12 Ağustos 2018

Melankolik

Sağda solda "Hasan Emmi fazla yaşamaz," denilmeye başlayalı bir kaç ay oldu olmadı, öyle de oldu. Hasan Emminin cenazesi bir sabah bir fındık ocağının dibinde bulundu. Sabah namazı camiden sonra evine doğru gelirken düşüp kaldığına kesin gözüyle bakıldı her iki köy kahvesinde de. Sağlık ocağının genç ve dolayısıyla hevesli doktoru inanmadı, hastaneye götürmek istedi ama hemşireler izin vermedi. "Bırak", dediler. "Adamcağız huzurla ölmüş, şimdi kesilmesine sebep olursan orasının burasının, senin pek huzurun kalmaz burda." "Üzgünüm, üzüntüden çok ağır bir hüzün, melankoli gibi," diyormuş halini vaktini soranlara Hasan Emmi son zamanlarda. Üzgün deyince biraz aşağı yukarı sallıyorlarmış kafalarını, fakat melankoli demesinden pek de bir şey anlamıyorlarmış. Melankoli, ne ola ki? diyen de pek çıkmamış. Yani öyle kahve masasında konuşulan bir halsiz vakitsizliği yokmuş Hasan Emminin aslına bakarsanız. Öğle namazından sonra kaldırılan cenazesinde olağan bir kalabalıklık vardı. Uzaktan gelen gideni de vardı, yaşıtları, bilen seven köyün gençleri de. Gömüldüğünün yedinci günü okunan kurandan sonra öteberisini toplamaya yaylaya çıktılar. Hevesli doktor Nejat da onlarla gitti. Önüne duran hemşireleri dinlese de, Hasan Emminin öyle kolay kalbi duracak bir adam olmadığını düşünüp durmuştu. Yaylaya varır varmaz konu komşu evinde sağı solu derler toplarken, doktor etrafı kolaçan etmek üzere aşağı, dere boyunca bir yürüyüşe çıktı. Görüş mesafesinde yarı yanmış baraka benzeri bir yer görünüyordu. Yaklaştıkça yanmış bir çadır, bir kaç kırık sandalye, etrafa yayılmış cam ve plastik parçaları gördü. Çadırın dibine gelmişti ki hemen dereye düşecek gibi oturmuş, ellerini ve ayaklarını suya sokmuş genç bir kadın gördü. Genç kadın derenin sesine karıştıkça daha da zor duyulur sesle bir şarkı mırıldanıyordu. "hüzün zaman zam... deli dalga... gibi ... vurur...", gibi bir şeydi sanki. "Öldü mü", dedi. Şarkıya dalmış olan doktor bir an korktu bile, durdu, "kim, kim öldü mü?" "Hasan emmi, ölmedi mi daha. Çok yaşamazsın sen diyorduk biz ona geçen ay aşağı inerken." "Öldü, dün, evini boşaltmaya geldi yeğenleri," dedi doktor. Sakindi. İki at arabası yolu genişliğinde yoktu dere. Uzaktan bakıldığında düz görünsede bir kaç metrede bir dönüyor, kimi sudan fışkırmış kimi suyun altında kalan taşların kenarlarından kırmızı benekli balıklar geçiyordu. Ucu bucağı görünmüyordu. Genç kadın kafasını kaldırsa doktorun şaşkın yüzüyle sakin sesinin ne kadar tezat olduğunu görebilirdi. O, çadıra, suya ve ayaklarına bakıyordu. Sormadan edemedi doktor, "Neden öyle dediniz, Hasan Emmi için? Ben köyün doktoruyum, Nejat, bana tuhaf geldi kalbinin durması, iyiydi son muayene ettiğimde çünkü." Maviyle yeşil arasında gözleri vardı kadının. Saçlarının sarı olduğu sanılabilirdi. Kırmızıya çalan baş örtüsüyle beyaz yüzü renkleniyordu. Yirmi beşlerinde ya var ya yoktu, zayıfcanaydı, güzeldi. Çadırdan arta kalan parçalara doğru çevirdi yüzünü, elini uzattı.

"Daha, aunların yüzünden durmuştur kalbi. Yorgun bir kalbin kaldıracağı şeyler değil olup bitenler son yıllarda.(bknz) Daha bıldır dozerle geldiler, Hasan Emmi önlerine durduydu. Bu sene çadır kurdular güya ama yine de bütün çerlerini çöplerini oraya buraya bırakıp durdular böyle! Her gün topluyorduk, ben, nenem, Hasan Emmi, yine de iki kuzuyla bir palağın ağzının kanamasını durduramadık bir gece de Hasan Emmi ağlaya ağlaya yürüdü aha bu dere boyunca. Öyle öyle getti geldi ay batana kadar. İnekler camışlar biliyor da yavruları bilemiyor camları, dillerine dolanıveriyor. Bir de bir pişkinler ki! İşte en son Hasan Emmi ona çok üzüldü... Vay efendim, izinleri varmış, vay efendim vergi mi ne bilmem ne ödemişlermiş. Nenem elli yıldır her yaz buraya gelir, onla beraber inekler, koyunlar, tavuklar, köpekler gelir. Bu çiçekler, bu dere, bu çimenler, şu kuşlar, Hasan Emminin ot bağlakları, yeşil soğanları, her sabah kokladığı yayla çiçekleri ne zamandır onların olmuş da iznini vermişler, anlamıyor nenem. Hasan Emmi de anlamadı. Bir kaç yıldır ellerinde tuhaf plastik çubuklarla bizim sıraca mantarları gibi arka arkaya dizili insanlar yürüyor şu tepelerden. Yürüyorlar, bazen geceleri uyuyorlar, sonra gidiyorlardı. Bir gün sormuş Hasan Emmi birine, neden yürürsün sen buralarda demiş. Gülümsemiş oğlan, aslını istersen biraz melankolik bir durumum var, açılayım, iyi gelir diye bu arkadaşlara takıldım, geldim, geziyoruz, demiş. Nelik nelik?, demiş Hasan Emmi, anlamamış. Yine gülümsemiş oğlan,  çok üzgünüm yani dayı, ama öyle böyle değil, uzun zamandır, hep üzgünüm, demiş. Bize anlatırdı da gülerdik Hasan Emmiyle. Demek bizim yaylalar çok üzgün olanlara iyi geliyor. Öyle çok, uzuncadır üzgün olunca böyle yürümeye geliniyor, demek. O da gülerdi. Nenem de, ben de gülerdik. İyi adamdı Hasan Emmi. Seveni çoktu burada. Ama demişti en son aşağı inmeden; hiç biri bizim ağzı kanayan palaktan daha melankolik, daha haklı olamaz."

Üzgünüm, üzüntüden çok ağır bir hüzün, melankoli gibi. Mırıldanıyordu doktor. Uzaktan çekiç sesleri, kamyon hırıltıları, kepçe gıcırtıları geliyordu. Dağları tepeleri aşıyordu insanlar. Uzaktan sis bastırıyordu. Dağları tepeleri hep aşıyordu insanlar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder