-Doğum günüm için mi? Gerçekten mi?
- Evet, niye bu kadar şaşırdın?
- Bilmem, beklemiyordum, güzelmiş nerden aldın?
- Almadım, yaptırdım. Kolyeydi normalde onlar küpe yaptırdım.
- Sedefi severim, teşekkür ederim.
O düğün gününden çok öncelerde bir zamandı. İki küçük sedef kuşu elimde tutuyor, nasıl yapılmış olabileceklerini anlamaya çalışıyordum. Kolye hallerini sanki görmüştüm ama tam da hatırlamıyordum. Ç, kanepede oturmuş gülümsüyordu. Siyah lekeli tarafları içe gelecek şekilde sallamalı kulplara monte edilmiş, sedeften iki küçük kuş. Bu sahneyi düşündükçe ilerki zamanlarda, çok ileri zamanlarda aklımda kalan şeyi karıştırıyordum; yaptım mı demişti yaptırdım mı? Ne demişti, yaptırmış mıydı, yapmış mıydı? Bazen böyle beynini yiyebilir insan. Neydi? Hatırlamanın hiç bir öneminin olmadığı, ne gelecekte ne de şimdiki zamanda hiç bir şeyi değiştirmeyecek bir detayı böyle günlerce düşünebiliyordu insan, insan işte bunları yaşayarak öğreniyordu... Düşünüyor düşünüyor, yok hatırlamıyordum. Biri düşmüştü kulağımdan dört beş yıl sonraları, ya da çok daha sonraları, yaptırmayı hiç düşünmedim aynısından, tek takıyordum, tek bir kuşu kulağımda taşımayı seviyordum. Belki on yıldır da takmaz olmuştum. Bazen elime alır bakar ama takmazdım.
Bu görüntüyü neden unutmadığımı düşünüyordum bir de ki unutan, çok unutkan bir insanımdır. Küpeler? İz? Neydi, neyin iziydi, o gün hep başka bir şey olmuş olabileceğini, benim o olanı unutmak için ya da unutmuş olduğumdan küpelere takıldığımı düşünürüm. Yoksa nedir, küpe işte...
Bir keresinde de bir bilmecenin cevabını düşünmüştüm; hani şu kral üç vezirinin başına şapkalar yerleştirmiş ve sormuş: Başınızın üzerindeki şapkanın rengi nedir?
Daire şeklinde birbirine bakan üç vezir birbirlerinin başını görüyor ama kendi başlarındaki şapkayı göremiyor. Kralın elinde üç kırmızı iki beyaz beş şapka olduğunu da biliyorlar. Önce hangi vezir kendi başındaki şapkanın rengini bilirse kralın kızıyla evlenecekmiş.
Bu arada yeri gelmişken bu kralların tüm kızlarının uğruna hep en olmaz şeyler yapılabilecek, feda edilebilecek kadar güzel ya da ulaşılmaya çalışılır olmasından ötürü kınıyorum ben bu masal dünyasını. İktidarın hep "en" olmasının " öteki" ile uzaklığı artırma çabası değil de nedir bu! Yapmayın bunu çocuklara...
Cihan, Ç, birileri daha kalabalık bir caddede yürüyorduk, zaman kimbilir ne zaman, ama düğün gecesinden önceki bir zaman, biri sormuştu ortaya bu bilmeceyi. Ben bilmiştim. Ç; "Hadi canım sen bunu bilemezsin, kesin önceden biliyorsun" demişti. Israrla bilmediğimi söylemiş, çözdüğümü iddia etmiştim. Bu sefer de şaşırmıştı Ç, "Nasıl bildin, bravo" demişti.
Evet, cevabı biliyordum önceden, bunu daha sonraları da hiç söylemedim O'na. Ç, "bilemezsin" dedikçe gıcık oluyordum. Düşünsem bulurdum ya da bulamazdım bilmiyorum. Strateji oyunlarına aklımın hiç ermediğini o zamanlar o kadar iyi bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Bir sonraki hamleyi karşımdakinin hamlesine göre düşünüp, tüm kombinasyonları bulup, en yapamayacağı ya da benim en baş edebileceğim hamleye göre hamle yapmayı hiç beceremedim o yüzden de hep dümdüzümdür, bodoslamayımdır... Ve bu iyi bir kişilik özelliği, iyi bir şey gibi okunsa da ilk bakışta; değildir. Düşünmeli insan, hep düşünerek yürümeli... Bazen çevremdeki bazı arkadaşlarımın; "Öyle düşünmesen öyle yapmazsın" gibi gibi cümlelerine gülümserim ben. Beni iyi tanıyanlar da gülümser. "Kesin bir şey düşünmemiştir O, öylece gitmiştir, öylece kalmıştır, sadece durmuştur..." derler.
İşte, zekâmın kanıtı buymuş gibi şaşırmasına, bilemezsin tavrına sinir oluyordum.
Bazende acaba öyle değil miydi o gün diyorum sanki başka olmuş gibi geliyor; Sanki bilmeceyi Ç bilmiş, ben bir türlü anlamamıştım mantığını. Ç 'de benim bir türlü anlayamıyor olmama sinirleniyordu... Ben de O' nun bana sinirlenmesine sinirleniyordum işte yine aynı sebepten. Değildim işte, öyle zeki çok akıllı bir kadın değildim ben...
Yine de güleç, gülünen bir gündü o gün... Birlikte öldürülen nadir zamanlardan biriydi. Kırmızı güderi kalın bir mont vardı benim üzerimde, uzun yıllar giyeceğim bir mont, siyah deri bir mont olmalıydı Ç'nin üzerinde.
Yaklaşık beş yıl sonra aynı caddenin aynı en kalabalık köşesinde ama henüz kimsenin penceresini açıp dışardan bakmadığı, henüz perdesini aralamadığı, güneşin henüz ısıtmadığı ama aydınlattığı bir vakitte; düğün gecesinden çok sonraları bir zamanda "Gelme artık giderim ben" diyecektim..."Garanticisin sen, herşeyin garanti olmasını istiyorsun." diyecekti. "Belki" diyecektim. Belki...
- Evet, niye bu kadar şaşırdın?
- Bilmem, beklemiyordum, güzelmiş nerden aldın?
- Almadım, yaptırdım. Kolyeydi normalde onlar küpe yaptırdım.
- Sedefi severim, teşekkür ederim.
O düğün gününden çok öncelerde bir zamandı. İki küçük sedef kuşu elimde tutuyor, nasıl yapılmış olabileceklerini anlamaya çalışıyordum. Kolye hallerini sanki görmüştüm ama tam da hatırlamıyordum. Ç, kanepede oturmuş gülümsüyordu. Siyah lekeli tarafları içe gelecek şekilde sallamalı kulplara monte edilmiş, sedeften iki küçük kuş. Bu sahneyi düşündükçe ilerki zamanlarda, çok ileri zamanlarda aklımda kalan şeyi karıştırıyordum; yaptım mı demişti yaptırdım mı? Ne demişti, yaptırmış mıydı, yapmış mıydı? Bazen böyle beynini yiyebilir insan. Neydi? Hatırlamanın hiç bir öneminin olmadığı, ne gelecekte ne de şimdiki zamanda hiç bir şeyi değiştirmeyecek bir detayı böyle günlerce düşünebiliyordu insan, insan işte bunları yaşayarak öğreniyordu... Düşünüyor düşünüyor, yok hatırlamıyordum. Biri düşmüştü kulağımdan dört beş yıl sonraları, ya da çok daha sonraları, yaptırmayı hiç düşünmedim aynısından, tek takıyordum, tek bir kuşu kulağımda taşımayı seviyordum. Belki on yıldır da takmaz olmuştum. Bazen elime alır bakar ama takmazdım.
Bu görüntüyü neden unutmadığımı düşünüyordum bir de ki unutan, çok unutkan bir insanımdır. Küpeler? İz? Neydi, neyin iziydi, o gün hep başka bir şey olmuş olabileceğini, benim o olanı unutmak için ya da unutmuş olduğumdan küpelere takıldığımı düşünürüm. Yoksa nedir, küpe işte...
Bir keresinde de bir bilmecenin cevabını düşünmüştüm; hani şu kral üç vezirinin başına şapkalar yerleştirmiş ve sormuş: Başınızın üzerindeki şapkanın rengi nedir?
Daire şeklinde birbirine bakan üç vezir birbirlerinin başını görüyor ama kendi başlarındaki şapkayı göremiyor. Kralın elinde üç kırmızı iki beyaz beş şapka olduğunu da biliyorlar. Önce hangi vezir kendi başındaki şapkanın rengini bilirse kralın kızıyla evlenecekmiş.
Bu arada yeri gelmişken bu kralların tüm kızlarının uğruna hep en olmaz şeyler yapılabilecek, feda edilebilecek kadar güzel ya da ulaşılmaya çalışılır olmasından ötürü kınıyorum ben bu masal dünyasını. İktidarın hep "en" olmasının " öteki" ile uzaklığı artırma çabası değil de nedir bu! Yapmayın bunu çocuklara...
Cihan, Ç, birileri daha kalabalık bir caddede yürüyorduk, zaman kimbilir ne zaman, ama düğün gecesinden önceki bir zaman, biri sormuştu ortaya bu bilmeceyi. Ben bilmiştim. Ç; "Hadi canım sen bunu bilemezsin, kesin önceden biliyorsun" demişti. Israrla bilmediğimi söylemiş, çözdüğümü iddia etmiştim. Bu sefer de şaşırmıştı Ç, "Nasıl bildin, bravo" demişti.
Evet, cevabı biliyordum önceden, bunu daha sonraları da hiç söylemedim O'na. Ç, "bilemezsin" dedikçe gıcık oluyordum. Düşünsem bulurdum ya da bulamazdım bilmiyorum. Strateji oyunlarına aklımın hiç ermediğini o zamanlar o kadar iyi bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Bir sonraki hamleyi karşımdakinin hamlesine göre düşünüp, tüm kombinasyonları bulup, en yapamayacağı ya da benim en baş edebileceğim hamleye göre hamle yapmayı hiç beceremedim o yüzden de hep dümdüzümdür, bodoslamayımdır... Ve bu iyi bir kişilik özelliği, iyi bir şey gibi okunsa da ilk bakışta; değildir. Düşünmeli insan, hep düşünerek yürümeli... Bazen çevremdeki bazı arkadaşlarımın; "Öyle düşünmesen öyle yapmazsın" gibi gibi cümlelerine gülümserim ben. Beni iyi tanıyanlar da gülümser. "Kesin bir şey düşünmemiştir O, öylece gitmiştir, öylece kalmıştır, sadece durmuştur..." derler.
İşte, zekâmın kanıtı buymuş gibi şaşırmasına, bilemezsin tavrına sinir oluyordum.
Bazende acaba öyle değil miydi o gün diyorum sanki başka olmuş gibi geliyor; Sanki bilmeceyi Ç bilmiş, ben bir türlü anlamamıştım mantığını. Ç 'de benim bir türlü anlayamıyor olmama sinirleniyordu... Ben de O' nun bana sinirlenmesine sinirleniyordum işte yine aynı sebepten. Değildim işte, öyle zeki çok akıllı bir kadın değildim ben...
Yine de güleç, gülünen bir gündü o gün... Birlikte öldürülen nadir zamanlardan biriydi. Kırmızı güderi kalın bir mont vardı benim üzerimde, uzun yıllar giyeceğim bir mont, siyah deri bir mont olmalıydı Ç'nin üzerinde.
Yaklaşık beş yıl sonra aynı caddenin aynı en kalabalık köşesinde ama henüz kimsenin penceresini açıp dışardan bakmadığı, henüz perdesini aralamadığı, güneşin henüz ısıtmadığı ama aydınlattığı bir vakitte; düğün gecesinden çok sonraları bir zamanda "Gelme artık giderim ben" diyecektim..."Garanticisin sen, herşeyin garanti olmasını istiyorsun." diyecekti. "Belki" diyecektim. Belki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder