29 Kasım 2016

Yolculuk

Yolculuk ilginçtir;
dağlardan,
deniz kıyılarından, 
kentlerden,
gecelerden geçilir.
İnsanlardan geçilir. 

-Tezer Özlü

26 Kasım 2016

Yolculuk: "Okuribito"

Bir filmin böyle afişi olsun da ilgi çekmesin. Arkada Fuji dağı, çimenler, akan bir nehir ve çellonun sesi. Bu aralar hayal ettiğim muhteşem üçlü... Fuji değil tabi, herhangi bir dağ da olur ama böyle kar tepeli olsa iyi olur... Tanımak isterseniz kendisi, Bay Daigo Tokyo'da bir büyük orkestrada çellist. Ne kadar! pahalıysa Japonya, karısı da çalıştığı halde kıt kanaat geçiniyorlar, küçük bir evde, mütevazi bir hayat sürüyorlar. Derken orkestra kapanıyor ve Daigo'nun doğduğu küçük bir kasabadaki ailesinden kalma evlerine dönmekten başka çareleri kalmıyor. Gidecek bir yerinizin olması harika bir şey! Hikaye burada başlıyor gibi değil mi? Bence filmlerin hikayeleri film bittiği anda başlıyor. Düşünsenize; kötüler ölüyor, iyiler kazanıyor, bütün o işin içinden çıkılmaz olaylar çözülüyor, kadınlar erkekleri erkekler kadınları anlıyor, aşk layığını buluyor ve film bitiyor. Ne büyük haksızlık. Oysa hayat asıl o zaman başlamıyor da, ne... Dinlemek isterseniz müzikleri burada filmin.


Çiftimiz sakin, az insanlı, az binalı, büyük bir nehirli, muhteşem dağ manzaralı küçük kasabalarına gelir. Adamın doğup büyüdüğü yer olduğu için herkes onun çocukluğunu bilmekte, eski anılarından, bazen de ailesinden bahsetmektedir. Bu onları kimi zaman üzmekte kimi zaman mutlu etmektedir. Daigo'nun ailesi de müzisyendir ama yaşamamaktadırlar artık. Hayat giderleri az olsa da gider giderdi, haliyle de çalışmak gerekiyordu. İlanla bulduğu bir işe ilk gün ilk dakikasında alınır bayımız. Çünkü zaten başka başvuran olmamıştır, çünkü kasabadaki herkes ilanı vereni tanıyor ve tam olarak ne yaptığını biliyordur. Yüklü bir avans hemen eline tutuşturulduğu için de mutlu mesut evine gelmiştir beyimiz. Yolculuk, olarak tarif edilir iş ona. Biz insanlara yolculuklarında yardımcı oluyoruz, denir. Ertesi sabah ilk işine ustası,aynı zamanda patronu olan bay Ikuei ile giderler. Bin pişmandır! Patronu da, ilk iş için maalesef çok zorlayıcı bir örneğin denk geldiğini itiraf eder. Yine de arkasına bakmadan kaçamaz; ustası rica eder, "alışırsın, iyi para kazanırsın", der. "Nihayetinde bir iştir bu da"der. O gün durmaya ve ertesi gün gelmemeye karar verir. Ertesi sabah başka bir iş çıkar.
İşleri bittiğinde evden ayrılmak üzere kalkarlar. Ev sahibi bizim Daigo'nun ellerine sarılır. Eğilip kalkıp, belini büküp doğrulup arigatoo, arigatoo, der. Gözleri dolar Daigo'nun. Hani, o güzelim Bach çello konçertolarını çalarken  bu kadar teşekkür almamıştır. Ustası Ikuei de ona gülümser. Bu, Daigo'da yaptığı işe olan tedirginliğini, korkusunu biraz azaltmıştır. İşin kendisinin değil, aslında işin ve insanın neye hizmet ettiğinin önemli olduğunu kavramasını sağlamıştır. Ne iş yapıldığı, işin kişiye nasıl bir konum sağladığı, yaşanılan toplumda hangi basamağa denk gelindiği Japonlar için de önemliydi pek çok toplum gibi. Kimi zaman kasabada yürüyüşe çıktıklarında bazı tanıdıklar onlara selam vermez olmuştu.Üstelik çok yüksek bir ücret almasına rağmen. Üzülüyordu elbet Daigo buna ama daha az önemsiyordu da. Bununla birlikte hâlâ karısına da söyleyememiştir ne iş yaptığını, tâki karısı tesadüfen öğrenene kadar. Çok üzülür Mika, yani karısı. "Ben şimdiye kadar mütevazi hayatımızdan hiç şikayetçi olmadım, fakat buna katlanamam, böyle bir işte çalışıyor olmanı kabul edemem", der ve kocasını terk ederek evden ayrılır. Daigo yine üzülür. Ancak yapacak bir şey yoktur. Hem, başka bir işi yoktur hem de içten içe işinden çokta şikayetçi değildir artık. Ölen annesinin ve onu küçükken terk etmiş babasının yarattığı travmaları iyileştirici bir etkisi vardır sanki işinin. Üstelik ustasını ve ara ara hayatla ilgili yaptığı sohbetlerini de seviyordur. Ve günler böylece gider ve gider... 


Nihayet hikayeleri hüzünlü ama mutlu bir sonla başlar... Daigo ve Mika sevgilerinin değerini görür, bir araya gelir ve hatta çocuk yapmaya karar verirler. E, tabi Mika eve döner. Kasaba Daigo'nun yaptığı işi takdir eder, onu kabullenir. Önemli bir işini karısı Mika ile birlikte yaparlar hatta.


Orjinal adı: Okuribito (Son Veda)
Yönetmen: Yojiro Takita
Oyuncular: Masahiro Motoki (Daigo), Ryôka Hirosue (Mika), Tsutomu Yamazaki (Ikuei)
Yapım: 2008, Japonya
Yazar: Kundô Koyama
2009 en iyi yabancı film oscar'ını getirmiş Japonya'ya.

Ben ağladım filmi izlerken. Lakin, o kadar acıklı bir film değil, benden kaynakladığını düşünüyorum. 

23 Kasım 2016

Kuyuda Başlayan Yolculuk

"Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek..."
Cemal Süreya, Üvercinka'dan, 


"Mardin ili Kızıltepe ilçesinin 150 köyünde 1300 sulama kuyusu bulunmaktadır ve yaklaşık olarak kuyularda 1100-1200 arası aile yaşamaktadır. Genellikle şehir merkezine 25-30 km uzaklıkta köylere ise 3-5 km uzaklıkta bulanan bu kuyular; genel olarak parsel bakımından büyük olan tarlaların sulama işlemi için faaliyet göstermektedir. Kuyularda çalışan işçiler ve aileleri için derme çatma barakalar yapılmış, bu barakaların bir çoğunda mutfak, banyo ve tuvalet alanları bulmak oldukça zordur.
Şehir merkezlerindeki yaşam şartlarının ağırlığı ve işsizlik gibi sorunlar yüzünden daha önceden yerel halkın kaldığı bu kuyularda Suriye savaşının patlak vermesiyle beraber ucuz iş gücü olarak görülen savaş mağdurlarının çalışma ve yaşam alanı haline gelmiştir. Ailelerin ortalama nüfusu 6 bireyden oluşuyor, aile bireylerinin hemen hemen hepsi çocuklar da dahil olmak üzere sulama faaliyetlerini yapmaktadırlar.
Ailelere, kuyu sahipleri tarafından yıllık 5000 ile 8000 lira arasında değişen düşük bir ücret ödenmektedir. Bu nüfus ve düşük bütçe ile yiyecek ve giyecek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanan ailelerin, eğitim ve sağlık giderleri için harcayabilecekleri bir bütçeleri kalmıyor. Bu yüzden temel hakları olan eğitim ve sağlıktan yoksun kalıyorlar. Kuyulardan köy merkezlerine çocukların okula gidebilmeleri için taşıma yapılması gerekmektedir. Fakat diline, kültürüne yabancı oldukları topraklarda yaşam savaşı vermeye çalışan bu insanların önceliği barınma ve yiyecek temini olduğu için taşımalı eğitime ilişkin haklarını sorgulamaları mevzu bahis bile olmamaktadır. Durum böyle olunca çocuklar hem okuldan hem de akranlarıyla sosyalleşme olanağı bulamıyor ve izole bir yaşam sürdürüyor.
Bu proje kapsamında bu kuyularda yaşamını sürdürmeye çalışan 5-14 yaş arası çocuklarla günün ilk ışığı ile başlayıp gecenin geç saatlerine kadar devam eden bu sulama işini ebeveynleri ile ortaklaştıran çocukların yaşamlarını konu alacak bir belgesel yapılacaktır. Bu kısa film, bu bu belgesel ve çocuklar için kamuoyu oluşturabilmek amacıyla çekilmiştir."
video çekim; mustafa umut ay
tanıtım; proje notlarından.

20 Kasım 2016

Dürnev'in Son Günü - IV

"Otur biraz istersen kızım. Kusura bakma seni soluksuz konuşturmak istemedim. Bırak istersen. Ben sonra da gelirim." Yüzünün giderek solması ürkütmüştü beni. Sesi her kelime de daha da kısılıyordu sanki. Sustu kardeşi. Silik mavi çiçeklerine bakıyordu fincanın. Hiç bir şey yapmamanın bahşettiği o dinginlik geldi, gözlerine kondu sanki bir an.

Mert kapının önündeki bankta oturmuş, ayağıyla topu bir aşağı bir yukarı itiyordu. Bir adam ahşap bir el arabasını iterek geçiyordu camın önünden. Bir kaç eğik alüminyum tencerenin, bir kaç demir çubuğun birbirine değen gıcırtısı sıcakta çınlıyordu. Tozluydu yollar. Sessizlik gibi görünen uğultuku bir bıkkınlık vardı.  "Çoğu insan açlıkla tutkuyu birbirine karıştırır. Çok da uzak değillerdir aslına bakarsan. Biri biraz daha geç doyar o kadar. Başkalarını kontrol etmeyi eğiterek öğretebilirsin insana ama kendini ancak kendinden öğrenebilir kişi. Kendini kendi yapanlarla tabi...  Bu da en zorudur. Bin değişik hayat hikayesi de okusa, bilse insan bin değişiğini kendine benzerinin, kendinde aradığı cevheri bulmaya yetmeyebilir. İnsanlar birbirine değe değe yaşıyor ve ne yazık ki her zaman iyiler iyilere değmiyor kızım. İnsan, tıpkı zehrin panzehirinin aynı kökten elde edilmesi gibi bir şey. Neyse. Sen benim kusuruma bakma. İnsan beni çok yordu. Ben bundan sonrasını tahmin ediyorum ancak sen istersen anlat kızım. Belki anlatman Dürnev'i özgür bırakır içinde. Onu affedebilirsin." Yüzünün ince, henüz oluşmaya başlamış çizgileri belirginleşmişti. Yirmi yaşın verdiği bütün tazeliği ve kararsızlığı taşıyordu yüzü. Ürküyordu anlatacaklarından.

"Onu mu kendimi mi bilmiyorum ki... O gün olmadan önceki gün beni aradı. Yarın öğlene doğru gidip çocukları almamı istedi. O eve yetişemeyecekmiş. Onu gördüm dün bir dükkanda galiba, gitmem bakmam lazım, dedi. Çok korktum. Anlamıştım. Yine de bir şey demedim. Yapma, diyecektim, demedim. Engel olabilir miydim, bilmiyorum! Kazadan bu yana her an, bırakmasaydım, gitseydim, o kaza olur muydu, beni dinler miydi, bilmiyorum, geceden gündüze hep düşündüm bir yere varamadım. Ablamdı. Eve gel çocukları al dedi, ben de aldım...

Sardunyalar açmıştı. Bir tanesini alıp evden çıktım. Az biraz tökezliyordum. Sol dizim her geçen gün kötüleşiyordu. Yaşam uzamaz yaşlılık uzar, diyorlardı bir filmde. Turuncu çiçeği, kalın yaprakları ile Halim pek hoşlanmazdı benim sardunyalarımdan. O gülcüydü. Özellikle de sarı. Bir dizi mi ne varmış eskiden, bir kovboy dizisi, Sarı Gül diye ve onun güzel sahibesini anlatır dururdun ya bana, sarı güllere ne gıcık olurdum sen anlattıkça... Sana kızgınım Halim. Oğlanı felsefe okuttun beni de bırakıp gittin...

Sen çok az tanıdın Dürnev'i ama tanıdın. Mahkemelerde çok az vaktimiz vardır ama önceden okuyacak anlayacak çok vaktin olmalı, sanık karşına geldiğinde kim olduğunu biliyor olmalısın fakat yüzüne baktığında yabancı olduğunu da unutmamalısın derdin ya, Dürnev'in birini öldürmek için evden çıkacağını aklıma getirmedim son ana kadar. Kaza raporlarına, görenlerin dediklerine bir daha baktım; belli ki ya bir yere koşuyormuş ya da birinden kaçıyormuş. Galiba kimse masum değil  bir ihtimalle karşılaşana kadar. Ben intihara odaklanmıştım. Ön yargıyla baktım biliyorum. O gün ölmeseymiş öldürecekmiş... Kız kardeşinin ağır bir sırrı var artık taşıyacağı. Ne ölmesine ne de öldürmesine engel olamadığı için kendini onunla gömüyor. Ben söylemeyi düşünmüyorum Adem'e. Madem Dürnev söylememiş. Ne dersin; hayat onu kendi kaderiyle mi sınadı Halim? Hayatındaki onca güzelliğe rağmen bir kötülüğü defedemiyor mu insan?

Ben? Ben yaşıyorum işte... Ağrımı sızımı bile seviyorum bazen. Oğlana sitem etmeye bahanem oluyorlar. Gelmiyor pek. Özlüyorum çok da, bir şey diyemiyorum. Zorla gelse bu sefer başka üzüleceğim, en iyisi özlemimle kalayım diyorum. Senin sürekli bu ağaçlarla olmanı kıskanıyorum biliyor musun? Kıskançlığımdan hep şikayetçiydin zaten. Yine de iyi idare ettin beni o konuda. Bir avukat sana gülümsese sen de bana gülümserdin. Biri sana değse sen bana değerdin hemen. Kendine beni hatırlatıyordun belki öyle kimbilir, şimdi düşünüyorumda. Çok severdim o halini. Ağaçlar diyordum; uzun bir doruk ağacı dünyanın halen bizden yana olduğunu hatırlatıyor bana galiba. Hafızasının kötülüklerin yanında güzellikleri de saklayabileceğine, yapraklarının her şarkıyı bildiğine, fırtınayla da gelse rüzgar, üzerinden geçip gideceğine inandırıyor beni. Muhteşem canlılar uzun doruklar. Düşünsene; yerçekimine rağmen göğe uzanan böyle bir azim ve derine doğru yayılmış yüzlerce parça, gitmekle kalmak arasında ne büyüleyici bir çelişki...
***

17 Kasım 2016

Dürnev'in Son Günü - III

Çocukların evde olmaması dikkatimi çekmişti. Dürnev'in kız kardeşinin evden uzaklaştırmak istemesi normaldi bir yandan, diğer yandan bir düzenleri, bir okulları, arkadaşları vardı. Çocuklara baktıkça kızlarını hatırlayacak iki yaşlı insanın gözleri önünde olmaları ne kadar faydalıydı. Karaköy'e geçmeden önce onları görmeye gitmeye karar verdim. Bir torunumuz olsaydı nasıl olurdu? Oğlum giriyor araya. Hiç bir canlı bizim kadar üremiyor Allah aşkına anne! Ürese bile bu kadar çok hayatta kalmıyor. Bir rahat bırakın beni... Sizinkisi geldik gidiyoruz korkusu. *Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun allasen. Aman aman iyi, sanki bir şey diyorum... Kabahat sende değil zaten oğlum, seni felsefe okutan babanda. Neymiş, hakikati arayacakmışsın... Bu yüzden bile her gün söylenmemi hak etti o baban. Hakikatmiş! Hangi hakikat acaba! Aramadan önce neyi kaybettiğini bilmeli insan. Yalanı bilirsen hakikati görürsün oğlum.

Eyüp'de olduklarını biliyordum da evlerini nasıl bulacaktım? Oraya kadar gidip Adem'i ararım diye fazla endişe etmedim ve nedense emrivaki yapmak istedim. Kafamı uğul uğul cümlelerden kaldırdığımda Hakan Pastanesinin önüne gelmiştim bile. Bulvardan aşağı yürümek kolaydı ne de olsa. İlk gençliğimde yokuş yukarı ipragaz taşımışlığım vardı da, şimdi kendimi taşıyamam imkanı yok. Biraz aşağıdan Kabataş otobüsüne, oradan da Eminönü'nden Eyüp otobüsüne geçtim. Gündüz olmasından sebep bir buçuk saati geçmeden Alibeyköy minibüs durağından Adem'i arıyordum. Ev uzakta değildi. Şaşırdı az biraz ama çocukları özledim deyince üzerinde durmadı. Mert beni görünce koştu. Yarı toprak yarı asfalt bir yolun kenarında, apartman olacakken müstakil kalmış üç katlı, bahçe niyetine betonla çevreli bir binanın önünden doğru seyirtiyordu. Hüzünle gülümseyen gözleri beni ve annesini daha önce yan yana görmüş olmanın harelerini taşıyordu. Bir an acabanın iyi gelen olasılığıyla yandılar ve söndüler. Öptüm, başını okşadım. Kapıyı benden önce çaldı. Kız kardeş açtı. Esmer, Dürnev'den daha uzun, beyaz tenli, ela gözlü saçları omuzlarında bir gençti. Uzun siyah bir gömlek, kahverengi bol bir pantolon vardı üzerinde. Divanda kahve fincanıyla bir gazete vardı. Ufaklık bir köşesinde uyuyordu. O da uyuduğu tarafın tersinde oturuyordu belli. L şeklinde iki divan, bir tek kişilik koltuk, koltuğun yanında bir doğalgaz sobası, köşede bir kaç çiçek saksısı vardı. Karanlık, kuzeye bakan bir salondu. Dışarıdaki sıcağa rağmen serinlik hakimdi içeride.

"Hoş geldiniz", dedi. "Ben sizi bir kaç kez görmüştüm ablamın evinde ama isminizi çıkaramadım şimdi kusura bakmayın," diye devam etti. Sabiha kızım. Ablanla aynı mahallede oturuyorum. Çocukları özledim, sizde dedi Adem, ben de bir göreyim istedim. Siz, nasıl, biraz daha kendinize gelebildiniz mi? Anneniz babanız iyiler mi?" "İşte, nasıl olsunlar. mevlide gittiler. Ben çocukları götürmek istemedim. Evdeyiz işte öyle. Çay var içer misiniz, ya da kahve de yapabilirim." Heyecanlıydı. Yapacak hiç bir şey olmadığını bildiğimiz zamanlarda yeniden hayatta kalma fırsatının kıpırtısı vardı sesinde. Kız kıpırdandı ama uyanmadı. "Çok iyi bir anneydi Dürnev. Hele şuncacık kızıyla gülüşmeleri, oğluyla didişmesi gitmiyor gözümün önünden." dedim, ne diyeceğimi bilemeyerek. Acıyı almaya çalışan sözler aramak çok yersizdir oysa. Hangi söz alabilir onu sahibinden, alevler sarmışken insanın içini. Ancak paylaşılabilir, dinlenilebilir ve beklenilebilir onun başı yanında. "Siz savcı emeklisisiniz, öyle mi?", derken sesi sakinleşmiş ama elleri titriyordu. Fincanı hemen aldım ben de. "Öyle. On yıldan fazla oldu emekli olalı. Bir o kadardır ablanların mahallesinde oturuyorum. Onlar geldiğinde kıza gebeydi henüz ablan." dedim bende. Sözü döndürüp kaza gününe nasıl getireceğimi düşünüp duruyordum bir yandan. "İnançlı biriydi, değil mi ablan?" çekinerek yüzündeki tepkiyi takip ettim. "Evet, oldukça inançlı biriydi. Namazını çok takip edemeyebilirdi çocuklardan filan ama, biliyorsunuz, ona göre giyinir, ona göre yaşamaya çalışırdı." "Ben de öyle düşünüyorum. Lütfen yaşlılığıma ve mesleğimin alışkanlığına verin ama sanki kaza değil gibi geliyor bana bu olay. Ondan sordum öyle; canından vazgeçmiş olabilir mi sence kızım ablan? Bunu Adem'e sormak istemedim, en azından emin olana kadar. Onların aralarından kaynaklanacak bir şey olduğunu da sanmam. Etraftaki en sakin en uyumlu karı kocalardan biriydiler. Şimdilerde onlar gibisini görmek zor.

"Bilir misiniz bilmem teyze. Bir dizi vardı, orada Ramiz dayı diye bir karakter söylemişti bu lafı ama kime ait, o mu uydurmuştu bilmem; Kadere inanan insan tesadüfe inanmazmış. Tesadüfe inanan kişiyse kaderini kendi elinde tutamazmış. Ablam kadere inanırdı. Kaderinin bu noktaya geleceğini düşündü mü hiç bilmiyorum. Bazı şeyleri insanın kendisi biliyor sadece... Bir adam vardı, kurt İsmail derlerdi. Çok koşmuş ablamın peşinde. Biz o zaman köydeydik. Hatırlıyorum ben de, sekiz yaşında var yoktum ama her şeyi anlıyordum. İstememiş ablam. Yakışıklı, varlıklı da bir adammış ama istememiş. Yalan dolan bir adammış, ondan kurt derlermiş. Onu bunu kandırır, işini görecem der para toplarmış. Bazen yaparmış da, o resmi daire senin bu resmi daire benim gezer, öyle işlerini halledermiş işte köylünün. Bundan da para alırmış. Kimi zamanda fazladan alır, kandırırmış milleti. Ablam sevmezmiş bu hallerini. İnsanın içi istemeyince istemiyor ya, öyle yani. Babamlar da bir şey dememiş. Yumuşak huyludur babam. Dört kızı olmuş, hani oğlan dememiş misal. Hatta, komik; dünyanın yarısı kızla dolu, bana dördü düştü tüh hanım dermiş de annem gülermiş. İşte bu kurt İsmail, takınca takmış ablama. İsteyip de alamadıkça iyice kinlenmiş. İşte, bir gün babam çarşıdayken eve dalmışlar bir kaç kişi öyle konu komşunun önünde, kaldırmışlar ablamı. Anlıyorsun dimi teyze, kaldırmışlar deyince. Bizim orada öyle derler. Uzun, çok uzun kavak ağaçları vardır, ince belli, beyaz böyle, çok yapraklı değildir. Onların arasından araba gittikçe annem koşmuş, annem koştukça araba gitmiş ama nafile. Dört gün bulamamışlar ablamı. Adem abiyi ilk bizim evde gördüğümde on üç yaşımdaydım. Ortaokul ikinci sınıf, oradan biliyorum. Ablam döndükten o güne kadar neredeyse hiç konuşulmadı bu mesele. Hem de hiç. Bir tek o gün, o günde yarım yamalak, Adem abiyle annesi gittikten sonra, ben konuşayım baba Adem'le. Sen bir şey deme, dedi ablam. Konuşma da bu, böyle ima edildi yani."
*İbn Arabi
devam ediyor...

14 Kasım 2016

Dürnev'in Son Gün -II

Kazaydı. İki doğrudan şahit, yara izleri, polis kayıtları, ambulans, hastane hepsi normaldi. Her gün kaç kez olan, kaç yaşamı bitiren kazaydı işte. Yedisi olmuştu. Evinde mevlit vardı Dürnev'lerin. Ben gittiğimde bitmek üzereydi. Galiba bilerek geç gitmiştim. Kuran-ı Kerim tamamda, o sonrasında ilahi okuyup ev ahalisini ağlatma ritüellerine katlanamıyorum ne yalan söyleyeyim.

Kimse kimseyi rahat bırakmıyor sanki. Ağıtlarımızdan gösteri çıkarmak mutluluklarımızla caka satmak... Derin bir soluk alıyorum istemsiz. Ben mi insanın değişmesini umuyorum yine de bilmem ki... Kendime gülmem gerek.

Biraz dua edip Adem'e bakındım. Balkonda sigara içiyordu. Ağzında dururken biri paketten bir tane daha çekti. Kauçuk ikinci kata uzamıştı neredeyse. Yapraklarının gölgesi vuruyordu olduğu yere, yüzü daha bir kararıyordu bu yüzden. Gözlerindeki ışıltı kayıptı. Boğazındaki yumruyu alıp götürecek bir hıçkırıkta gizliydi her şey, ama gelmiyordu, belli. Belki geceleri, umarım geceleri ağlıyordur. Aklımın çalışması neyle meşgul olsam aynı kalacaktı galiba. Geceleri ağlayan bir adam için düzelir mi ki gündüzler, bilmiyorum. Saçma sapan şeyleri mi sorgular olmuştum ne! Bazen çiçeklerin neden sabahtan akşama açtığını bile sorguluyordum. Hayır, akşam gayet yeşil suladım, ayrıldım başınızdan. Ne oldu da sabah tomurcuklandınız, böyle kahve kahve şişti buralar, ağzıma kadar geliyordu bunlar da gülmekten söyleyemiyordum.  Sonra gidip Halim'e de anlatıyorum bazen bunu. O hiç bir şey demiyor. Eskiden de demezdi aynı. Sabiha hanım, salonda anlatırsınız ne diyecekseniz, savcılık varsa savunma makamı da var. Bir sizi dinleyecek değilim, derdi. Başını yerden kaldırdı ayak sesimle. "Gel savcı hanım, hoş geldin, otur şöyle?" dedi. "Sağol Adem. Çocukları göremedim, bir yere mi gönderdin?" "He, savcım. Küçük baldız var benim. Çalışmıyor, evde. Biraz bizde kalsınlar, evin kalabalıklığı gidene, neyi nasıl yapıcaz anlayana kadar, hem anneannelerine iyi oluyor", dedi. Bugün bile getirmedi hatta. Ben de bir şey demedim. Kız çok soruyor, perişan. Biz de faydalı olamıyoruz ona." "Zor, Adem, çok zor. Allah sabırlar versin. Çok severdim Dürnev'i. Çok iyi bir kadındı. Allah bizden çok sevdi de erken aldı demek. Allah rahmet eylesin." "Amin savcı hanım."

Dizimi balkon demirine dayadım. Ne zamandır ağrıyordu yine. Soğuğu hissedince ağrının ateşi azalıyordu. Elimi dizime koydum, aşağı baktım. Kokuya doğru eğildi gövdem sanki. Aşağıda güller açmıştı. Mayısı bitirmiş Haziran'dan gün alıyordu onlar da. Onlara aylar, bize yılların geçtiği gibi mi geliyor acaba... Biz insanların bazı şeyleri bilemeyişine seviniyorum artık... Bilmemek uzak tutuyor. Üç katlı apartmanın ikinci katındaydık. "Duyduğumdan beri merak ediyorum Adem. Sana da soramadım hemen. Dürnev dikkatli bir kadındı. Işıklardan bile karşıdan karşıya geçmeye çekinen biriydi biliyorum ben, değil mi ki yaya geçidinin olmadığı yerden geçsin. İlginç geliyor bana. Ya da üzüntüden bilmiyorum artık..." "Ben de çok anlamıyorum ama böyle işte savcı hanım. Çarpan adam oralarda çalışan bir esnaf. Karaköy kalabalık yer. Adam yetmiş beşle bile gitmiyormuş. Ama kötü çarpmış zahar. Kenara düşm... Tam o Perşembe Pazarı yoluna girerken işte, biliyorsun. Tünel tarafından hızlıca gelmiş ve yola neredeyse atlamış, etraftakiler öyle demiş hep. Polis şoförü bir iki gün tuttu bıraktı zaten. Tutuksuz yargılanacak ama alt geçit var, ilerde kırmızı ışık yanıyor filan. Neredeyse sıfır suçlu adam. Abla ben senden bir şey isteyecem aslında?" "Dur ben önce bir şey diyeceğim Adem. Ben de bir oraları dolaşayım, soruşturayım ister misin? Mesela, o gün bir işi filan var mıydı Dürnev'in. Niye gitmiş Karaköy'e?" "Hiç bilmiyorum. Genelde bana der, arar söyler ama bir şey demedi. Tek bildiğim sabah çok erken çıktığı." Tamam Adem. Ben, herhalde biraz eski alışkanlık, içime sinmiyor bu durum. Bir bakmak istiyorum izninle." "Ben de onu diyecektim savcı hanım aslında da çekindim. Ben de istiyorum biraz daha öğrenmek, nasıl olmuş, neden öyle yola atlamış."

"Sen çok ölüm görmüşsündür abla. Ben neredeyse görmedim. Babamın babasını hatırlıyorum bir, yıkıyorlarmış caminin yanında bir yer vardı. Babaannem sırtımdan itekledi, git bak olum dedene bak gidiyor, gör bak, diyerek. "Nereye gidecek yaşlı adam öff Babaanne", diyecektim hani neredeyse de, bakmıştım ağlıyordu, bir şey demeden dediğini yapmıştım. On iki yoktu yaşım. Üç adam ayakta, dedem upuzun yatıyordu. Böyle çırılçıplak hani. Adamlardan biri başından su döküyor, diğerleri ayaklarından, diğeri de suyu aşağı yukarı dolaştırıyordu. Ben hayatımda öyle üşüdüğümü hatırlamıyorum abla. Dudakları mosmordu ya, sanki soğuk dudaklarımdan başlamış, ayaklarıma varmıştı birden. Bembeyazdı baştan aşağıya. Pörsümüş derisi, sarkmış karnı, böyle ne yana baktığı belli olmayan elleri değildi beni korkutan. Yoktu abla, dedem yoktu! Orada yatan yüzü, burnu, alnı ilk defa görüyordum ben. Sanki cami avlusundan değil de hiç bilmediğim bir evin kapısından içeri girmiştim. O yokluk, o görmeyiş var ya, bana, dedemle bütün anılarımı o gün bugün anlayamadığım bir boşluğa çevirmişti. Bütün sesi, bütün hareketleri kendimi de izlediğim bir sinema filmi gibi olmuştu. İşte şimdi Dürnev'i düşündükçe bundan korkuyorum çok. Yıkarken beni yanına almadılar. Neymiş namahrem olurmuş artık! Af edersin, bilmem neyiniz batsın dedim içimden. Ben bakacaktım abla. Ben biliyorum Dürnev hala oradaydı. O dedem gibi bedeninden çıkıp gitmemiş olacaktı. Onunla olan her şey benle, bende, biliyorum ama bakamadım işte... Şimdi, bazen evi dolaşıyorum. Çocuklar da yok ya, böyle oturduğu koltuğa oturuyorum, sen yabancı değilsin abla, mutfağa giriyorum, musluğa dayanıyorum, elimi ıslatıp onun yaptığı gibi havluya silerken bana, masaya doğru bakıyorum. Sonra ben, ben oluyorum musluğa doğru bakıyorum onu görüyorum, seviniyorum. Ama korkuyorum. Gidiverecek, olmayacak, o dedemin boşluğu, geri gelecek diye ödüm kopuyor. Bir göreydim yıkarlarken, bakaydım ki orada daha, içim ağrımayacaktı bu kadar sanki abla...

Adem hala yere bakıyordu. Bana anlatmadığı çok açıktı anlattığı ne varsa. İnanmaya ihtiyacı vardı, inandırılmaya ölüme... İnsan uyabilen bir varlık. Uyarlanabilen. Evrilebilen. Evrilen. Oysa duygularla olan bağı asırlardır aynı. Pandoranın kutusu açıldığından beri hepsi aynı.

Hiç bir şey demeden çıktım. Bir iki komşuya başımla selam verip, Barbaros bulvarına doğru yollandım.
devam ediyor. 

11 Kasım 2016

Dürnev'in Son Günü - I

Dürnev Karagözlü o gün öleceğini bilse evden çıkar mıydı bilen yok. İki çocuğunu o gün servise Dürnev bindirmemiş, büyük oğlan küçüğün elinden tutmuş, kapının önünde bekliyorlarmış servis geldiğinde. Servis görevlisi küçük kızı çekmiş kolundan kaldırımdan atlamasına yardım etmiş, oğlan kendi gelmiş arkadan. Benim de aklıma servis görevlisiyle konuşmak çok sonradan gelmişti doğrusu. İlk günler yangına körükle gitmek istemedim. Adem karısını severdi, biliyorum. Herkes bilirdi. Kalıbına baksan kırkını geçmiş sanırsın ama daha yolun yarısındaydı. Gören avizeci değilde Mahmutpaşa'da toptancı olduğunu sanırdı. Pazulu, uzun, heybetli bir adamdı anlayacağınız. Yüzündeki yumuşaklık, gözlerindeki ışıltı tuhaf bile gelirdi. İri, özünün beyazına zıt kahverengi badem badem gözleri vardı. Bizim oralarda elma meşhur ama anam bana gebeyken çok badem yemiş, dermiş Dürnev'e ilk tanıştıklarında. Mahalleye geldiklerinde oğlan kucaklarındaydı. Kıza gebeydi Dürnev. Hani, nereden baksan dört yıl oluyordur geldikleri. 

 "Neden şaşırdın ki bu kadar?" demiştim Beren'e. "Üç yıldır bu serviste çalışıyorum abla dört, bilemediniz beş kez servisi beklemediğine rastladım Dürnev ablanın. Şaşırmam mı. Bir kere hastaydı, birinde yok evde dediler, birinde de minibüsün önü sıra çoktan çıkmıştı evden, babaları bekliyordu. Diğerini hatırlamıyorum ama her gün aynı saatte çocukları beklerdi. Büyüğü dedi, "evde yok abla annem". Ben de daha sormadım tabi. 

Ben dikkat etmemişim tabii o kadar. Nereden, neden edeyim ki. Son dört beş yıldır balkonda ki çiçekleri poyrazdan karayele taşımaktan, nasıl yaşatacağımı şaşırmaktan arada Halim'i gözlemekten başka bir şey yaptığım yok denebilir. Oğlan bizden önce bıkmıştı İstanbul'dan, haklıydı. Ben, Halim'i bekliyordum yine de. "Sabiha teyze gazete alayım mı?" "Yok oğlum, bugün ben çıkacağım, sağol." Pek dışarı çıkmazdım. Evimin sakinliğini yılların uğultulu adliye koridorlarından sonra oldukça seviyordum doğrusu. Ayda bir iki kez bizim balkonda toplanırdık mahalleden belli başlı kadınlarla, Dürnev'de gelirdi. Ben onların ondan bundan anlatmasını sever, onlar da benim, o kadın öyle yapmaz, ay aman bu adam kesin aldatıyor, o kız o çocukla ayrılalı epey oldu, yorumlarımı pek sever, pek gülerdi. Bazen hoşlanmasam da kendim de halimden, emekli ve mesleğinden soğumuş bir savcı için ne yalan söyleyeyim keyifli saatlerdi. Sayısız cinayet bir o kadar katil, ve ölmek isteyen insanlar görmüştüm. Öldürdüğü için ölmek isteyenler, öldüremediği için kahrolanlar, pişman olanlar, pişmanlığından esef duyanlar, hiç yaşamasa da ölmekten ödü kopanlar; hepsi insandı... Yaşamdan bıkmışlar fakat yaşamaya çalışmaktan usanmamışlar... 

Kollarım daha az ağırlık kaldırıyordu günler geçtikçe. Yüzüm hep kuru, gözlerimin feri az, ayaklarım yavaş, sızılıydı her geçen gün daha çok. Yetmiş iki yıldır bu dünyayı seyrediyorum, yine de doydum diyemiyorum. Kim diyebildi ki? Bazı şeyleri insanın kendisi bilmeyince kimse bilmiyor... Neden öldüğünü biliyor mu acaba insanlar? Dürnev'in ölümü bütün mahalleyi şaşırtmıştı. Ölümün doğası buydu. Bu kadar gelmesi muhtemel ama bu kadar şaşırtan başka bir ihtimal yoktur. Dürnev, iyi bir insandı. İyi insanların erken ölmesi başka başka üzüyordu insanı. 
devam ediyor...

08 Kasım 2016

Rüya

Rüyamda bir kadın; yirmi beşlerinde kısa, kapri denilen cinsten bir kot pantolon giymiş, uzun düz siyah saçlı, sıradan ama tanıdık olmayan, daha önce görmediğim fakat görmemin muhtemel olduğu, güzel denebilecek yüzlü, beyaz tenli, otobüste çapraz karşımda oturuyordu. Ben kitap okuyordum. Ondan biraz daha kısa kot pantolon giymiştim. Camdan etrafa bakarken birden yanıma geldi ve "utanmıyor musun böyle kısa pantolon giymeye", dedi. Şaşırdım, fakat paniklemedim. Genel yapıma uygun olmayacak şekilde sakindim bu söz karşısında. Bu tür yargılamalara olan ya da ülkede giyim tarzımıza karşı bir baskı hassaslığım olduğundan değil paniklemeyeşime şaşmamam. Bu tür doğrudan bir suçlamada genelde ne yapacağımı bilemeyebilir, donup kalabilirdim. Öyle olmadı. Şaşırmam bunaydı. Hafifçe doğrularak, konuşmaya başladım. "Sana ne", dedim. "Benim, yanımdakinin, bu otobüsteki herkesin, başkalarının nasıl giyindiğinden sana ne. Dünyada dert edinecek milyonlarca sorun varken sen neden birinin kıçının ne kadar örtülü olup olmadığıyla bu kadar ilgilisin." Sonra otobüse doğru döndüm. Kafalarını sallayarak bana hak veriyorlardı. "Sizlere ne oldu Allah aşkına! Bu ülkeye ne oldu! Hangi günahınızdan kaçmak için bu kadar Tanrı arar oldunuz? Hangi günahınızı örtmek için bu kadar masumun kanına girer oldunuz." Böyle dedim. Rahatlamamıştım... Camdan bakmaya devam ettim. Ağır bir nem yeryüzüne inmiş, bütün renkler buğulanmış gibiydi. Bir kadın, belli belirsiz bir karaltı yürüyordu kenarda. Uzun bir çimenlik görünüyordu önünde yeşilden siyaha ve griye dönen. Ve tuhaf filimsi yaratıklar yanında... (Tam karşılığı olmasa da bir başka ifadesiyle...

05 Kasım 2016

Şiir

"...Sızlar bir yerlerim, adsız ve kayıp,  Sızlar usul usul, dargın..."
foto: Hasan Erdoğan, 2016 Ankara
sözler: Ahmed Arif, Kara şiirinden.