24 Haziran 2018

Başlangç

Başlangıç

Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan

-Edip Cansever, Şairin Seyir Defteri, Adam yayınları 1994.

Not: Ben de, gençliğimi bırakıp orta yaşlarıma başladığım bu zamanlarda hemen bir çok insan gibi şiir okumanın diğer edebi türlerden sonraya bırakılması gerektiğini anladım. Aklın kesinlikle başta olmadığı o zamanlarda yazmaya ve okumaya şiirden başlanmasının yine genç insanın o "her şeyi bilen" aklının bir yanılgısı olması elbet çok şaşırtmıyor beni şimdi.
Ben de sizin kadar tahmin ediyorum ki şiirin bu yüksek duruşunda aşkın çok geniş bir payı vardır. O dönemlerde aklın tersine kalp öyle küçük sanılır ki aşk gibi ne söylense eksik kalan bir hissiyatı sığdırmak pek mümkün görünmez. O nedenle ki en tez elden anlatış yolu olarak çoğunlukla şiir seçilmiş olmalı. "Şiiri tam olarak anlayabilen bütün metinleri rahatlıkla anlayabilir", deniyordu bir filmde. Biraz düşündüğümde edebiyat metinlerinin mutlak, sırayla okunması gerekmediğini biliyorum, ancak şiirin, kesinlikle yazıldığı dile bir hakimiyet kazanıldıktan edebi bir zenginliğe erişildikten sonra tam olarak anlaşılabileceğini söyleyebilirim.

18 Haziran 2018

Bilmenin Dayanılmaz Mutsuzluğu

Gözlerimizde bilinen galaksilerde olan milyarlarca yıldızdan daha çok atom vardır.(kaynak: Carl Sagan) 

Peki ne düşündük bunu öğrenince? Belki biraz hayret, bir sevinç öğrendiğimize. Bir amacımız olmazsa bilgi böyledir. Ee, dedirtir insanı. Eğer gözlerimizdeki atomun bilgisi bizi bir yere götürmeyecekse neden bilelim ki? Doğru, bu nedenle öğreneceklerimizi, gizli ya da açıktan, seçeriz. Bu yüzden beyin, işine yaramayanları unutmakta, gerekli gördüklerini öğrenmekte daha hızlıdır.  Bu yüzden öğrenciler, "öfff, ne işime yarayacak bu formül ya", deyip burun kıvırıyor. Haklılar. Önce neden gerekli olduğunu anlatabilmeliyiz. Onlara bir amaç verebilmeliyiz. Kısacası bilgi araçtır. Neyin aracı? Anlamanın. Anlayıp ne olacak? Değiştirmenin ilk koşuludur anlamak, ya da bir köşede tutacaksın, umursamayacaksın.

Fakat bilmezsen ne umursamazlık yapabilirsin ne de değiştirebilirsin. Bilmek dürter insanı. Rahatsız eder. Bilgiyle beraber bilmeye ortaksındır artık... Kaçamazsın. Bilmiyorsan kaçabilirsin. Fakat biliyorsan, biliyorsundur artık... 

11 Haziran 2018

Kalbimi kıra kıra



Şarkıda geçen sahneler Vesikalı Yarim filmindendir. Vesikalı Yarim, bana göre, Yeşilçam sinemasının en iyi aşk hikayesi anlatımlarındandır. Ömer Lütfi Akad'ın gerçekçilik sinemasının ilk örneği, sinema tarihimizin baş yapıtlarındandır. Hikaye, Sait Faik Abasıyanık'ın Menekşeli Vadi öyküsünden Safa Önal tarafından senaryolaştırılmıştır. Hani şu "çikolata renkli sanatçı" anonslarıyla hayatımızda iz bırakmış Sezen Cumhur Önal'ın kardeşidir kendisi. Safa Önal, filme çekilmiş 395 senaryosuyla 2005 yılında Guiness Rekorlar Kitabına girer. Hiç konuşulmadan çok şey söylenen harika bir finali vardır. İzzet Günay'ın ve Türkan Şoray'ın oyunculuğu bütün klişelerden uzak, sade ve olağandır. Gördüğüm ve aklımda kalan en estetik karşılaşma sahnesini yaratmışlardır.
Filmin finalinde Sabiha, Halil'i görmeye ve geri getirmeye gider manavın önüne. Arkadaşı gitme der, "gideceğim, beni görünce gelecektir", der Sabiha. Gider, uzaktan Halil'e bakar. Halil çocuğunu havaya atarak, oyun oynar görünmektedir. Babası görür Sabiha'yı. İkisi de uzaktan birbirine bakar. Kamera her planda manav görüntüsünden biraz daha uzaklaşarak Sabiha'nın ağlamaklı yüzünü ve gözlerini gösterir. Her seferinde biraz daha uzaktan görürüz manavı ve anlarız ki Sabiha hayallerinden biraz daha uzaklaşmaktadır.
"Çok özel bir filmdir. İçinizde dinlenmeye/demlenmeye bıraktığınızda derine gömüldükçe ışıltısı teninize vuran garip bir madde gibidir bazı filmler. Vesikalı Yarim öyle bir filmdir benim için. Çağdaşları gibi ahlâk dersi vermeyişi, o iki aşığı da anlayışı, aşkı anlayışı... Sabiha Halil'i baştan çıkaran aşüfte değildir. Aşıktır o. Halil Sabiha'nın tuzağına düşen adam değildir. Aşıktır o. Baba Sabiha'ya orospu, Halil'e hain evlat, gelinine de zavallı kurban muamelesi yapan otorite değildir. Görmüş geçirmiş, hepsini sarıp sarmalayacak noktaya gelmiştir o, hepsini anlar." -ekşi sözlük-fitfit
Aşağıdaki sahnede Sabiha, pavyon çalışanı olarak çağrıldığı için değil, kendi isteğiyle  Halil'in yanına gelmiştir. Seçerek oturmuştur masaya. Halil'in Sabiha'yı gördüğü anda her şey durur. Benim şimdiye dek aklımda tuttuğum en güzel karşılaşma sahnesidir. Halil'in, "ne istiyorsa getir" cümlesindeki sesinin tınısı, bir erkeğin bir kadın uğruna yaptıklarının ve yapabileceklerinin en kısa özeti gibidir. 


Vesikalı Yarim filmi konusunda diğer, daha detaylı yazılar burada ve buradadır.

04 Haziran 2018

Yazmak Mevzusu

"Yeri gelmişken buna bir örnek vereyim. Heba'daki "Sınır" bölümünü çalışırken şöyle bir cümle yazdım: "Sadece Suriye topraklarından değil, belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu mevzideki nöbetçilerin üzerine." Bu cümleyi yazdım ama bir türlü içime sinmedi. Neden sinmediğini de anlayamadım. Cümlenin lafzına ve ruhuna defalarca baktım, sesli okudum, sessiz okudum, sonra acaba yakınındaki bir cümlenin tatsızlığı onun üzerine mi düşüyor diye önündeki ve arkasındaki cümleleri kontrol ettim ama olmadı. Bir türlü bulamadım bu cümledeki yanlışı. Bir kaç sayfa ilerlemiştim ama aklım hâlâ o cümledeydi. Üç dört gün sonra, birden yanlışı buldum. Yanlış olan şuydu; cümle bize, mevzideki nöbetçilerin üzerine her iki taraftan da ateş edildiğini, başka bir ifadeyle, nöbetçilerin iki ateş arasında kaldığını söylüyordu ama cümlede yer alan nöbetçiler iki ateş arasında değildi, cümlenin sonunda duruyorlardı. Hemen düzelttim tabii ve cümle romanda şu şekilde yer aldı: "Sadece Suriye topraklarından değil, mevzideki nöbetçilerin üzerine belki yedi sekiz Kalaşnikofla Türkiye tarafından da ateş ediliyordu." Şimdi, bu cümledeki durumu okur fark eder mi diye sorulabilir. Bence bunun hiç önemi yok. Her şeyden önce, ben dili bu şekilde kullanmakla mükellefim. Bu cümledeki çalışma kullandığım malzemeye, kendime ve yaptığım işe saygının bir sonucudur. Fark eden okur olursa sevinirim tabii, fakat fark edilmemesine hiç üzülmem.                                                               ...                                                                                                                      
Buna benzer çalışmalar, bana göre, zaten olması gereken şeyler. Bu nedenle, mesela dili kötü kullanan bir yazar yerilmeli ama iyi kullanan övülmemeli. Dili iyi kullanmak yeter şarttır çünkü. Küreğin kulpu demeyip küreğin sapı diyorsa, kahramanına kahvaltı yaptırmayıp ettiriyorsa, kurşun atmakla kurşun sıkmak arasındaki farkı biliyorsa, doğru düzgün demeyip doğru dürüst diyorsa yahut cümlelerini hatasız kuruyorsa, bunlar eşyanın tabiatındandır; hanesine puan kazandırmaz. Yani bir yazarın dili övülecekse "yeter şart" olan şeyler geride bırakılıp, dili nasıl kurduğundan, o dilin matematiğinden, rüzgârını nereden aldığından, müziğinden ve dilin taşıdığı şeylerle bu şeyler arasındaki ilişkiyi nasıl inşa ettiğinden söz edilmeli."
Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız / Söyleşiler / 2017 / Hasan Ali Toptaş. Söyleşi: Semih Gümüş, Notos, Ekim-Kasım 2013.