29 Temmuz 2018

Biblo Kuşlar Uçmaz

Şiir kitapları alıyorum bu aralar. Aşktan değil ama. Uzun hikayelerin anlatamadığı dünyayı şiirin dar koridorlarında bulacağımı düşünüyorum ve hâlâ düşünüyorum daha yaşamayı. Bu dünyadan göçerken insan ırkının sevgisini kalbimde taşıyacak kadar aptal olmadığımı biliyordum ama şimdi, ya ölümüm erken olacak diyorum ya da bu soğuk ve karanlık hissizliğin geliş vakti erken oldu. İnsanın insandan bu kadar erken soğuması neresinden bakarsanız ne adil ne de hayra alamet. Bazen, duruyorum bir kenarda ve fazlasıyla traji-komik bir şey düşünüyorum; eğer daha çok vakit varsa göçüp gitmeme, bu kadar insanla bu dünyada bunca vakit ne yapacağım?
***
Bir adadayım, her yanım derya deniz, beyazdan daha beyaz kumlar, yer gök mavi, sırtımı dayadığım bir ağaç, ayağımı uzattığım yine ağaç. Dört yanım açıklık, istesem her yana gidebilirim, baksam her yer yol ama gidecek ne bir araç ne bir yön var. Denize bakıyordum sanki hala uyandığımda. Bir sonraki rüyamda tanımadığım, hiç görmediğime emin olduğum bir adam; oldukça yetişkin bir yaşta, dalgalı koyu renk sık saçlı, koyu esmer tenli, az göbekli, böyle yapılı bir adam. Siyah polo yakalı bir tişört, koyu yeşil spor bir pantolon giymişti. (Tanıyan varsa bir zahmet iletsin, rüyamda dolanmasın.) Benim hiç görmediğime emin olduğum bir yüzü bilinçdışım nereden buldu çıkardı şaşkınım. Ben bir uçağa binip gitmeye çalışıyorum o sürekli bana bir şeyler anlatarak engel oluyor. Sonra, perdeler perdeler arasından geçiyorum, aşırı lüks bir uçağa biniyorum. Ahşap oymalı kolçaklı sandalyeler, uzun masalar, kırmızı halılar, geniş aynalar, koridorlar, salonlar; öyle böyle lüks değil hani. Oturuyorum bekliyorum, yanım kalabalık, bu sefer yuvarlak yüzlü açık renk tenli biri yanımda, böyle gençten, iyi kalite giyimli, zengin bir havası var, konuşmuyor hiç. Bekliyorum, bekliyorum ay aman yine kalkmıyor ya uçak ben uyanmadan. Uyanınca da bilemedim ne oldu; gittim mi kaldım mı... 

22 Temmuz 2018

Göründüğümüz Hayat: Mutlu Son

Michael Haneke'nin yıllar önce Unknown Code adlı Juliet Binoche'un oynadığı bir filmini izlemiştim. Çok anladığımı söyleyemem. Her ne kadar sanat eserini sevmek için, tıpkı insanlar gibi, anlamak gerekmese de sevdiğimi de söyleyemem.

Derin derin üç soluk aldı ve verdi baba. Sonra suya doğru sürdü arabasını. Batmaya devam etmekten çekinmedi. Sonra yolun yarısında, suyun içinde durdu bir kez. Ona oraya kadar eşlik eden kız çocuğu hiç bir şey yapmadı. Çocuklar insanlar gibi değildir çünkü.


Oysa bu filminde son sahneden sonra sandalyede kalakaldım. Işığı açmak, soda şişesini mutfağa bırakıp çay almak istiyor ama yapmıyorum. "'Blu-ray' oynatıcı şuradan kapanıyor, benim oğlanı yatırmam gerek, deyip filmi bitiremeden gitmişti arkadaşım. Son sahneden sonra içimi kazıyan bir çello filmin fragmanıyla birlikte tekrar tekrar çalıyor. Daha kaç defa dinlemekten hoşlanacağım, emin değilim.


Burjuvazi Haneke'nin hep derdi olmuştur, burada da öyle. Başlayan ve birbirini takip eden olaylar silsilesi yerine parça parça ve uzun görüntülerden oluşan bir gösterimi tercih etmiş. Müzik yok. Bu yüzden daha gerçekçi hissediliyor. Bir ailenin günlere, aylara yayılmış hikayesini zaman sırası, karakter tanıtımı endişesi gözetmeden, bizim tarafımızdan çözümlenmesini ve yorumlanmasını beklemiş. Sinemada seyircisinin aklına güvenen kazanıyor. Türk sinemasının Yeşilçam sokağından dışarı çıkamamasına şaşırmamalıyız. Bir sahnede babanın bir yere gittiği uzun uzun gösteriliyor. Vardığı yerde mahalleliyle uzun uzun konuşuyor, yaklaşık beş altı dakika, sanki karşı komşumuz ailemizden biriyle karşı binanın önünde bir şeyler konuşuyor ve biz meraktan çatlıyoruz duyamadıkça. Gördüklerimiz hariç sahnenin tamamen dışındayız. On onbeş dakika sonra başka bir sahnede neler olduğunu anlayabiliyoruz ve genelde olaylar filmin tamamında böyle gelişiyor. Koşma aksiyonunun bile olmadığı bir filmde heyecanı, ilgiyi ve hikayenin nasıl ilerleyebileceğine dair olan merakı hep yüksekte tutuyor bu teknikle Haneke. Bazen günlerimizde bize iyi gelen hiç bir şeyin olmadığını düşünürüz, hatta hiç bir şeyin olmadığını düşünürüz ve dahası uzun süre olmayacağına dair inancımızı da koruruz, ve fakat yine de yaşamaya devam ederiz, çünkü biliriz bir şey olacaktır, olmalıdır, olur elbet bizim için de. Sonra bir gün anlarız; olan budur işte: yaşamak. Seçebildiğimiz, kotarabildiğimiz, becerebildiğimiz, altından kalkabildiğimiz, yaşamak...  Film boyunca beklenen olayların tam da karşımızda geçip gittiğini görürürüz bir müddet sonra. Burjuva ailesinin oradan toplumun, dışarıya karşı olan iki yüzlülüğü, birbirlerine gülümseyen ve hal hatır soran bireylerinin fazlasıyla uzak ve yabancı olmaları bu zengin fransız ailesinin hikayesinde çok iyi anlatılmış.


Siyah saçlarını savurarak, sevgilisinin, sevgilisinin kızının, karısının ve yeni doğan oğlunun karşısında olanca kuvvetiyle arşeyi sallıyordu kadın. Müziğin anlattığını kimse duymuyordu. Sevgilisi onu hiç görmemiş, hiç konuşmamış, hiç duymamış, hiç dokunmamış gibi bakıyordu...


Isabelle Huppert en son yirmi yıl önce izlediğim Seremoni filminden bu yana nasıl neredeyse hiç değişmemişse, oğlu rolündeki Mathieu Kassovitz, Amelie filminden bu yana epeyce olgunlaşmış görünüyordu. Aşk'ın, Üç Renk Kırmızı'nın, Ve Tanrı Kadını Yarattı'nın Jean-Louis Trintignant 87 yaşında belki de yalnızca kendini oynuyordu.

https://www.imdb.com/title/tt5304464/videoplayer/vi3467753497?ref_=tt_ov_vi

15 Temmuz 2018

Gelmiş geçmiş en güçlü zehir, Caesar’ın defne tacının eseri.*

Masumiyet Alâmetleri*

Görmek dünyayı bir kum tanesinde,
Cenneti bir yaban çiçeğinde...
Almak sonsuzluğu avuçlarının içine,
Ebediyeti ise bir saate.
...
Bir köpek açsa sahibinin kapısında,
haber verir yıkılışını devletin;
yollarda helak edilmiş bir at,
yalvarır tanrıya insanoğlundan intikam için;
her çığlığı avlanan o tavşanın,
aslında düşen gözyaşıdır yiten aklın.
Bir tarla kuşu kanadı kırık,
sessizliğe boğar şarkısını üç başlı meleğin.
İnsanoğlu eğlencesi üzerine dövüşe hazırlanmış bir horoz,
ürkütür yükselen güneşi.
Her bir ağıtı kurdun ve aslanın,
bir insan ruhunun cehennemden yeryüzüne inişi.
Orada ve burada gezişi bir vahşi geyiğin,
tek koruyucusu insan karakterinin.
Halk tarafından hor görülmüş bir kuzunun kanı,
ve her şeye rağmen bağışlayışı celladını…
Haykırışı yarasanın gece çökerkenki,
terk edişi inançsız bir zihniyeti.
Ve yine gece çökerken bir baykuşun gelişi,
inançsızın korkusunun dile gelişi.
Küçük çalıkuşunu inciten adam,
sevilmeyecektir hiçbir zaman başka bir adam tarafından.
Bir öküzü bile hiddete boğabilen adam,
sevilmeyecektir hiçbir zaman başka bir kadın tarafından.
...
Her kim ki alay konusu eder bir bir çocuğun inancını
işte o alay konusu olur yaşamda ve ölümde
her kim ki şüpheyi sokar bir çocuğun aklına,
kurtulamaz çürüyen mezarında
ama her kim ki saygıyla karşılar bir çocuğun inancını
o zaman galip gelir cehenneme ve ölüme.
...
Gelmiş geçmiş en güçlü zehir,
Caesar’ın defne tacının eseri.
ama o bile yenemez,
nasıl tahrip edebilir ki kuşanılmış bir zırhı?
Ancak altın ve mücevherler süslediğinde sabanı,
bütün oklar imrenecek,
barış dolu sanata!
Bir bilmece ya da cırcır böceğinin kanat çırpışı,
uygun bir cevaptan şüphe edebilmek içindir.
Karıncanın adımı ve kartalın yolu
aksakları bile felsefeye karşı gülümsetebilir.
ve gördüğü şeyden şüphe eden,
ne yaparsan yap, inanmayı seçmeyecektir.
...
Bir tutkuya sahip olmak kişiye iyi gelebilir,
fakat tutkuysa kişiye sahip olan bu hiç iyi değildir.
Fahişe ve kumarbazlar, devlet eliyle yetkili,
inşaa ederler, bu devletin kaderini..
...

-William Blake,  Auguries of Innocence*

çeviri: anonim ve kendi kontrollerim. 

01 Temmuz 2018

Her Şeyi Açılıp Gider Sanırdım, Bir Kez Şiire Konmuşsa

KAVŞAKTA

artık gelince biliyorum, önceleri korkardım
şöyle ufak bir şey, sudan kaçmış ayışığı
otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı
önceleri açılıp gider sanırdım her şeyi
her şeyi açılıp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa
menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa
şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya
örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum
tamam.

oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim
sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de
niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile
romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane
turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri
eskiden büyük adamlar geçmiş topuz gibiymiş her biri
(o koku)
hangi budala söylüyor artık bu sözleri
el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım
ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne beriyi
daha demin uyanmıştım, az önce, baktım
vakit akşam.

hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar
hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım
geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam
ben geldim gittim işe yaramayan şeyler topladım
kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan
dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman
bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım
ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım
kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle
derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey
anlatamam.

ilaç milaç bok püsür.
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.

-Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı, Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2018