Böyle düşündüm kitabı okurken çoğunluk. Böyle kurdum kendimi bitirdiğimde de.
İki bölümden oluşuyor kitap. Birbirleri ile konusal bir bağları yok. Tamamlamıyor veya bir olayı iki farklı taraftan anlatmıyor. Birbirlerine değiyorlar. Sanki ne kadar başka başka kitaplar okunursa okunsun bir şeylerin, bazı şeylerin hep aynı olduğu gibi, bunu anlatıyor kitap.
Masallar bende hep mucizevi duygular uyandırmıştır... Şimdilerde çizgi filmlerde aynı hisse kapılıyorum, aynı derece de hayranlık, hayret ve çocuk sevinci... Kitap, masalların gerçekliği ve hayatın masallardan daha şaşırtıcı olabilmesi ile ilgili en çok bana göre. En çok da insanların masalları "kurgu, düzmece" diyerek elinin tersi ile iterken hayata hiç şaşırmadan gözlerini dikip, sarılması ile ilgili...
Bu, bayıldığım "büyülü gerçeklik" akımına güzel bir örnek yine. Sinema da çok örneği vardır; The House Of Spirits mesela, gerçeklik ve gerçek dışılığın aynı zaman diliminde olduğu ve diğerinin ötekine şaşırmadığı harika bir film. Magnolia ise tamamen iletişimsizlik, birbirimize değmememiz ve hayatta olan bitene hiç şaşırmadan, etkilenmeden yürüyüp gitmemizle ilgili. Filmin finalinde gökten kurbağa yağar. Ben ağzım açık bakakalmıştım, gökten kurbağa yağıyor ve kahramanız sadece silecekleri çalıştırıyordu. Tıpkı gerçekte kirpiklerimizi kırpıştırmamız gibi gördüklerimiz karşısında. Ben hep buna şaşırdım. Ölene kadar da buna şaşıracağım. Bu şaşkınlıktan kurtulup yaşamı kabullendiğim zaman çoktan yaşlanmış olacağımı da biliyorum.
Ölüm. İnsan zamanda ilerledikçe önden gidenlerin cenazeleri ile karşılaşmaya başlıyor. Hele hele arkasından gelenlerin kendinden önce düşeceğini hiç aklına getirmiyor. Kitap güzel anlatmış; "Aklımızı yitirinceye kadar uzun yaşama güvencemiz Süha'nın (çocuk) ölümüyle suya düşmüştü." ( s.,27) Yaşamın anlamsızlığının en büyük kanıtı ölüm, yaşamın layığıyla yaşanmasının da en önemli göstergesi. İnsan, geçmişinde var olmuş insanların birden, aniden kaybolmasıyla geleceğinde aynı imgelerin yerine neyi koyacağını düşünür uzun bir vakit. Sonra ya boşlukla yaşamayı öğrenir ya da boşluk bir imgeye dönüşür, öyle kalır. Böyle bakıldığında yine kendine üzülür insan. "Ben ne yapacağım şimdi?..." Ölümün ölenle bir işi yoktur velhasıl...
"Söyle o zaman, başkalarının geçmişindeki yerin neydi ?" ( s.,199) Anılarımız dediğimiz; kendimizi içinde gördüğümüz görüntülerimiz. O görüntülerin şimdiki zamana karışmış eklentileri ile yeniden oluşturduklarımız belki...Zamanla o görüntüden sildiklerimiz ; tıpkı eskiyen telefon defterini yeni defterin sayfalarına taşırken bazı arkadaşların adını yazmamamız gibi artık. Hiç bilemeyiz başkalarının geçmişinden ne zaman silindiğimizi...
Bir çok tanıma, tespite bayıldım. Biri,; " Görünmek... Görünmeye doyamıyordu bir türlü. Başkaları bakmayınca varoluşunu gerçekleştiremiyordu." s.,315 İnsanlığın en büyük yanılgılarından, zaaflarından biridir bana göre bu. Görünmek, belirgin olmak, fark edilmek, tanınmak, ortada olmak, tepede olmak, iktidar olmak ve orada kalmak insan olabilmenin önüne geçiyor çoğunluk. Aynalarda değil, kendini bir diğer insanda gördüğünde, diğeri tarafından görüldüğünü bildiğinde ancak tamamlanmış hissediyor kendini insan. Katillerin kendilerini yakalatmaya çalışmasının nedeni budur. Göz göze gelme çabalarımız bundandır. Gör beni...
Diğeri ; "algılamadan adlandırma " kavramıydı. Günümüz dünyası o kadar hızlandı ki ; değil algılama içselleştirme, kendimizce adlandırmaya bile vaktimiz yok. Başkalarının koyduğu isimleri kendi başımıza gelenlere etiketliyor ve yaşamaya devam ediyoruz onlara bizim diyerek. Daha ne olduğu kavranmamış onlarca muhteşem "aşk" üç ay sonra bitince, günümüz aşklarının öldüğü sanılıyor. Aşk kabahatli oluyor bir de.
Böyle böyle şeyler " Yere Düşen Dualar"...
Ben şahsen sayın Sema Kaygusuz'a teşekkür etmek isterim. Yazana da okutana da teşekkür etmeli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder