09 Mayıs 2010

Yol Soruları 1 ...

..."Gitmek", "Yolda olmak"... Kentler geçmek, kasabaları, köyleri geçmek, dağlar geçmek...Ahh o dağlar...dağların arasında gitmeli insan nereye gidecekse, yeşil, en yeşil dorukları görmeli, birbirinin ardından yükselen, alçalan, birbirini öteleyen, kıskanan, kıskandıran, yer vermeyen, zirvesinden geçilemeyen, masallarını saklayan, anka kuşlarını besleyen, insanın bilmediği kuytuları olan, peri kızlarının oynaştığı, yaşam pınarlarının aktığı dağlardan gitmeli insan nereye gidecekse...
Dağlardan gitmeli ve denizlere varmalı...yeşilden sonra görmeli maviyi...Doruk ormanlarının yeşilinden sonra, koyu derin mavileri görmeli...

İnsan niye en çok dağları özler ? İnsan niye, denize bakınca sonunu, dağlara bakınca içini görmeye çalışır ?

Dağlarda doğmamış olmak...Güneşle gözünü kapatıp, güneşle açmamak, yeşil, kırmızı, sarı çayırlarda doğmamış olmak ne büyük bir talihsizlik olurdu...Çimenleri yeşil sanmak ne büyük bir yanılgıdır. İçinde gelincikleri, papatyaları, aslan ağızlarını, sümbülleri, nergizleri ve en çok beyaz zambakları olan çayırlar yeşil değildirler...En çok sarıdır, kırmızıdır, mavidir...Sabahları gözün gördüğü ilk şeyin çayırlar olması, aslan ağızları olması, uzun otlar olması, kuruyan balyalar olması ve Beyaz Rüzgar...Kır aygırın gözleri birde...Ahh elinizi de şekerle birlikte yiyecek sandığınız ama hiç yemediği...Hiç şekerle eli karıştırabilir mi bir at ! Şekeri bitirince daha bir sokulan, başını kolunuza, omzunuza dayayan, öbür elinize bakan, daha daha diye kocaman gözlerini gözlerinize diken beyaz rüzgar...Bir atın ipini boynundan alınca koştuğu hızı görmemiş olmak ne büyük bir talihsizlik olurdu...Bir mandanın doğurma anını, yavrusunun süt emmesini seyretmemiş olmak, bir at sürüsünün ortasında kalmamak, sizi gördüklerinde direkt göğsünüzü hedefleyen bir kangalın başını okşamamış olmak, yüz adetlik bir koyun sürüsünü üç havlamayla ağıla sokabilen bir kangalı tek çığlıkla yanınızda olmasını sağlamamış olmak, bir kuzunun annesinin peşinden gitme telaşını...ve bir adam, ela gözlü, iri, beyaz saçlı, güneş tenli bir adam, Beyaz Rüzgar ve siz...uçmamış olmak böyle  doruk dağlarından aşağı ne büyük bir talihsizlik olurdu...

Ölüler nereye gider ? Nerde bulunurlar sonra ? Bulunurlar mı?
Ölüler nerede yaşar ?

"Yolda" hız savaşlarını anlamak zor! Arkanıza yapışan, yolumdan çekil diyen savaşçıları.
Herkes ne kadar emin seçtiği yoldan ! 
Yaşam "gitmektir", "varmak" değil ki...Yaşamanın kendisi doğal bir çürüme değil mi zaten ? Her an ve her an çürümüyor muyuz ? Nereye bu varış ?

İnsan bir kentte geçici olduğunu bilirse, herşey geçici oluyor, valizler tam açılmıyor, ihtiyaçlar üstten üstten alınıyor, en aciller en önce yapılıyor, konuşulacaklar hemen konuşuluyor, görülecekler bir an önce görülülüyor, zamanının ucunu görüyorsa insan herşeyi "şimdi" yaşamak istiyor...

Yaşamak neden böyle olmuyor ? Yaşamak neden herşey sabitmiş, sonsuz bir anmış gibi, hep sonra sonra sonra...Üstelik bilmediğimiz, ama geçici kentlerde bildiğimizden daha yakınsa zamanın ucu ? Neden ?
...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder