26 Aralık 2017

Okul Yollarında

Biri, "evde kalırsam", diğeri, "okula gidersem"olarak adlandırabileceğimiz iki temel rutinim var son günlerde. Okulun dedikodusunu yapmak üzere toplandığımıza göre onu anlatarak başlayayım. Sabahları, hayatım boyunca sevmediğim şeyi yapmakla başlıyorum. Sabah uyan ve 08:10 servisini yakala. İş hayatımın yorgun, bezgin ve uykusuz, yine de rafiği en fazla sevdiğim sabahlarıydı... Şimdi de itiraf etmeliyim ki elimde bilgisayar ya da onca kitap okula rahat ve hızlı gitmenin en iyi yolu üniversitenin semt servisini yakalamak. Ben de öyle yapıyorum. Maddi olarak daha pahalı olsa da, üç vasıta ve daha uzun saatte varmaya yeğliyorum tabii. İşte, okula varınca ya kahvaltı ve kütüphane ya da direkt kütüphane. 13.30-14:00 arası yemek ve çay molası. 16:00'ya kadar tekrar çalış ve 16:15 servisiyle geri dön.

Okula gittiğim günler daha yoğun ve yorucu geçiyor. Bir kaç hafta bu süreci takip edince, okyanusta soyu tükenmek üzere olan canlı türü gibi hissediyorum kendimi. Sanki balıklar, mercanlar, yosunlar, deniz atları , suyun hücreleri ve bir de ben. Okuldaki siparişlerimi saymazsak bazen günlerce kolay gelsin ve teşekkür ederim dışında yüzyüze kimseyle konuşmuyorum. Yemek yerken diğer öğrencilerin konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. Bazen şaşırıyorum bazen gülüyorum ama dediğim gibi, ya suyun içinden ya da ağaç dalında bir kuş gibi seyrediyorum. Ömrü kalabalık ofislerde onlarca kişiye sürekli bir şeyler anlatarak, söylenerek, aynı anda telefona, yanındakine ve önündekine yetişerek geçmiş biri olarak hâlâ dinleniyorum sanki böyle böyle. Ne yorulmuşum arkadaş! İnsan üstü bir zahmetle çalıştığımı şimdi dışarıdan baktıkça anlıyorum. İlk başladığım bir zaman Teşvikiye Camii'nin yanındaki şubede çalışıyordum. Yirmi yaşıma henüz basmıştım. Güneş doğmuştu biz çalışırken. Elimde poğaça Teşvikiye Caddesi'nin aydınlanmasını izliyordum. Trajikomik bir güzelliği vardı sokağın.

silme öncesi masa
Okula geri dönersek, efendim, her zaman böyle naif dolanmıyorum kütüphane, yemekhane ve kırtasiye arasında. Kimi zaman sinirleniyorum öğrenci arkadaşlarıma. Neden diyorum, neden silgi artıklarınızı kütüphane masalarının üzerinde bırakıyorsunuz ve ben her seferinde silmek durumunda kalıyorum. Geçen karşıma biri oturdu, masa leş gibi, kalem izleri, silgi artıkları ve bir kaç kağıt parçası önünde. Bekledim gülümseyerek, ne yapacak diye de merakla. Öylece oturdu, defterini kitabını masaya koydu, yanındaki kızın yüzüne eğilerek konuşmaya başladı. Eh, ya ben çok titizim ki, temizlik konusunda değilimdir aslenn, ya da aramızdaki tek farkla, yaşla ilgisi var bu rahatlığının. Ama yemek masaları; onlar kütüphaneden beter. Yemek sonrası görevliler temizliyor diye ağız silinen peçeteler, ekmek poşeti, soyulmuş mandalina ve bilimum kaplar arkalarında. Hadi artıklarını bırakıyorlar da şuna ne demeli: Onlarca defter kitap varken önünüzde neden masalara yazıyorsunuz? Sen yaz, o yaz, ben yazayım sonra yüzü görünmeyen estetik yoksunu masalar kalsın geriye. Bu mu, bu mu okuyup "adam" olmak istediğiniz mekan. Çok sinirleniyorum çok...

silme sonrası çalışmaca.
Geçen bir kadınlar grubu geldi. "Şu tarafa kayar mısınız"? dedi. Belli ki yanyana ders çalışacaklar. "Kayamam çünkü ben burayı kolonyalı mendille temizledim."
dedim. "Doğrudur" , dedi geçti ne söyleyeceğini bilemez halde. Eh, bana baktıklarında büyük ihtimal doktora yapan bir hoca falan sandıkları için çok da bir şey demiyorlar, ben de çaktırmıyorum doğrusu. Çok mu gıcık görünüyorum? Siz o tuvaletler pisliğine dayandığıma şükredin bence. Rektöre ilk fırsatta haykırasım var; "Bir de doktor olacaksınız, önce halk sağlığı için okulun tuvalet hijyeni sorununu çözün!"  Diğer yandan gülmüyorum da değil çoğu sevimliliklerine. Geçen gün çocuğun biri diğerine diyor; "kızlar sıkıntı abi ya, ne desen mutsuzlar, bu sene hiç uğraşmak istemiyorum." Dün de serviste biri çok akıllıca bir laf etti. Efendim bir erkek buna çıkma teklifi etmiş o reddetmiş. Arkadaşına anlatıyor hemen arkamda. "Ben öyle, çok burnu havada gibi terslemeyi sevmiyorum, güzelce söyledim", dedi. Sonra çocuk, "arkadaş kalalım madem", demiş. Bizimki diyor arkadaşına, "Yok, arkadaş da kalmayalım dedim. Çocuk bozuldu, sinirlendi. Çok anlamsız değil mi sence de, az önce benden hoşlandığını söylüyordu şimdi arkadaş kalalım diyor. Hangi duygusuna inanayım ben onun?" 

Her sene yapılan hoş bir uygulamaları var. Kütüphanenin camlı duvarına isteyenler kağıtlara dileklerini yazıp yapıştırıyor. Bütün o cam renkli kağıtlarla doluyor sene sonuna doğru. Geçen yıl tam çekecekken şarjım bitmişti, bu sene başını yakaladım. Aşk ve para çağlar boyu değişmeyen dileklerimiz olacak görünüyor... Kimsenin hayaline gülünmez tabii ama okuyunca çok yaratıcı ve hoş bulduğum dilekler oluyor. Şimdilik bunları yazayım size, belki güncellerim ilerde:
- Hayırlı eş olarak Canan olsun. Canan benim olsun. Ben onun olayım.
- Yeni yılda kızımla birlikte sağlıklı, huzurlu uzun ömürler diliyorum.
- Bu yılın bana getirdiği en güzel şeysin.
-Yeni yıldan aldıklarını geri vermesini istiyorum. Mutluluk ve biraz da para fena olmaz.
- Ailem, kocam, Seduşum ve yeğenim Zülal ve Uğur'la sağlıklı çok mutlu bir yıl olsun. İçimiz sevgiyle dolsun.
- Bu yeni yıl çok güzel geçti. Yaşasın 2018.
- Erolsuz, paralı ve mutlu bir yıl diliyorum.
Ben yazmadım. Belki yazarım. Bu sene de öyle deneyebiliriz, neden olmasın... 

23 Aralık 2017

Ağıt

Bugün yılın ilk karı yağdı. Henüz beyaza kesmese de doğa,  an meselesi gibi duruyor. Mehtap'ın kızı Hazal geldi Ankara'ya. Onu göreceğim için heyacanlıyım. İlk defa, bir çocuğun anne babasından taşıdığı parçanın nasıl bir önemi ve anlamı olduğunu farkediyorum. Bir çocuğun başka ne anlama gelebileceğini... Annesi gibi Hazal, aynı samimiyet, aynı sıcaklık onda da... Mehtap'ın ölümünü düşündükçe ıskaladığımı, pek çok tehlikeyi hesapladığımı ve bir çoğuna hazırlandığımı ama buna hazırlanmadığım gibi bir duyguya kapılıyorum... Mehtap hiç aklıma gelmemişti...  O evinde ve yaşamında duruyordu işte, yaşıyordu. Buradan geçse yolumun üstü deyip uğruyordu mesela. En son yazın uğramıştı yine öyle. Ve uzun zamandır ilk defa bana "Yanıma otursana, özledim seni," demişti. Ne ayıp, insan arkadaşına şaşırır mı, bir an şaşırmıştım ben de. Hani, bir sürü kalabalıktı çünkü, yeğenlerin, kocan, kızın, kardeşin varken bana bakıp, özledim demen... O hep gelirdi, uğrardı, arardık, arada yoklardık. Ölmesi için hiç bir sebep yokken niye ölsündü ki...

Ne zaman ağaçları seyretsem gülen gözlerin yaprakların arasından bakıyor. "Erken gitmenin mutlaka bir sebebi olmalı", diyorum? Cevap vermiyorsun. Bak, bugün ilk defa kar yağıyor, sen çok seversin, ağaçların yapraklarına kar taneleri düşüyor. Kızın Ankara'ya geldi.