07 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: VI

-Dövmeni değiştirmişsin, demedim.
Düşündüm yeni şekli merak ettim ama sormadım. On yedi yıl önce neye benzediğini biliyordum yeni halini bilmesem de olurdu.
- Ne zaman yaptırdın dövmeni, dedim kanepe de dövmesine de bakarak.
- Kendim yaptım on yedi-on sekiz yaşlarında.
- Nasıl yani, kendi kendine nasıl yaptın ?
- Toplu iğne ile yaptım, n'olacak?
- Çok acır!
- Yok, acımadı.
-Kimin yüzü?
- Ne'bilim yüz işte.
Çirkin, şekilsiz bir yüz resmi vardı sol omzu ile dirseği arasında, benim iri verem aşımın olduğu yere denk geliyordu. Siyah kara kalem ile çizilmiş gibi küçük bir suratken onunla birlikte büyümüş gibi bir insan suratı. Dövmeler vücut ile birlikte büyürmüş zaten. Güneşli bir yaz günüydü, deniz kıyısındaki evden şehrin tam ortasının tam ortasındaki bu eve taşınalı bir yıl olmuş ya da olmamıştı. Hala ev arıyordum belki iş de ama hatırlamıyorum şimdi. Ara ara bu evde ara ara başka evlerde kalıyordum. Camdan içeri aydınlık giriyordu, yıllarca sabahları kalkar kalkmaz perdeleri açmamın bir nedeni olması gerektiğini düşündüm, her şeyin hep bir nedeni olması gerektiğini düşünürdüm, niye bir nedeni olması gerekiyordu her şeyin ? Hayata tutunmanın bir nedeni olabilir miydi bu? "Sıradan olamaz hayata gelme nedenim, bir sebebi olmalı" fikri ile ortalarda dolaşmanın ne kadar aptalca olduğunu sanırım ölürken "hiçte bir nedeni yokmuş" dediğimde anlayacaktım, kim bilir! "Tanrı zar atmaz" demiş Einstein oysa Kuantum Fizikçiler Einstein yanılmıştır der; Tanrı zar atmıştır ; protonlar ve nötronların neye göre hareket ettiğini çözebilmiş değillerdir henüz. İnsanın anlardan oluşan hayatının hem kendinin hem çevresinin her an değişen etkileşimleriyle önceden belirlenebilmesine inanmak güç, yine de yaşananların bir nedeni olmadığına inanmak daha da güç. Kuantumcuların kedisine bakarsanız vardır, bakmazsanız yoktur. Neresinden bakıyorsanız öyle görüyorsunuz olayları, hayatı.

Dövmesini ilk defa görmemin nedeni, belki aydınlık olması belki ilk defa kısa kollu halinin sol yanında oturuyor olmamdı. Kashmir çalıyor, Led Zeplin övülüyordu Ç'ce. Bir ara hiç unutmadığım herkese söylediğim ama kimsenin inanmadığı bir şey söyledi; "Janis Joplin üniversitenin en çirkin erkeği seçilmiş, biliyor musun? "O kadar çirkinmiş yani!"dedim. "Evet."

Şaşırdım ama hiç sorguladım ne o gün ne de bugün bunları yazarken...Demek o kadar çirkinmiş ki, üniversitenin en çirkin erkeği seçilmiş diye düşündüm gülümseyerek. Hemde o tiz sesine rağmen. Sonraları Janis Joplin CD'leri aldım, çok sonraları bile dinledim, Led Zeplin'den daha çok sevdim ve yüzüne bakıp bakıp o kadar da çirkin değilmiş dedim...

Değer biraz çalışıyor biraz okuyordu sanki, bense çalışmazsam ölecek gibi bir hisle iş arıyordum. Çalışmalıydım ben, yoktu ki başka yolu...O sıralarda Sabiha ile aynı yerlerde iş arıyor aynı sektörün farklı kapılarını çalıyorduk, ikimizde bulduk... İstanbul'da yaşamak için en az iki şeyden birine sahip olmalıydınız; zaman ve para. Biz zamanımızı iş sahiplerine satmıştık yerine alacağımızı sandığımız paraya karşılık...Anladık bunu anlamadık değil ama seksenli yılların sindirilmişliği, her şeyi olduğu gibi kabullenmeye öncelikli yetiştirilmişliğimiz ile girdiğimiz çemberden çıkmak önceleri aklımıza gelmedi sonraları çıkacak yer bulamadık sanırım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder