31 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: XIII

Yayla çiçeğini özlemiştim, sarı, minik minik yuvarlaklar şeklinde, yıllarca kuru kalabilen sadece Karadeniz yaylalarında gördüğüm bir çiçekti, çam çiçeği de denirdi sanırım, güzel kokardı.

-Yaylaya gideceğim belki yazın.
-Kız kardeşlerinle mi?
-Belli değil, gidersem yayla çiçeği getireceğim sana çok güzeldir, saklarsın.
-Olur getir.
...
-Ellerin acıyor mu?
-Yok ya, yok ellerimde bir şey, kalacak öyle.
-Sonra sorun olmayacak mı?
-Bilmiyorum olur mu, n'olacak kalır öyle.
...
- Git, bundan sonra bekleme, çok kalabalık.
- Olsun beklerim, bakınıyorum etrafa.
- Kimseyi tanımıyorsun ki kime bakacaksın!
- Olsun.
- N'aparsan yap o zaman.
...
- Kitabı okudun mu?
- Okudum ilginç, nereden aldın?
- Cumhuriyet kitap kulubü ekinde görmüştüm. Kese kağıdında satılıyordu biliyor musun ?
- İlginç.
...
- Deniz hala sende mi kalıyor.
- Evet.
- Gör bak gitmeyecek O.
- Yok canım gidecek, ev arıyor.
...
- Değer'i gördüm geçenlerde yolda.
- Hmm, nasılmış?
- İyi, gelmiyor mu hiç seni görmeye.
- Geldi bir kaç kez.
- O kadar aynı evde kaldınız bir kaç kez mi geldi.
- Herkesin işi gücü var, n'palım.
...
- Hadi git artık bak sesleniyorlar.
- İyi, gelirim yine.
- Eyvallah.
...
O sabah o uzun caddeyi yürüyüp bitirdiğimde geçen dört buçuk yılı bitirecek, masama oturduğumda "olmaz, yapamam" diyecektim. Bir daha görüşmedik sayılır Ç ile. Belki iki tesadüfi karşılaşma, üç ya da dört telefon görüşmesi. Sağdan soldan duydum iyi olduğunu, işe başladığını, tek başına yaşadığını, işine yakın bir evi olduğunu. Sinem'in iş yerine yakın bir evdi, bazen selam yollardı Sinem ile karşılaştıklarında bana.

- Nasılsın Canan ?
- İyiyim, sen ?
- Neler yapıyorsun, aynı iş yerinde misin ?
- Evet, sen iş buldun mu, nasıl gidiyor.?
- İyi, buldum işte bir şeyler.
- Neler yapıyorsun?
...
- İşte böyle. Mesela; geçenlerde bir dergide bir yazı okudum, çok iyiydi, yazarına ulaşmaya çalışıyorum, bir psikolog muş aynı zamanda.
- Bu öğrenme, anlama çabanı takdir ediyorum şahsen. Hala tutunmaya çalışıyorsun di mi Canan?

O telefon görüşmesinden muhtemelen sekiz yıl sonra da benzer bir şey söyleyecekti Ç. Yalnız bu sefer daha alaysız, daha uzak daha ağır bir ciddiyetle. "Hayata tutunmaktan neden vazgeçmiyorsunuz ki...  "Tam da kendimi hiç bir şeyden tutamaz hissettiğim, hayatımda tutunduğum en sağlam şeyin "nefret" olduğu, ancak artık onunla da ne yapacağımı bilemediğim bir zamanda!

Aynı şehirde hatta aynı semtte oturmamıza rağmen hiç karşılaşmadık, hiç aynı vapura binmedik, aynı sokaktan geçmedik, aynı otobüsü yakalamaya çalışmadık, aynı sinemaya gitmedik, aynı kitapçıdan hiç bir şey almadık, aynı parkta oturmadık, aynı denize bakmadık hiç... Ölüme çok yaklaştığım bir gün bir mesaj, bir de ışıklarda bir karşılaşma sadece... "İyi olman ne güzel" Öyle yazıyordu mesajda. Evet öyle not almışım buraya...

Bir kaç şiir vardı geri kalan sayfalarda. Şiirden daha çok şiirlerden alıntılar kısa, uzun, bazen sadece bir cümle... Kapattım günlüğün arka sayfasını. Vardı daha birkaç sayfa, lakin yoktu anlatmaya gerek. Marquez'in dediği gibi; "insanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığın ve anlatmak için nasıl hatırladığındır".

Bazı hikayelerin tamamı anlatılamaz, bazıları da ifade edilemez, bu hem anlatılmayan hem de ifade edilemeyenlerdendi... Bazı hikayeler size var olduğunuzu hatırlatır, bazıları hiçliğinizi... Bu hikaye "var olmakla" başlayıp "hiçlikle" bitenler dendi...

Bu bir hikaye denemesidir sadece başta denildiği gibi, daha güzel hikayeler yazılabilmesi için...Bu hikaye Ç'nin Canan'daki hikayesidir. Ç 'nin geri kalan hikayesini; kim bilir? Canan'ın hikayesi burada neredeyse yok bile... Böyledir hayat böyle olmak zorundadır "kavranabilir, baş edilebilir" olması için. Baktığımız yerde olan “şey” değildir, bizim durduğumuz yerden görebildiğimizdir... Sana göredir, sensindir.

28 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: XII

-Ne dedi annenler benim için?
-Ne diyecekler, hiç bir şey.
-Hadi demişlerdir bir şeyler, söyler anneler mutlaka. Çok sevimliydiler sevdim ben. Sıkılarak oturdular iş yerinde hep, çay içtiler gittiler.
-"O kız seni almaz oğlum" dedi annem.
-Niye?
-Bilmiyorum öyle dedi, zor dedi.

Pencerenin kenarına tüner, elinde bir şey ile oynar, tıpkı kanapede oturur gibi rahatça sorardı, anlatırdı... Ayakları ağrımazmıydı bir insanın onca saat, ağrımazdı işte benim de. Muhtemelen Ç'ninde... Birini yaşamak demek ne demek, öğrenmiştim o yıllarda...Yazmak, okumak nasıl uzundu, nasıl bir "yaşam" olabiliyordu biri diğeri için öğrenmiştim. Çok severdim yazmayı O'na, çok severdim okumayı O'nu, hatırasını anlatamayacak kadar çok... Ç'nin de sevdiğini biliyordum, bunu hissediyordum, yazmak için okuduğunu, okuduklarını kendiyle birleştirdiğini, kendinden katıp katıp, kendini nasıl yazdığını biliyordum. Sonra; sonraki aylarda yazmakla anlatamadıkça nasıl kahrolduğunu anlamıştım ama yetmemişti işte...

O düğün gecesi beklediğim yere geldiğimde hala düşünüyordum geçen dört buçuk yılı. Bazı şeyleri asla anlatamazsınız, ne söylesiniz yetmeyeceğini bilirsiniz, bu geçen zaman öyleydi, hatrıma gelenler, kulağımda duyduklarım, gözümün önünde canlananları bir bir bıraktım Ç'nin dönüp gittiği köşe ile benim aramdaki iki kilometrelik caddeye, adım adım serdim. Tren gişelerine gelmeden solumdaki kilisenin bahçesine daldım, banka çöktüğümde olmaz diyordum, yapamam ki ben korkarım. O ince çizgiden geri düşmüştüm işte yine, kalamazmıydı dostum gibi? Aşkı bilmiyordum işte. Çocuktum, salaktım, kendimi sevmeyenleri sevmekte de oldukça yetenekliydim. Biraz daha oturdum bankta. Gerçekten bilmiyordum ne olmuştu? Ne olmuştu da birden, onunla ölebileceğimi düşünebilirken bir küvetin içinde sırayla, buz gibi bir rüzgar esmeye başlamıştı ona bakarken...

Dörtbuçuk yıl bilmiştim ki Ç 'ydi o, altmış yıl sonra arasam telefonu kapatmadan gelebilirdi sanki, öyle hissederdim o zamanlar ve sonraki yıllarda da. Aşkına gözümü kapatırken biliyordum ki arkadaşımdı o, dostumdu, hem öncesinde hem sonrasında aramızdakinin ismi değişse de zaman zaman Ç'ydi o benim için, hem gözlerindeki kahrı silmek istediğim hem "yapamam" dediğimdi. O başkaydı, o dokunamayacağımdı...

Kalktım banktan caddeye çıktım tekrar, yine geç kalmıştım işe, niye standart saatler vardı ki sanki akşamları kimse sormazdı " çıkıyor musun" diye, sabahları hep "nerede kaldın" Umrumda değildi bu sabah, erken bile gidiyordum hatta. Ç iş bulabilecek mi acaba? Bulur umarım kısa zamanda, ev de bulur rahat eder inşallah, yürümeye devam ettim...

Anneler neden genelde hep haklıdır diye düşündüm, bilet alırken. Onca yıl gözünün içine baktığı oğlunu emanet edeceği kadın hep çok önemlidir anneler için, yermesi, sevmesi, oğluna bakışını takip etmesi hep bundandır. Kız çocuklarına bir şey diyemezlerdi, onlar başka ailelerin evlatları olacaktı ya, kapıdan çıktımı geri dönmesi zordu, annelerin kendi de böyle bildiğinden, öğrendiğinden, onlara bir şey diyemezlerdi, güçleri yetmezdi, ama oğul öylemiydi; oğul direğiydi, gücüydü, kocasından öndeydi gayrı. Benim bir oğlum olsa! Sahi olur muydu bir gün bir oğlum? Zaten çocuk deyince aklıma hiç kız çocuğu gelmezdi, kendimi bildi bileli çocuk dendi mi bir oğul gelirdi aklıma. Kimbilir belki Karadeniz toprağının kattığıdır bu. Güldüm tren hareket ederken, ne saçma, Karadenizde doğmakla oğul istemenin ne ilgisi vardı. İnsanın Babaannesi onu "oğul balım gelmiş" diye severse ilgisi olur elbet...Kızmalı mıydım Babaanneme kim bilir, beni babamdan ötürü seviyormuş demek...

Yok canım, babaannemle ilgisi yok, erkek çocuklarını seviyorum sadece işte diye düşünmeye devam ettim, hem dedem de; "yayla çiçeğim, Cananıımm gel yamacıma" derdi. O da kız çocuklarına, kız torunlarına ölürdü. 

25 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: XI

- Görüşürüz.
- Görüşürüz.

O sabah o köşeden ayrıldığımda uzun bir yürüyüş olacağını biliyordum daha başından. Ayakların geri geri gitmesinden bilir kişi o yol yürüyerek bitecek bir yol değildir gayri...

İşe gidiyordum. Öyle odaklanmıştım ki o sabah işe gitmeye, arkamdan baktığını düşündüğüm ama dönüp de bakmadığım gözlerine böyle yakından, böyle içine bakabilmek için bir buçuk yıl beklemiştim oysa. O sabah "istemiyorum" demiştim. Bu kadar, istemiyorum. Neyi istemiyordum ki oysa; Ç'nin beni sevmemesini mi? Ne yapmıştı ki Ç bana? Niye sevmesin di? Hem biri sevme deyince sevmeyebiliyor muydu insan? Sağdaki simitçiye takıldı gözlerim; alsam mı dedim önce sonra hele bir iş yerine varayım da dedim kendi kendime...

Geçemez denilen dört buçuk yılı düşünmüştüm; zaman nasılda göreceliydi, Ç'nin dört buçuk yılını, kendi dört buçuk yılımı düşündüm. Zordu Ç için, belki "zor" azdı anlatmak için, hem de çok az. Acaba bugünkünden daha az mı üzmüşümdür o zamanlarda? Yok dedim içimden, bugün daha azdır üzmüşlüğüm, o yıllarda güneş yoktu, yağmur yoktu, yeşil yoktu, yardım edecek kimse yoktu. Sanırım şimdi daha azdır verdiğim hüzün. Böyle düşündüğümü hatırlıyorum o zaman ama şimdi ne kadar da saçma düşünmüş olduğumu düşünüyorum. Kim kim için neyin daha acı ya da üzüntülü olabileceğini gerçekten bilebilir ki, nereden bilebilir ki? Bilemez... Sadece böyle vicdanının kaynayan sularını durgunlaştırabilir biraz, kendince, kendini kandırdığınca...

Henüz açılmamıştı kitapçılar, camları silen bir kaç kişi bir de kuşlar vardı köşelerde. İlk görüşümü hiç hatırlamıyordum O'nu düğün gecesinden sonra. İlk kim kime ne demişti? O zaman da şimdi de hiç bir şey hatırlamıyordum... Sonra söylenenler o kadar çoktu ki, hiç bir önemi yoktu belki de ilk cümlenin. Hayatımda kimseye bu kadar çok anlatmamıştım. Salı günleri demiştim, her salı geleceğim seni görmeye, biraz tutmuştum sözümü biraz tutamamıştım. Ne gel demişti Ç, ne de gelme... Saçımı kestireyim mi demiştim bir keresinde "Ben ne bileyim" demişti. Bir keresinde "korkuyorum" demiştim, "Kimden, söyle bana" demişti... Saçımı kestirmiştim ama korkmamıştım.

Bir keresinde, Ç 'yi sormuştum; buradaydı ama gitti demişti arkadaşı. "Nereye gitti ki" demiştim panikle "Nereye gidebilir ki" demişti gülerek, buralardadır... Saatlerce beklerdim, sabah ezanı okunmamış olurdu beklemeye başlamadan önce, en sevdiğim şeyden; uykudan, öyle hızla kopardım ki o sabahlar, ya bir çocuk uyandırabilirdi beni ya da Ç, öyle derdim o zamanlar. Bekledim çok demeye, çok uykum var demeye utanırdım, utanmalıydım da. Okurdum, insanlara bakardım, bakardım... Sonra ne anlatırdım hiç hatırlamıyorum. Toplasam bir gün etmezdi hatırladıklarım, oysa insan bir buçuk yıl ne anlatır birine... İki mi, üç mü, yoksa bir yıl mı ? Bazen bunu da karıştırıyordum. Hep bir hüzün vardı gözlerinde, yüzünde masumiyet, ellerinde; niye en çok ellerini merak ederdim hatırlamıyorum? Belki öylesine, belki öyle sallardı sağa sola konuşurken ondan, elleri çok vardı gözlerimin önünde. Terini hatırlıyordum ellerinin, sıcaklığını, yıllar sonra bile duyumsamak bunu! Taşıması zor bir anı. 

Serin bir sabahtı, bu caddenin en güzel zamanıdır sabahları, az insan, henüz kokmaya başlamamış yıkanmış sokaklar, kapısının önünü yeni süpürmüş dükkan sahipleri gürültüyle konuşuyorlar, arada gülüşüyorlardı... Tuhaf bir şey eksikti hatıralarımda gözümün önünde: kahkaha. Hiç kahkasının sesini hatırlamıyordum. Ne o günlerde ne sonra ne önce... Gülümsemesi vardı ama kahkahası yoktu. İnsan hiç gülmez miydi? Ç kahkahasızdı benim için. Sanki yeni fark ediyorum ben bunu, ne enteresan; daha önce düşündüğümü hiç hatırlamıyorum. Acaba çok duymuştum da şimdi mi böyle tuhaf, saçma bir hisse kapılıyorum hani, sırf son günlerde güleç görmedim diye...

Ne acıdır bir insan için bir insanı kahkası olmadan hatırlamak! Ya da ne hazindir öyle zamanlarının yandaşı olamamak...

Deli ile dahi arasındaki ince çizgi gibiydi Ç'nin dostluğu ile aşkı...Bazen deli bazen dahi olduğu insanın... Nedensiz, sanki hiç düşünmeden başka bir zamana geçmiş gibi, "yapamam" demiştim işte. Yok, olmaz, nasıl yaparım ki? Korkuyorum, ben olmazsam ailem olmaz, onlar yapamaz diğeriyle demiştim. Ç o zaman "Neden korkuyorsun, söyle bana" diyememişti.

Daha yol yarı bile olmamıştı ama ayak bileklerim ağrıyordu, sanki altı saattir yürüyordum iki kilometrelik yolu...

22 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: X

-Doğum günüm için mi? Gerçekten mi?
- Evet, niye bu kadar şaşırdın?
- Bilmem, beklemiyordum, güzelmiş nerden aldın?
- Almadım, yaptırdım. Kolyeydi normalde onlar küpe yaptırdım.
- Sedefi severim, teşekkür ederim.

O düğün gününden çok öncelerde bir zamandı. İki küçük sedef kuşu elimde tutuyor, nasıl yapılmış olabileceklerini anlamaya çalışıyordum. Kolye hallerini sanki görmüştüm ama tam da hatırlamıyordum. Ç, kanepede oturmuş gülümsüyordu. Siyah lekeli tarafları içe gelecek şekilde sallamalı kulplara monte edilmiş, sedeften iki küçük kuş. Bu sahneyi düşündükçe ilerki zamanlarda, çok ileri zamanlarda aklımda kalan şeyi karıştırıyordum; yaptım mı demişti yaptırdım mı? Ne demişti, yaptırmış mıydı, yapmış mıydı? Bazen böyle beynini yiyebilir insan. Neydi? Hatırlamanın hiç bir öneminin olmadığı, ne gelecekte ne de şimdiki zamanda hiç bir şeyi değiştirmeyecek bir detayı böyle günlerce düşünebiliyordu insan, insan işte bunları yaşayarak öğreniyordu... Düşünüyor düşünüyor, yok hatırlamıyordum. Biri düşmüştü kulağımdan dört beş yıl sonraları, ya da çok daha sonraları, yaptırmayı hiç düşünmedim aynısından, tek takıyordum, tek bir kuşu kulağımda taşımayı seviyordum. Belki on yıldır da takmaz olmuştum. Bazen elime alır bakar ama takmazdım.

Bu görüntüyü neden unutmadığımı düşünüyordum bir de ki unutan, çok unutkan bir insanımdır. Küpeler? İz? Neydi, neyin iziydi, o gün hep başka bir şey olmuş olabileceğini, benim o olanı unutmak için ya da unutmuş olduğumdan küpelere takıldığımı düşünürüm. Yoksa nedir, küpe işte...

Bir keresinde de bir bilmecenin cevabını düşünmüştüm; hani şu kral üç vezirinin başına şapkalar yerleştirmiş ve sormuş: Başınızın üzerindeki şapkanın rengi nedir?
Daire şeklinde birbirine bakan üç vezir birbirlerinin başını görüyor ama kendi başlarındaki şapkayı göremiyor. Kralın elinde üç kırmızı iki beyaz beş şapka olduğunu da biliyorlar. Önce hangi vezir kendi başındaki şapkanın rengini bilirse kralın kızıyla evlenecekmiş.

Bu arada yeri gelmişken bu kralların tüm kızlarının uğruna hep en olmaz şeyler yapılabilecek, feda edilebilecek kadar güzel ya da ulaşılmaya çalışılır olmasından ötürü kınıyorum ben bu masal dünyasını. İktidarın hep "en" olmasının " öteki" ile uzaklığı artırma çabası değil de nedir bu! Yapmayın bunu çocuklara...

Cihan, Ç, birileri daha kalabalık bir caddede yürüyorduk, zaman kimbilir ne zaman, ama düğün gecesinden önceki bir zaman, biri sormuştu ortaya bu bilmeceyi. Ben bilmiştim. Ç; "Hadi canım sen bunu bilemezsin, kesin önceden biliyorsun" demişti. Israrla bilmediğimi söylemiş, çözdüğümü iddia etmiştim. Bu sefer de şaşırmıştı Ç, "Nasıl bildin, bravo" demişti.

Evet, cevabı biliyordum önceden, bunu daha sonraları da hiç söylemedim O'na. Ç, "bilemezsin" dedikçe gıcık oluyordum. Düşünsem bulurdum ya da bulamazdım bilmiyorum. Strateji oyunlarına aklımın hiç ermediğini o zamanlar o kadar iyi bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Bir sonraki hamleyi karşımdakinin hamlesine göre düşünüp, tüm kombinasyonları bulup, en yapamayacağı ya da benim en baş edebileceğim hamleye göre hamle yapmayı hiç beceremedim o yüzden de hep dümdüzümdür, bodoslamayımdır... Ve bu iyi bir kişilik özelliği, iyi bir şey gibi okunsa da ilk bakışta; değildir. Düşünmeli insan, hep düşünerek yürümeli... Bazen çevremdeki bazı arkadaşlarımın; "Öyle düşünmesen öyle yapmazsın" gibi gibi cümlelerine gülümserim ben. Beni iyi tanıyanlar da gülümser. "Kesin bir şey düşünmemiştir O, öylece gitmiştir, öylece kalmıştır, sadece durmuştur..." derler.
İşte, zekâmın kanıtı buymuş gibi şaşırmasına, bilemezsin tavrına sinir oluyordum.

Bazende acaba öyle değil miydi o gün diyorum sanki başka olmuş gibi geliyor; Sanki bilmeceyi Ç bilmiş, ben bir türlü anlamamıştım mantığını. Ç 'de benim bir türlü anlayamıyor olmama sinirleniyordu... Ben de O' nun bana sinirlenmesine sinirleniyordum işte yine aynı sebepten. Değildim işte, öyle zeki çok akıllı bir kadın değildim ben...

Yine de güleç, gülünen bir gündü o gün... Birlikte öldürülen nadir zamanlardan biriydi. Kırmızı güderi kalın bir mont vardı benim üzerimde, uzun yıllar giyeceğim bir mont, siyah deri bir mont olmalıydı Ç'nin üzerinde.

Yaklaşık beş yıl sonra aynı caddenin aynı en kalabalık köşesinde ama henüz kimsenin penceresini açıp dışardan bakmadığı, henüz perdesini aralamadığı, güneşin henüz ısıtmadığı ama aydınlattığı bir vakitte; düğün gecesinden çok sonraları bir zamanda "Gelme artık giderim ben" diyecektim..."Garanticisin sen, herşeyin garanti olmasını istiyorsun." diyecekti. "Belki" diyecektim. Belki...

19 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: IX

-Düğüne gidelim mi?
- Gidelim.

Bir resmi bayram günü o düğüne gitmek üzere sözleşmemizden ne kadar zaman önce hatırlamıyordum fakat aylar önce olması çok muhtemel; Değer'den ayrılmış, Deniz ile görüşmeye başlamıştım. Tezimi teslim etmiş, istediğim gibi bir işe girmiştim bile.

Ç ile görüşmez olmuştuk. Bazı zamanlar Cihan haberdar ediyor bazı zamanlar rastlaşıyorduk. Okulunu gezmeye gitmiştik bir ara, fakultesini, kantinlerini, hatta okul konserlerinden birinde MFÖ vardı sanırım tam da hatırlamıyorum... Civarındaki ünlü yerlerde kuru fasulye dahi yemiştik. Ç okula gidiyor, Değer'le kalıyordu. Deniz ile yollarımızın sonuna yaklaştığı zamanlara denk gelen o düğün günü buluşmak için, şehrin en kalabalık yerini ve akşam saatlerini seçmiştik. Zira düğün yerine on dakika yürüme mesafesiydi. Siyah bir etek, yeşil-kahve çiçekli bir gömlek vardı üzerimde, saçlarım her zamanki gibi küt kesim ve omuzlarımdaydı. Öyle kuaför yapımı bir saç hali ya da makyaj falan yoktu tabi. İlk işime girdiğime yöneticim ile en büyük tartışmalarımız makyaj üzerine olurdu zaten. Tartışma da denemez ya o makyaj yap güzelim derdi, ben "tamam tamam" derdim, günleri geçirmeye çalışırdım. Sevmiyordum işte. Telefon kulubelerine yakın noktada ayakta bekliyordum. Bir saat bekledim. İkinci saat bekledim. Enes'i aradığımı hatırlıyor ama hangi evi hangi numarayı hiç hatırlamıyorum. Belki de Enes beni bulmuştu ama nasıl bulabilirdi ki onu da hatırlamıyorum şimdi. Değer'in evine gitmeyi düşünmüştüm ama Enes ile konuşana dek ayrılmamıştım oradan. Bir saat daha bekledim Enes ile konuştuktan sonra, "gitme eve" demişti Enes. "Evde olsa gelirdi, sabah nasıl olsa çıkar ortaya" demişti.

Ukaladır, böyle diyebilirdim Ç için rahatlıkla ama en çok sözünün eridir, arayacağım derse arar, geleceğim derse gelirdi. O gece gelmedi Ç, gelemedi bir daha hiç.

Caddeyi boydan boya yürüdüğümü hatırlıyorum. Düğüne gidip gitmediğimi hatırlamıyorum, tek başına gittiğimi hiç sanmıyorum çünkü kimseyi tanımıyordum. Bir yandan merak ediyor bir yandan Enes 'in "merak etme sabah ortaya çıkar" demesine takılıyordum. Bir zaman sonra merak etmedim bir işi çıktı herhalde dedim. Kitaplara daldım, sokağın kafa bulandırıcı, sanki yerden insan bitiyormuşcasına, giderek kalabalıklaşmasına daldım yürüdüm...

Ceyhan'nın evine vardığımda saat gece yarısı olmuştu. "Ç gelmedi düğüne gitmedik" dedim. "Bilmiyorum, gelemedi galiba" diye cevapladım hemen hemen her sorusunu, her zaman meraklı olmuş Ceyhan'ın...

16 Temmuz 2016

Bilmek ya da Bilmemek

Umut öyle seyredip bekleyeceğimiz bir şey değildir... Umut, istemenin, irade göstermenin, eylemin kendisidir." Nilgün Toker

Uzun bir yol görünüyordu daha önümde. Dağlara ve çimenlere baktığımda sonsuz gibi görünüyordu dünya, yaşam, olan, olmayan ve olacak olanlar...

çambaşı yaylası
Çambaşı yaylası

Böyle yürüyüşlerde aklıma bilmediklerim gelir; ne kadar az bildiğim, bilmek istediklerime yetmeyecek olan ömrüm, bilinmesi gerekenleri bilip bilmediğim hatta... Hem, bilmek; ne için olabilirdi? Huzur? Mutluluk? İnsan acıdan ve kederden kaçar. Yaşamın kısa olduğunu görmesi, bilmesi ve hissetmesi ona sayılı zamanını sevinç, mutluluk ve hazla geçirmesini salık verir, en azından sakin ve huzurla... Ve bunlar için bilmek, olması gereken en son şey gibi görünüyordu bana şimdi, görebildiğince yeşil ve sonsuz haz veren dağlara baktıkça...

Dün gece yaşadığım ülkede olanlar; tahayyülü zor şeyler. Bilemediğim, ve sanırım, bilmek istemediğim çok şey var. Emin olduğum; bugün ön görülen sonuçlarından çok daha başka, akla zor gelen ya da gelmeyen sonuçları olacağı olanların. Bilmekten ziyade hissediyorum; mutsuzum, huzursuzum ve umutsuzum. Bir yerlerde bir yanlışlık var, bunu biliyorum... 

13 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: VIII

zülme, seni haketmiyor, bırak gitsin.
- ...
- Ağlama lütfen.
- ...
Niye? Niye anlatılır hikayeler? Yüzyıllardır yazılan romanlar, hikayeler ya olmuşun hikayeleridir ya olacağı hayal edilenin. Ya birilerinin kendi hikayeleridir ya birilerinde ki hikayeleridir. Ne olmuş değişebilir ne de olacak oldurulabilir anlatmakla. Niye anlatılır hikayeler?  Anlatmak ne içindir ?

Bir kadının ağlaması ne kadar alışkın bir durum ise bir erkeğin ağlamasıda o kadar şaşırtıcıydı benim için o an. O gece Malik'lerin evine kalabalık bir grup Çardak kafede buluşulup gelinmişti. İyiydi Ç kafede, bana sarılıyor, gülüyor bir daha sarılıyordu, bir duvara bir benim omzuma yaslanıyordu. Sarhoştu. Sarhoş insanların yakınında bulunmaktan hoşlanmadığımı daha önceleri söylediğimi hatırlamıyordum bu yüzden bir şey demiyordum öyle sokulmasına. "Söylesene o'lum" dedi Cihan. "Neyi söylüyor" dedim bir Cihan'a bir Ç'ye bakarak. Yine güldü, yine sarıldı Ç ama kimse bir şey demedi. Malik'lerin evinde n'oldu hatırlamıyordum ama Ç ağlıyordu. Yanına oturmuş "üzülme" diyordum ya da buna benzer bir şey, emin olduğum elimi başına koyduğum ve ağlamasına çok üzüldüğümdü...

Ahu, sesi güzel olan kız, gelmiyordu artık uzun süredir ve Ç ağlıyordu. Bunu eşleştirebiliyordum o an ancak. Bir zaman, o günden neredeyse bir ömrün dörtte biri kadar bir zaman sonra, Ahu' yu Sinem'in evinde görmüştüm. Uzun dalga dalga kıvırcık saçları olan bir kızdı, esmer, orta boylu, iri kemikliydi. Evlenmiş, boşanmış, şişmanlamıştı. Sesi hala çok güzel miydi bilmiyordum ama kendi güzel değildi.  "Ç' yi gördün mü hiç, biliyor musun nasıl" diye sormuştum.  "Yoo, görmedim hiç" demişti. O gün kendime hiç sormamıştım; "Neden O'na soruyorsun, merak ediyorsan Ç'ye sor nasıl olduğunu?" dememiştim. Bu bendim işte, hep yaptığım en kötü şeydi. Bazen birini, hatta mesela kardeşimi o kadar çok düşünürdüm ki geceleri uyuyamazdım düşünmekten, yürürken, yemek yerken üzülür, onunla konuşur, hayaller kurar ama kardeşimi aramazdım. Kendim bile şaşardım sonra. Birinin bana hep soru sorması gerekiyordu, aynayı yüzüme tutması gerekiyordu. 

O gün Ç ağladı. Ayılmadı. Zayıf vücudunu iyice içeri çekip küçültmüş, dizlerini neredeyse yüzüne değdirir halde uyuya kalmıştı sabaha kadar. Ara ara baktık O'na ama daha çok öylece bıraktık... Ben Değer'den ayrılmış Deniz ile görüştüğüm ya da yeni görüşeceğim aralıklarında bir yerlerdeydi bu olay. Ertesi sabah hiç üzerinde durulmadı...

10 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: VII

- Şerefsiz pislik, kedi yavrusu gibi sokağa attı beni.
- N'oldu? dedi Değer.
- N'oldu? dedi Ç.

Soluk soluğa girdim içeri. Dışarıda karla karışık yağmur ve çok soğuk bir hava vardı. Bir yandan paltomu çıkarıyor bir yandan söyleniyordum, bir yandan gözlerim dolu dolu için için ağlıyordum. Her bir halta ağlardım zira. Kendi gözlerim kadar çabuk dolan göz görmemiştim o vakte kadar. Aynı zamanda burnumu çektiğimden hemen burnum kızarırdı bu yüzden. Annem de bu yüzden beni hep ; "domates burunlu kızım" diye severdi... Ömrü boyunca ev hanımlığı yapmış ve mutfakla haşır neşir olmuş anneme ne diyebilirdim ki... Domates burunlu halde girdim içeri, çantamı kanepeye attıktan sonra ayakta anlatmaya devam ettim. Bir yukarı bir aşağı yürüyor odanın karanlık ucundan ışık yanan diğer tarafına gidip geliyordum. Zayıf bedenimin etrafında dönüyor, siyah gözlerimi biraz öfkeden biraz da saklamaya çalıştığım acımdan yerde tutuyordum. Başım Değer'in sadece omzuna kadar geldiğinden Değer dibimde dikiliverdiğinde rahat konuşabilmek için geri geri çekiliyordum. Beyaz ellerim soğuktan morarmış, havada daireler çizerek "salak, geri zekâlı hem anlaşmayı kendi bozuyor hemde havadan aldığı 20 TL'yi vermek istemiyor" diyordum. Yüzümde neredeyse kan kalmamıştı.

Öfkeden bağırdıkça bağırıyor kim gelirse aklıma sayıştırıyordum. Ç öylece bakıyordu oturduğu kanepeden, yerde tutuyordu yüzünü de ayakları gibi. Ben anlatmaya devam ediyordum ; "Sanayi mahallesinden ev tutmaya razı olmuşuz, anlaşmışız adam vazgeçtim diye aradı. Çok az kapora vermiştik evin değerine göre belki ama bizim için çok önemli bir bedeldi.

Sabiha gelemedi. Aslında berabe gidecektik o gelmeyince gittim bende emlakçıya 20 TL 'imizi almak için. O vazgeçtiği için vermesi gerekiyordu. Biz aslında karısı ile anlaşmıştık asıl emlakçı oydu sonra kocası geldi vermeyiz para yandı kaporanız dedi. Bende sinirlendim, verin diye tutturdum. Israr edince adam üstüme üstüme yürüdü, kolumdan tutup kapıdan itti beni. Bir anda yağmurun altında buldum kendimi, araba ışıkları, evlerin lambaları insanlar etrafımda dönüyordu, bir ben varmışım gibi geldi dünyada. Bir ben.... Baktım baktım baktım etrafıma, kimse yoktu. Kime anlatsam, kime bağırsam adama diyeceklerimi dedim, kimse yoktu. Biraz ilerde bir polis minibüsü gördüm, çaresiz onlara doğru gittim, anlattım olduğu gibi. Beni Mecidiyeköy'e bıraktılar, oradan da geldim işte..."İkisi de gözlerini açtı iri iri, Ç hala hiç birşey dememişti. Değer: "Ne dedi polisler başka " dedi. " Hiç dedim ne diyecekler, nerede oturuyorsun, kimle oturuyorsun falan filan... Beni otobüs durağına kadar bıraktılar, o iyilikleri oldu bir. " Oturdum sonunda, nereye hatırlamıyordum ama ikisine de bakıyordum bir şey söylesinler diye. Değer gülerek ayağa kalktı "Bombalayalım mı abi" dedi yanaşarak bana doğru, şakanın sırası mı demedim ama o anladı aynen öyle dediğimi çakmak çakmak gözlerimden. Ç, ya "Saçma salak konuşma Değer" demişti ya da " Akıllı ol olum yaa!" demişti ya da bunlara benzer bir şeyler. Başka da bir şey dememişti... Bir bunlar hatırlıyorum o günden bir Ç'nin bir şey demesini beklediğimi. Ne diyebilirdi ki...

07 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: VI

-Dövmeni değiştirmişsin, demedim.
Düşündüm yeni şekli merak ettim ama sormadım. On yedi yıl önce neye benzediğini biliyordum yeni halini bilmesem de olurdu.
- Ne zaman yaptırdın dövmeni, dedim kanepe de dövmesine de bakarak.
- Kendim yaptım on yedi-on sekiz yaşlarında.
- Nasıl yani, kendi kendine nasıl yaptın ?
- Toplu iğne ile yaptım, n'olacak?
- Çok acır!
- Yok, acımadı.
-Kimin yüzü?
- Ne'bilim yüz işte.
Çirkin, şekilsiz bir yüz resmi vardı sol omzu ile dirseği arasında, benim iri verem aşımın olduğu yere denk geliyordu. Siyah kara kalem ile çizilmiş gibi küçük bir suratken onunla birlikte büyümüş gibi bir insan suratı. Dövmeler vücut ile birlikte büyürmüş zaten. Güneşli bir yaz günüydü, deniz kıyısındaki evden şehrin tam ortasının tam ortasındaki bu eve taşınalı bir yıl olmuş ya da olmamıştı. Hala ev arıyordum belki iş de ama hatırlamıyorum şimdi. Ara ara bu evde ara ara başka evlerde kalıyordum. Camdan içeri aydınlık giriyordu, yıllarca sabahları kalkar kalkmaz perdeleri açmamın bir nedeni olması gerektiğini düşündüm, her şeyin hep bir nedeni olması gerektiğini düşünürdüm, niye bir nedeni olması gerekiyordu her şeyin ? Hayata tutunmanın bir nedeni olabilir miydi bu? "Sıradan olamaz hayata gelme nedenim, bir sebebi olmalı" fikri ile ortalarda dolaşmanın ne kadar aptalca olduğunu sanırım ölürken "hiçte bir nedeni yokmuş" dediğimde anlayacaktım, kim bilir! "Tanrı zar atmaz" demiş Einstein oysa Kuantum Fizikçiler Einstein yanılmıştır der; Tanrı zar atmıştır ; protonlar ve nötronların neye göre hareket ettiğini çözebilmiş değillerdir henüz. İnsanın anlardan oluşan hayatının hem kendinin hem çevresinin her an değişen etkileşimleriyle önceden belirlenebilmesine inanmak güç, yine de yaşananların bir nedeni olmadığına inanmak daha da güç. Kuantumcuların kedisine bakarsanız vardır, bakmazsanız yoktur. Neresinden bakıyorsanız öyle görüyorsunuz olayları, hayatı.

Dövmesini ilk defa görmemin nedeni, belki aydınlık olması belki ilk defa kısa kollu halinin sol yanında oturuyor olmamdı. Kashmir çalıyor, Led Zeplin övülüyordu Ç'ce. Bir ara hiç unutmadığım herkese söylediğim ama kimsenin inanmadığı bir şey söyledi; "Janis Joplin üniversitenin en çirkin erkeği seçilmiş, biliyor musun? "O kadar çirkinmiş yani!"dedim. "Evet."

Şaşırdım ama hiç sorguladım ne o gün ne de bugün bunları yazarken...Demek o kadar çirkinmiş ki, üniversitenin en çirkin erkeği seçilmiş diye düşündüm gülümseyerek. Hemde o tiz sesine rağmen. Sonraları Janis Joplin CD'leri aldım, çok sonraları bile dinledim, Led Zeplin'den daha çok sevdim ve yüzüne bakıp bakıp o kadar da çirkin değilmiş dedim...

Değer biraz çalışıyor biraz okuyordu sanki, bense çalışmazsam ölecek gibi bir hisle iş arıyordum. Çalışmalıydım ben, yoktu ki başka yolu...O sıralarda Sabiha ile aynı yerlerde iş arıyor aynı sektörün farklı kapılarını çalıyorduk, ikimizde bulduk... İstanbul'da yaşamak için en az iki şeyden birine sahip olmalıydınız; zaman ve para. Biz zamanımızı iş sahiplerine satmıştık yerine alacağımızı sandığımız paraya karşılık...Anladık bunu anlamadık değil ama seksenli yılların sindirilmişliği, her şeyi olduğu gibi kabullenmeye öncelikli yetiştirilmişliğimiz ile girdiğimiz çemberden çıkmak önceleri aklımıza gelmedi sonraları çıkacak yer bulamadık sanırım...

04 Temmuz 2016

Yeşil Bir Ağaçtı Geçmiş: V

- Sen söyle Ç, ne yapıyorlardı içerde?
- Bilmiyorum, nerden bileyim!
- Gördüm, çok yakındınız dedim Değer'e. "Yok öyle bişi " dedi Değer. Kız gideli çok olmuştu. Tartışma kız gittikten sonra başlamıştı. Uzun saçlı uzun boylu, zayıf bir esmer güzeliydi ve yine bir resim öğrencisiydi ve bilinenlerin ilkiydi. Otobüs durağında tesadüfen rastlamıştım onlara, eve gidiyoruz ders çalışacağız demişlerdi, bende başka bir arkadaşıma uğrayacaktım. Bilinçli bir kontrol etme isteği yoktu bundan emindim ama belki yine de eve uğramamın bir nedeni de buydu. Nedenin ne önemi vardı ki zaten. Birden kapıyı açtığımda bir uzaklaşma görmüştüm ama anlamamıştım, neler oluyor, oluyor mu bir şeyler? Birden kendimden şaşılacak bir hız ile Değer'in yüzüne bir tokat attım hiç tereddüt etmeden karşılık verdi. Fiziki şiddeti insanın ruhuna yapılandan ayıran en önemli fark sonradan hiç acısının kalmaması böyle... Oysa insanın ruhuna işleyenleri unutulmuyor bir yumru gibi kalıyor insanın yüreğinde boğazında...

Sadece o anda "akıllı olun" dedi Ç, bir daha da kızlar konusunda birşey demedi, ne o zaman ne başka bir zaman. O eve taşınalı ne kadar olmuştu hatırlamıyordu, aslında ev değiştirmemişlerdi sadece kat değişmişti. Sahildeki ahşap evin iki katını da öğrencilere işgal ettirmek istemeyen sahip, en alt kattaki sadece duvarlardan oluşan iki bölmede kalabileceklerini söylemişti. Değer ile Ç 'de kalmaktaydı. Arkadaşlarım ile oturduğum evden ayrılmak zorunda kalınca birkaç parça eşyam da buraya gelmiş, tuhaf iki oda oluşmuştu. Ç girişteki eşyaların arasında sadece yataktan oluşan bölümde kalıyordu. O evde iki sahne hatırlıyordum; birinin yazılmasına gerek yok, diğeri de bu anlatılan.

Duygularımı tarif etmekte hep biraz eksik kaldığımı düşünürüm, birçok arkadaşım aksini düşünse de. Bu nedenle içimin fırtınalarını, hüzünlerini sevinçlerini hep eksik anlattığımı düşünürüm. Bu sanki biraz inanma ile ilgili idi. İnanmak bende hep eksik kalan duyu olmuştur. İnanmak? Varlığa inanmak, yokluğa inanmak, birinin beni sevdiğine inanmak, sevmediğine inanmak, umursadığına inanmak, umursamak istemediğine inanmak... Hep zor olmuştur bunlar... Birazı "kabullenme" duyusu ile ilgili belki birazı da de acıya duyarsızlaşma ilgili belki... Kendi acısına duyarsızlaşan başkalarının acısına da duyarsızlaşır, kendiyle hissedemediklerini başkalarıyla da hissedemeyebilir artık... Belki tüm bunlar nedeni ile o gün çekip gitmedim o evden. O günden ne kadar süre sonra ayrıldık bilmiyorum ama be gittiğimde Değer' in geleceğini bildiğim için eve uğramadığım birçok günler sonrası arkadaşlarım Değer'in çok beklediğini, hiç konuşmadığını sadece beklediğini, çok üzgün olduğunu, beni aradığını ama bulamadığını gibi gibi çok söylediler... Bittiğinde geçmişten hiç bahsetmemiştik sadece " Seni Sevmiyorum" demiştim... Yanlış olan buydu belki de her şeyi zamanında söylemek gerekiyor içeride tutmak ve büyütmek sonradan anlamını büyütmüyor aksine küçültüyor.

En çok insanın duygularının değişmesine şaşırıyorum artık. Bu dünya da şaşırdıklarım arasında bu kaldı. Olanlara, insanoğluna yapılanlara şaşırmıyorum; o gün her hangi birinden tokat yememe şaşırmıyorum belki de o yaşa kadar ve bugüne kadar yediğim üçüncü tokattır ama beni hiç şaşırtmıyor, belki de karşılık verdiğimden ya da nesine şaşıracağım ki... Ancak duyguların; onca güçlü hissedilen nefretin, sevginin, şefkatin, acımanın, üzüntüden ölmenin, aşkın değişebiliyor oluşuna şaşırıyorum... İnsan o an ölse ölebiliyor o duygudan oysa. Dünya kimseye gül bahçesi vaad etmedi, evet... Eğer zaman geçiriyorsa hissedilenleri insanlar neden ölüyor ki! Oruç Aruoba' nın dediği gibi : " Önemli olan kişinin duygularını tam olarak bilmesi (ki bu, en son sınırda, olanaksızdır ) değil, onları denetim altında tutabilmesidir ama bunun için de onları tam olarak bilmesi gereklidir: İki yanlı olanaksızlık! "

01 Temmuz 2016

İnsanlar, Gündem, Gidenler,

Bir kaç gece önce İstanbul Atatürk havalimanında terör saldırısı olmuştur. Şimdiye kadar kırk bir insan öldü, iki yüz otuz dokuz insan yaralandı.

Son bir-bir buçuk yıldır askeri çatışmalar hariç, doğrudan sivillere yönelik diğer terör saldırıları:

06 Ocak 2015, İstanbul,      2 insan,
20 Temmuz 2015, Suruç,   34 insan,
10 Ekim 2015, Ankara,     109 insan,
12 Ocak 2016, İstanbul,     11 insan,
17 Şubat 2016, Ankara,     29 insan,
13 Mart 2016, Ankara,      38 insan,
19 Mart 2016, İstanbul,     5 insan,
28 Nisan 2016, Bursa,       1 insan,
01 Mayıs 2016, Antep,      5 insan,
07 Haziran 2016, İstanbul, 11 insan,

286 insan yaşamdan koparılmıştır.

Tam yaralı sayısına ulaşılamamıştır, bilindiği kadarı ile bine yakın olduğu düşünülmektedir.
Yaralı ve vefat eden insanların yakınları ya da onlarla ilgilenmek durumunda kalıp, mağdur olan insan sayısına erişilememiştir.  Ortalama bin-bin beşyüz kişi civarı olabileceği düşünülmektedir.
Civarda zarar gören hayvan bilgisine erişilememiştir.
Saldırı etrafında zarar görmüş mal, mülk, aksayan hizmet zararı verilerine erişilememiştir.

Başka bir şey olmamıştır.