek için sabah saat beş buçukta kalkmıştı. Düşünde kendini incecikten bir yağmurun yağdığı dev incir ağaçlarının oluşturduğu bir ormandan geçerken görmüş, bir an için mutlu olmuş, uyandığında üstünün başının kuş pisliğinden görünmez olduğu duygusuna kapılmıştı. Bundan yirmi yedi yıl önce annesi Placida Linero, bana, o uğursuz pazartesiyi anımsadığı bir sırada " Oğlum her zaman ağaçları düşlerdi. Bir hafta önce de düşünde kendini badem ağaçlarının arasında uçan ve dalların hiçbirine çarpmadan geçip giden yaldızlı kağıttan yapılmış bir uçakta gördü." dedi. Placida Linero başkalarının gördüğü düşleri hiç yanılsamdan yorumladığı için haklı bir üne kavuşmuştu. Yalnız bu düşlerin kendisine aç karnına anlatılması gerekti. Bununla birlikte oğlunun iki düşünde de hiç bir uğursuzluk sezmemiş,
hatta ölümünden önceki günlerde her sabah anlattığı ve yine ağaçlar gördüğü düşlerinde de herhangi bir felaket haberi görmemişti...
...

Ve son: Bu sırada son basamağa ayağı takılmış, ama kendini hemen toparlamıştı. Halam Wene, bana " bağırsaklarına yapışan tozu toprağı eliyle silkelemeye bile çalıştı." dedi. Sonra saat altıdan beri açık olan arka kapıdan içeri girmiş, boylu boyunca mutfağa yığılıp kalmıştı." 

not: Nedir bu yazı türünün amacı derseniz: İşte burada.