Mayıs 7'si şenliklerinden biriydi. Neden, ne zaman yapılırdı bu şenlikler hatırlamıyorum. Mayısın 7'sinde yapılmazdı, hıdrellez de değildi, denizcilik ve kabotaj bayramı da. Belki bölgeye özgü kutlamalardı, ama bu tarih civarında bir zamanda yapılırdı.Adı da buydu; Mayıs 7'si.
Hep beraber deniz kıyısına inerdik. Takalar kıyıya halk takalara dolardı. Çocuklar bayramlıklarını giyer, kadınlar süslenir, adamlar ütülü gömlekleri ve taralı saçları ile kalabalıklar halinde dolaşılırdı. Türlü çeşit seyyar satıcılar etrafı doldurur, lunaparklar kalabalıklaşır, çimenler çöplenir, kokular çoğalırdı. Amaç daha çok denizde takalarla dolaşmaktı, yer bulmak için sıra beklenirdi. Her yer tatil olur, kimse çalışmazdı. Evlenmek isteyen, çocuk isteyen, bir de böyle isteyelim denilen her bir şey için denize inilir, yedi dalgadan atlanırdı. Kıyıda duracaksın, dalgayı bekleyeceksin, gelince atlayacaksın ve bunu yedi kere yapacaksın. Öyle demeyin; hırçın, aceleci, sabrı anca Sabri ismi ile anan çoğu Karadenizli için hiç kolay değildir. Ne kadar köy, kasaba, yayla insanı varsa şehrin deniz kıyısına inerdi kısaca. Hadi, üşenmedim sordum "Ana Britanicca" ya, işte; tarih karışıklığının ve geleneğin açıklaması: mayıs yedisi
Kaç kez katıldım bilmiyorum, birini hatırlıyorum yalınız.
Kordonda yürüyoruz. Kalabalık, gürültülü, hava güneşli. Annem, babam, ben. Ben babamın bir tarafındayım, annem bir tarafında. Pamuk şekercisi görüyorum, istiyorum. Aralarında bir şeyler konuşuyorlar. O arada mı, sonramı, öncemi bilmiyorum babamın yüzüğünün satıldığını anımsıyorum. Alyansı değil. Kalın, üzerinde bir işaret olan büyükçe bir yüzük. Kızılmaskenin kafatası işareti olan yüzüğü gibi bir şey. Ama üzerinde kafatası değilde, ya üç hilal ya da Atatürk resmi rölyefi olan altından bir yüzük. İlk iflas ettiği zamanlar olmalıydı. Yüzük satıldığı için bana pembe pamuk şekeri alındığını konuşmalardan hatırlıyorum tek. Pamuk şekerimi yerken "elimi tutsana baba" diyorum. İşaret parmağını uzatıyor. Tombul, beyaz, ekmek hamuruna benzeyen elinin işaret parmağını. " Al, bunu tut bakalım" dediğini anımsıyorum.
Ne kadar zayıf olursam olayım, benimde ellerim tombul görünümdedir. Pamuk gibi sade beyaz, zarif görünmez, ekmek hamuru gibi boğum boğum çabuk esmere çalan bir beyazlıkta. Babamın ellerine benzer ellerim.
Hayır, o gün bana pamuk şekeri almak için yüzüğünü satmana müteşekkir değilim baba. Olmayacağım da. O yüzüğü hiç sevmezdim zaten. Ben, o gün bana elini uzatmadığın için hiç affetmedim seni. Sağ elimde pamuk şekerim sol elim havada, parmağına bakakaldığımı unutmadım, ve öyle dedin diye tutmak zorunda kaldığım için, ne seni ne kendimi affettim. Senden başka insanlara sordum: "elimi tutsana?" Bana soranlar da oldu: "elimi tutar mısın?" Haftalar, aylar, belki yıllar geçti inceledim ellerini. Soranlara da şöyle derdim: " ya tutamazsan elimi, ya bırakırsan, ya gevşerse parmakların?" Sana inat böyle, korkuyormuş gibi yapıyordum. Öyle sansınlar istiyordum ki benim onların ellerini incelediğimi, anladığım an farkı vazgeçeceğimi anlamasınlar... Kimsenin elinin öyle tombul, ekmek hamuru gibi olmadığını anladığımda bıraktım. Bilemezsin nasıl seviniyordum yeni bir el bulduğumda. Budur, budur muhtemelen dediğimde. Haftalar, aylar, yıllar geçiyor inceliyorum bakıyorum, ölçüyorum, biçiyorum yine hüsran. Senin yüzünden kaç el neye benzemediğini, ne "olmadığını" kaç günlerce düşündü kim bilir... Haklıydılar. Hiç biri Mayıs 7'sinde pamuk şekeri yiyen ve babasının parmağını tutarak yürüyen bir çocuk görmemişti çünkü.
Evet, öfke doluyum hala, hala iki elim iki yakandadır, ama artık... artık affetmek istiyorum seni. Yeni bir ele rastladığımda ne sevinmek, ne ölçüp biçmek istiyorum. Sadece arayacak başka bir "el" olmadığını bilmek istiyorum... Bağışlamıyorum henüz, ama ... bağışlamayı diliyorum...
Hep beraber deniz kıyısına inerdik. Takalar kıyıya halk takalara dolardı. Çocuklar bayramlıklarını giyer, kadınlar süslenir, adamlar ütülü gömlekleri ve taralı saçları ile kalabalıklar halinde dolaşılırdı. Türlü çeşit seyyar satıcılar etrafı doldurur, lunaparklar kalabalıklaşır, çimenler çöplenir, kokular çoğalırdı. Amaç daha çok denizde takalarla dolaşmaktı, yer bulmak için sıra beklenirdi. Her yer tatil olur, kimse çalışmazdı. Evlenmek isteyen, çocuk isteyen, bir de böyle isteyelim denilen her bir şey için denize inilir, yedi dalgadan atlanırdı. Kıyıda duracaksın, dalgayı bekleyeceksin, gelince atlayacaksın ve bunu yedi kere yapacaksın. Öyle demeyin; hırçın, aceleci, sabrı anca Sabri ismi ile anan çoğu Karadenizli için hiç kolay değildir. Ne kadar köy, kasaba, yayla insanı varsa şehrin deniz kıyısına inerdi kısaca. Hadi, üşenmedim sordum "Ana Britanicca" ya, işte; tarih karışıklığının ve geleneğin açıklaması: mayıs yedisi
Kaç kez katıldım bilmiyorum, birini hatırlıyorum yalınız.
Kordonda yürüyoruz. Kalabalık, gürültülü, hava güneşli. Annem, babam, ben. Ben babamın bir tarafındayım, annem bir tarafında. Pamuk şekercisi görüyorum, istiyorum. Aralarında bir şeyler konuşuyorlar. O arada mı, sonramı, öncemi bilmiyorum babamın yüzüğünün satıldığını anımsıyorum. Alyansı değil. Kalın, üzerinde bir işaret olan büyükçe bir yüzük. Kızılmaskenin kafatası işareti olan yüzüğü gibi bir şey. Ama üzerinde kafatası değilde, ya üç hilal ya da Atatürk resmi rölyefi olan altından bir yüzük. İlk iflas ettiği zamanlar olmalıydı. Yüzük satıldığı için bana pembe pamuk şekeri alındığını konuşmalardan hatırlıyorum tek. Pamuk şekerimi yerken "elimi tutsana baba" diyorum. İşaret parmağını uzatıyor. Tombul, beyaz, ekmek hamuruna benzeyen elinin işaret parmağını. " Al, bunu tut bakalım" dediğini anımsıyorum.
Ne kadar zayıf olursam olayım, benimde ellerim tombul görünümdedir. Pamuk gibi sade beyaz, zarif görünmez, ekmek hamuru gibi boğum boğum çabuk esmere çalan bir beyazlıkta. Babamın ellerine benzer ellerim.
Hayır, o gün bana pamuk şekeri almak için yüzüğünü satmana müteşekkir değilim baba. Olmayacağım da. O yüzüğü hiç sevmezdim zaten. Ben, o gün bana elini uzatmadığın için hiç affetmedim seni. Sağ elimde pamuk şekerim sol elim havada, parmağına bakakaldığımı unutmadım, ve öyle dedin diye tutmak zorunda kaldığım için, ne seni ne kendimi affettim. Senden başka insanlara sordum: "elimi tutsana?" Bana soranlar da oldu: "elimi tutar mısın?" Haftalar, aylar, belki yıllar geçti inceledim ellerini. Soranlara da şöyle derdim: " ya tutamazsan elimi, ya bırakırsan, ya gevşerse parmakların?" Sana inat böyle, korkuyormuş gibi yapıyordum. Öyle sansınlar istiyordum ki benim onların ellerini incelediğimi, anladığım an farkı vazgeçeceğimi anlamasınlar... Kimsenin elinin öyle tombul, ekmek hamuru gibi olmadığını anladığımda bıraktım. Bilemezsin nasıl seviniyordum yeni bir el bulduğumda. Budur, budur muhtemelen dediğimde. Haftalar, aylar, yıllar geçiyor inceliyorum bakıyorum, ölçüyorum, biçiyorum yine hüsran. Senin yüzünden kaç el neye benzemediğini, ne "olmadığını" kaç günlerce düşündü kim bilir... Haklıydılar. Hiç biri Mayıs 7'sinde pamuk şekeri yiyen ve babasının parmağını tutarak yürüyen bir çocuk görmemişti çünkü.
Evet, öfke doluyum hala, hala iki elim iki yakandadır, ama artık... artık affetmek istiyorum seni. Yeni bir ele rastladığımda ne sevinmek, ne ölçüp biçmek istiyorum. Sadece arayacak başka bir "el" olmadığını bilmek istiyorum... Bağışlamıyorum henüz, ama ... bağışlamayı diliyorum...
Evet mayıs 7'si denir, anlattığın gibi, benim de hatıramda bu gün.. Ama çok az şey hatırlıyorum, en net olanı annem ve biz 2 kızkardeş ne kadar yalnız ne kadar mahsun olduğumuz, şenlikte bile üzgün gözlerimiz, denizin maviliğine dalıp uzaklara bakışımız... Babamızın olmayışı, eksik, kopuk olan elimiz...
YanıtlaSilO yaşlarda çok önemli o tutulan el! Seni çok iyi anlıyorum arkadaşım...Ama bilseydiki baban seni bu kadar üzecek bu yaşına kadar unutmayacaksın, mutlaka tutatrdı o sıcak minik eli...
Canım... Cancağızım...
SilKimbilir belki, bilseydi, belki...
Senin hatıran ise; bilmiyorum ki güzel arkadaşım, hangisi kim için nasıl olurdu. Tek gerçek; olmuş olan ve şu anda bize kalmış olan...
Gülümse sedacım:) yakışıyor sana...