26 Ağustos 2018

Hayat Zamanlamaktan İbarettir: Kurt Totemi

Çin'in kurucusu Mao Zedong'un Küçük Kırmızı Kitap'ından sonra Çin'in en çok okunan kitabı olduğu söyleniyor Lu Jiamin'in (Jiang Rong adıyla tanınıyor) Wolf Totem- Kurt Totemi kitabı. Resmi olarak 2004 yılında basılsa da yaklaşık otuz yıl öncelerinde yasaklı olarak pek çok kez basıldığı biliniyor ve resmi basımına kadar Çin'de yirmi milyondan fazla kişi tarafından okunduğu sanılıyor. 1967'de yazar, bugün de Çin'in kontrolünde olan İç Moğolistanın steplerinde yaşayan göçebe Moğollara Çince öğretmek üzere gönderilmeye gönüllü olur. O tarihlerde bir üniversite öğrencisidir ve iki yıl için gittiği İç Moğolistanda on bir yıl kalır. Orada kaldığı yıllarda moğolları, kurtları, bir kurdu yetiştirme çabalarıyla ona kattıklarının hikayesini anlatıyor Kurt Totemi...

Kendisi kitapla olan ilişkisini şöyle tanımlıyor; "Ben bir özgürlük savaşçısıyım. Çin'in özgürlüğün ruhuna ihtiyacı var ve ben bunu yaratmak istedim. Sanırım kurtların ruhunda özgürlük, bağımsızlık ve rekabet birlikte."  Penguin yayınevinin kitabın İngilizce basım hakları için yüz bin dolar gibi rekor bir fiyat ödemesiyle kitap batı dünyasının dikkatini çekiyor. Bay Lu, ülkesinin insanlarının ekonomik açıdan, sosyal ve sözel başkaldırı açısından zaten birer kurt olduğunu savunuyor, hatta dünyanın geri kalanının onların ekonomik gücünden korktuğunu da ama politik olarak birer koyun olduğunu, hatta yoksul köylülerin sürekli tarımla uğraşmaktan omurgalarının bir koyun gibi olduğunu söyleyerek benzetmeyi somutlaştırıyor. Sanırım kitap Sun Tzu'nun Savaş Sanatı ününe kavuşmak üzere. Çünkü kitapta anlatılan; kurtların liderlik, organizasyon, Moğollarla kurtlar arasındaki rekabet savaşlarının hikayesinin batı lider adaylarınca pek tutulduğu söyleniyormuş.
Ben kitabı filmini izledikten sonra farkettim.
Filmi izleyip bitirdiğimde şöyle dedim: bu hikaye çok daha iyi anlatılabilirdi, daha hikayeyi bile bilmeden. Anlamıştım, yazılı halinde çok daha başka, çok daha derin bir şeyler olmalıydı. Yine de, parçaların eksikliği geçişlerini verebildiği için, yönetmene kızmıyorum. Görünce adını bu hissettiğimi diğer filmlerinde de hissettiğimi hatırladım. Tibet'te Yedi Yıl, Gülün Adı (bu o kadar eksik değildi) filmleri için de bu hikaye daha iyi olabilirdi demişimdir izledikten sonra. Jean-Jacques Annaud yine de görüntülerle kendisini affettirmiş diyebilirim. Sadece görüntüleri için dahi izlemeye değer bir film çünkü. Kurtlar, ahh nasıl güzeller, Moğolistan stepleri, çimenler, gökyüzü, ve uzun uzun dağlar... 

Hikayeyi hangi taraftan dinlerseniz o tarafa inanılması çok muhtemeldir. İnsan şüphe duyabilen bir varlık olsa da doğruyu duyduğuna olan bir ön yargısı her zaman vardır, yoksa yaşam daha da çekilmez olurdu sanırım... Kurtların anlattığı hikayede ceylanları haksız bulabilir mi insan, evet...


Moğollarla kurtların birbirine saygı duyan rekabetlerini, bir mevsim birilerinin kazanıp diper mevsim kazancın diğer tarafa bırakılmasını izliyoruz. Kurtların Moğollara öğrettikleri, onların kurtlara olan ihtiyaçları, binyıllık savaşlarını sevgi asalet içinde geçen zamanını izliyoruz. Ve insanın her zamanki gibi dengeyi bozan tavrını ve bütün suçu yine de kendi üstünden atışını. Böylesine kötü bir ırkın soyunun daha tükenmemesinin umarım iyi bir nedeni vardır.


Wolf Totem
Yönetmen: Jean-Jacques Annaud
Fransa-Çin ortak yapımı, 2015
Oyuncular: Shaofeng Feng, Shawn Dou, Ankhnyam Ragchaa

19 Ağustos 2018

Tanrıdan Gizlenecek Bir Yer: Westworld

"Tamamen özgür olan bir varlık kendi temelindeki dürtüleri sorgulayabilmelidir. Onları değiştirebilmelidir."

Gelecek hakkında kim düşünmez değil mi? Kendi geleceği hakkında düşünmeyen olabilir, carpe diem moduyla yaşamayı ölene kadar güdecek olanlar olabilir, onu demiyorum. Dünyanın geleceği hakkında diyorum. Ne de olsa dünyanın geleceği bizim bugünümüz olacak bir gün. Geçen gün bulaşık yıkarken radyoda iki kişi konuşuyordu: Hawking dahil hemen bir çok bilim insanı merak ediyormuş; neden gelecekten birileri geçmişe, yani bizim bugünkü dünyamıza gelmedi henüz. Öyle ya, gelecekte zamanda yolculuğun mümkün oluyor olacağı varsayılıyor ise neden hala gelmediler? Hawking'in çılgın bilimci paradoksu teorisini hatırladım. Kendisi de kendisine bu soruyu sorup kendi açıklamıştı. Ona göre, geçmişten geleceğe yolculuk mümkün olabilecek fakat gelecekten bugüne olamayacak. Detaylı incelemek isteyenler şuradan bakabilir. Sanırım en azından bugünkü bilinen bilimle, parantezini eklemiştir ama ben de ekleyeyim.


Kimse bana sormaz ama, bana sorarsanız, zamanda yolculuk bizim şimdi algıladığımız, öyle düz bir çizgi üzerinde gidip gelmek gibi bir şey değil. Çünkü zaman öyle bir şey değil... O nedenle de aynı kişinin-kişinin-zamanda yolculuk etmesi diye bir olayımız olmayacak. Geçen hafta, şimdi ölmüş olan bir arkadaşımın evinin önünde durdum uzun uzun penceresine baktım. Oldukça hareketli bir sokaktır. İnsanların kimi bana çarparak kimi sıyırarak geçti gitti. On yirmi yıl önce de pek çok kez aynı noktadan aynı pencereye bakmışımdır biliyorum. On yıl önceyle şimdiki duruşum arasındaki olan-biten şey neydi? Bence o zaman değil. Başka bir şey. Geçmiş diye bir şey yok. O yüzden de yolculuk yapılamaz. Hareket bir kez yapılıyor, olaylar bir kez oluyor ve bitiyor.


Gelecekten gelememek konusundaysa Hawking'in -çok da anlamadığım- teorisine karşılık benim çok daha basit ve anlaşılır teorim şudur; insanlar gelecekten gelmiyorlar çünkü yoklar... Bizim o kadar uzun bir geleceğimiz olmayacak... Ya da zamanda yolculuk teorisiyle uğraşılan bir gelecek evrenimiz olamayacak. Nedenini açıklayayım tabi efenim: Westworld televizyon dizisi son zamanlarda oldukça favori. Onu tutalım bir kenarda. Kod yazma eğitimleri henüz bizim devlet okullarında çok zaman tutmasada batı dünyasında ilkokula kadar indirilmiş ve her çocuğun okuma yazmayla birlikte öğrenmesi zorunlu görülüyor. Ben Westworld dizisini ilk duyduğumda "ay aman banane ben Battle Star Gallactica' mın üzerine gül koklamam," demiştim. Fakat Ramin Djawadi denen "manyak" müziklerine el atarak fikrimi değiştirdi. İzledim.

Hikaye insanımsı robotlar üzerinden, insanın kibrini, dünyaya kazık çakma hırsını, kendinden öte her şeyin önünde olup yok edene kadar durmama ve yaptıklarının dibinin dibini anlatıyor. Hikayeyi anlatmak için yapay zeka olarak adlandırılan, insan türünden ayırt edilmesi neredeyse imkansız insanımsı robotlarla bir dünya kurgulanmış. Kovboy kasabası, japon köyü, ortaçağ kasabası, kızılderili köyleri gibi evrenler yaratılmış. İnsan türü buralara geliyor ve tıpkı Tanrıdan gizlenmiş bir yerdeymiş gibi canı ne isterse onu yapıyor. Bir yer düşünün asla ölmüyorsunuz, acı çekmiyorsunuz, cezalandırılmıyorsunuz. Ve hayal edin neler yapılıyor... Düşünün ki karşınızda robot olduğunu bildiğiniz bir varlık var. Tıpkı insana benziyor, istediğiniz gibi öldürebileceğinizi, işkence edebileceğinizi, günlerce sevişip tecavüz edebileceğinizi biliyorsunuz. Bütün bunlar siz böyle yapabilin diye kurgulanmış. Siz de yapıyorsunuz. Fakat, acı çektiklerini, mutlu olduklarını, hatırladıklarını veya size değer, umut, inanç beslediklerini de biliyorsunuz. Yine de devam ediyorsunuz. Dizinin dayandığı temelin Shakespeare'ın "Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar."deyişinden esinlenildiği söyleniyor.

Westworld dünyasının hayal edilebilmiş olması, yapay zekaların insanlar için neler ifade edebileceğinin çok küçük bir parçası. Fabrikalardaki ağır işlerin tamamını yapabilirler, bütün pis işlerimizi, hamallıklarımızı, hizmetçiliğimizi yapabilirler. Ve sanırım uçurumlardan bizim yerimize sarkıp fotoğrafımızı çekebilirler, ilaçlarımızı deneyebilirler ve en önemlisi onları istediğimiz kişilerin yerine geçirebiliriz. Ölen yakınlarımızın yüzlerini yapay zekalarla canlandırabiliriz. Şimdi hayal edemediğimiz pek çok şeyimiz olabilirler. Bunlar gibi pek çok sebepten sistem bugünün çocuklarını kod yazmaya hazırlıyor. Peki yapacakları her bir hareketin kodlanması mümkün olabilir mi sizce? Olmayacağı bilindiği için yapay zekalar öğrenebilen bir tür olacak. Öğrenebiliyor olmalarıda bizlerle onlar arasında çok olası bir savaş demek olacaktır. Kısacası eğer yapay zekaları istiyorsak onları kendilerini kodlayabilen bir yazılımla yapmak zorundayız. İnsan egosunun bunu tahmin ederek yapay zeka yazılımlarından ve teknolojisinden vazgeçmesini beklemek çok komik olacaktır. İşte bu yüzden bir geleceğimiz olmayacak. "Biz insanlar bir neden yüzünden bu dünyadayız. Üstünlüğümüze meydan okuyan her şeyi öldürüp yok etttik. Üzerinde hakimiyet kuramayacağımız canlı kalmayınca yapay zekalı oyuncaklar geliştirdik." diyor Anthony Hopkins dizide. Bence de öyle olacak.


Westworld dizisi insanın özüne dair farklı farklı şeyler söylüyor. Tanrının bizi kodlamış olma ihtimali oldukça yükseliyor aklımızda. Yani kaderin gerçekliği. Eğer öyle olmasaydı biraz olsun değişmezmiydik bin yıllar boyunca, sormadan edemiyor insan... Sürekli aynı hataları aynı kibir ve ego savaşlarını yapıp duruyoruz. Güdülerimize dair hiç bir şey değişmiyor. Yiyeceğinden fazla bizon öldüren beyaz adamla insanları derisi, inancı ya da ırkından dolayı cezalandırmak isteyen beyaz insanın hırs ve güç istenci aynıdır. En önemli kurgularından biri dizinin insanın ahlâk anlayışına dair yapılan gizli sorgulama. Beni de en çok etkileyen noktası budur. Ahlak anlayışımızın kendi iç kontrolümüzden, kendi insan ahlakımızdan değil, bizi kontrol eden güçlerden geliyor oluşu. Bu Tanrı da olabiliyor, sınav kopyamızı gözetleyen öğretmen de. Kendi kontrolünü sağlamaktan aciz olacağı düşünüldüğü için belki insan özgür değildir ve dış kontrollere muhtaç kılmıştır kendini, kimbilir...


Bir diziden buralara gelinir mi demeyelim. Dünyanın ilk cyborg'ları (insanımsı robot) (organik ve biomekatronik bileşimli varlık) kimlerdir biliyor musunuz? M.S. birinci yüzyılda ayağına nal takılan atlardır. Nallı atların Romalıların elinde dünya tarihini nasıl bir hızla değiştirmiş olduğunu okusanız şaşarsınız. (Bill Bryson-Hemen Her Şeyin Kısa Tarihi). Tıpkı bugünkü bilgisayar teknolojisini yaratan silikon çiplerin henüz 1960'larda keşfedilmiş olmasının hızı gibi. Dizi deyip geçmeyelim efenim. Her şey bir hayalle başlar... 

12 Ağustos 2018

Melankolik

Sağda solda "Hasan Emmi fazla yaşamaz," denilmeye başlayalı bir kaç ay oldu olmadı, öyle de oldu. Hasan Emminin cenazesi bir sabah bir fındık ocağının dibinde bulundu. Sabah namazı camiden sonra evine doğru gelirken düşüp kaldığına kesin gözüyle bakıldı her iki köy kahvesinde de. Sağlık ocağının genç ve dolayısıyla hevesli doktoru inanmadı, hastaneye götürmek istedi ama hemşireler izin vermedi. "Bırak", dediler. "Adamcağız huzurla ölmüş, şimdi kesilmesine sebep olursan orasının burasının, senin pek huzurun kalmaz burda." "Üzgünüm, üzüntüden çok ağır bir hüzün, melankoli gibi," diyormuş halini vaktini soranlara Hasan Emmi son zamanlarda. Üzgün deyince biraz aşağı yukarı sallıyorlarmış kafalarını, fakat melankoli demesinden pek de bir şey anlamıyorlarmış. Melankoli, ne ola ki? diyen de pek çıkmamış. Yani öyle kahve masasında konuşulan bir halsiz vakitsizliği yokmuş Hasan Emminin aslına bakarsanız. Öğle namazından sonra kaldırılan cenazesinde olağan bir kalabalıklık vardı. Uzaktan gelen gideni de vardı, yaşıtları, bilen seven köyün gençleri de. Gömüldüğünün yedinci günü okunan kurandan sonra öteberisini toplamaya yaylaya çıktılar. Hevesli doktor Nejat da onlarla gitti. Önüne duran hemşireleri dinlese de, Hasan Emminin öyle kolay kalbi duracak bir adam olmadığını düşünüp durmuştu. Yaylaya varır varmaz konu komşu evinde sağı solu derler toplarken, doktor etrafı kolaçan etmek üzere aşağı, dere boyunca bir yürüyüşe çıktı. Görüş mesafesinde yarı yanmış baraka benzeri bir yer görünüyordu. Yaklaştıkça yanmış bir çadır, bir kaç kırık sandalye, etrafa yayılmış cam ve plastik parçaları gördü. Çadırın dibine gelmişti ki hemen dereye düşecek gibi oturmuş, ellerini ve ayaklarını suya sokmuş genç bir kadın gördü. Genç kadın derenin sesine karıştıkça daha da zor duyulur sesle bir şarkı mırıldanıyordu. "hüzün zaman zam... deli dalga... gibi ... vurur...", gibi bir şeydi sanki. "Öldü mü", dedi. Şarkıya dalmış olan doktor bir an korktu bile, durdu, "kim, kim öldü mü?" "Hasan emmi, ölmedi mi daha. Çok yaşamazsın sen diyorduk biz ona geçen ay aşağı inerken." "Öldü, dün, evini boşaltmaya geldi yeğenleri," dedi doktor. Sakindi. İki at arabası yolu genişliğinde yoktu dere. Uzaktan bakıldığında düz görünsede bir kaç metrede bir dönüyor, kimi sudan fışkırmış kimi suyun altında kalan taşların kenarlarından kırmızı benekli balıklar geçiyordu. Ucu bucağı görünmüyordu. Genç kadın kafasını kaldırsa doktorun şaşkın yüzüyle sakin sesinin ne kadar tezat olduğunu görebilirdi. O, çadıra, suya ve ayaklarına bakıyordu. Sormadan edemedi doktor, "Neden öyle dediniz, Hasan Emmi için? Ben köyün doktoruyum, Nejat, bana tuhaf geldi kalbinin durması, iyiydi son muayene ettiğimde çünkü." Maviyle yeşil arasında gözleri vardı kadının. Saçlarının sarı olduğu sanılabilirdi. Kırmızıya çalan baş örtüsüyle beyaz yüzü renkleniyordu. Yirmi beşlerinde ya var ya yoktu, zayıfcanaydı, güzeldi. Çadırdan arta kalan parçalara doğru çevirdi yüzünü, elini uzattı.

"Daha, aunların yüzünden durmuştur kalbi. Yorgun bir kalbin kaldıracağı şeyler değil olup bitenler son yıllarda.(bknz) Daha bıldır dozerle geldiler, Hasan Emmi önlerine durduydu. Bu sene çadır kurdular güya ama yine de bütün çerlerini çöplerini oraya buraya bırakıp durdular böyle! Her gün topluyorduk, ben, nenem, Hasan Emmi, yine de iki kuzuyla bir palağın ağzının kanamasını durduramadık bir gece de Hasan Emmi ağlaya ağlaya yürüdü aha bu dere boyunca. Öyle öyle getti geldi ay batana kadar. İnekler camışlar biliyor da yavruları bilemiyor camları, dillerine dolanıveriyor. Bir de bir pişkinler ki! İşte en son Hasan Emmi ona çok üzüldü... Vay efendim, izinleri varmış, vay efendim vergi mi ne bilmem ne ödemişlermiş. Nenem elli yıldır her yaz buraya gelir, onla beraber inekler, koyunlar, tavuklar, köpekler gelir. Bu çiçekler, bu dere, bu çimenler, şu kuşlar, Hasan Emminin ot bağlakları, yeşil soğanları, her sabah kokladığı yayla çiçekleri ne zamandır onların olmuş da iznini vermişler, anlamıyor nenem. Hasan Emmi de anlamadı. Bir kaç yıldır ellerinde tuhaf plastik çubuklarla bizim sıraca mantarları gibi arka arkaya dizili insanlar yürüyor şu tepelerden. Yürüyorlar, bazen geceleri uyuyorlar, sonra gidiyorlardı. Bir gün sormuş Hasan Emmi birine, neden yürürsün sen buralarda demiş. Gülümsemiş oğlan, aslını istersen biraz melankolik bir durumum var, açılayım, iyi gelir diye bu arkadaşlara takıldım, geldim, geziyoruz, demiş. Nelik nelik?, demiş Hasan Emmi, anlamamış. Yine gülümsemiş oğlan,  çok üzgünüm yani dayı, ama öyle böyle değil, uzun zamandır, hep üzgünüm, demiş. Bize anlatırdı da gülerdik Hasan Emmiyle. Demek bizim yaylalar çok üzgün olanlara iyi geliyor. Öyle çok, uzuncadır üzgün olunca böyle yürümeye geliniyor, demek. O da gülerdi. Nenem de, ben de gülerdik. İyi adamdı Hasan Emmi. Seveni çoktu burada. Ama demişti en son aşağı inmeden; hiç biri bizim ağzı kanayan palaktan daha melankolik, daha haklı olamaz."

Üzgünüm, üzüntüden çok ağır bir hüzün, melankoli gibi. Mırıldanıyordu doktor. Uzaktan çekiç sesleri, kamyon hırıltıları, kepçe gıcırtıları geliyordu. Dağları tepeleri aşıyordu insanlar. Uzaktan sis bastırıyordu. Dağları tepeleri hep aşıyordu insanlar. 

05 Ağustos 2018

Bazen Tek Strateji Umuttur: Güneşli Pazartesiler

https://www.imdb.com/title/tt0319769/

Geçen yılın sonları olsa gerek tesadüfen izlediğim, bu kadar geç izlediğime üzüldüğüm bir film Güneşli Pazartesiler. Hakkında söylemek istediğim tek şey: sinema izlemek istiyorsanız izleyin. Javier Bardem'in oyunculuğuna hayran kalmak istiyorsanız izleyin. Kapitalizmin insanlığa neler "kattığını" görmek istiyorsanız izleyin. Gülümsemek ve hüzünlenmek istiyorsanız izleyin. Aksi takdirde boş verin gitsin...

Filme göre, Ruslar bir hikaye anlatırmış: iki eski parti arkadaşı karşılaşır ve biri şöyle der: "Komünizm hakkında bize söylenen her şey yalanmış." diğeri de şöyle cevap verir, "Evet ama kapitalizm hakkında söylenen her şey doğruymuş."