14 Şubat 2013

Yeni Dünya 17: Kırmızı Köprülü Şehre Doğru

2012 kışının Aralık ayıydı. Ülkenin en uzun dini ve resmi bayramı olan Noel gelmişti; iki iş günü. Evet, bu uzun bir tatil. Resmi olarak iki gündü ama o hafta para kazanmak yavaşlamış harcamak hızlanmıştı diyebiliriz.

Herkes yeni yıl tatili planları yapmıştı. Bizim Andressa'da NewYork'a mı gitsek, Boston'a mı baksak diyerek her gün yeni bir fikirle geliyordu. O olmasa kasabadan dışarı çıkarmıydım bilmiyorum, en azından dört beş ay kampüs içinde otları ezberler hiçte şikayet etmezdim sanırım. Öyle hevesle ve şirinlikle gelirdi ki, bakalımla başlardım e iyi peki şöyle gidebiliriz aslında ile kapatırdık konuyu. NewYork karışık, Boston soğuk diyerek San Francisco'da karar kıldık. Ayrıca orada benim Türkiye'den tanıdığım bir Amerikalı vardı, onların evinde kalacaktık, daha ne olsundu. Yalnız tanıdığıma bakın; Türkiye'de gittiğim İngilizce kursundaki Amerikalı öğretmenin San Francisco'daki evi. Sen Amerika'ya git, o da orada olsun ve git evinde kal. Şimdi Stanford'da doktora eğitimi alıyor. Orada da öğrencisi olurum belki, kimbilir? Hiç gülmeyin, olur mu öyle şey, diyeceğim çok şey gördüm ben ahir ömrümde...

Sekiz dokuz saatlik yol. Otobüsle gidelim dedik, koca gün gidiyor ve saatleri uymuyor. On sekiz yaşına basan kedilerin dahi arabası var, kara toplu taşımacılığı neredeyse hiç gelişmemiş. Uçak desek pahalı geldi. Öyle mi böyle mi derken, araba kiralayıp iki kişi kullana kullana gitmeye karar verdik. İki kadın sekiz saatlik yolu tek başına aabayla?! Üstelik pasifik okyanusunu kıyın kıyın geçerek, amanın nasıl derken, ay öyle güzel oldu ki... Hele arabamız keyfimize kaymak oldu. İşte şu gördüğünüz minik böcek.
Sabah Andressa başladı. Ben yol tarifi yapıyorum telefonun navigasyonundan. Bir kaç kez yanlış otoban çıkışlarından çıkardım, geri döndürdüm ama, on dakikalık kayıpla 5 nolu otobana girmeyi başardık. Az biraz surat astı tabii. E diyorum; biliyorsun bu navi şeysini hep karıştırıyorum ben. Oysa yol tabelalerı vesaire de çok düzgün. Elinizde eski usul harita da yeterli olur, kasabadan doğru otobanı bulmak az biraz sıkıntı ama en olmayacak şey birilerine sormak. Sorun mesela, abi San Francisco otobanına nasıl gireriz, diyeceği, 'google la lütfen bilmiyorum. Sahiden de bilmiyor. Düz yola girince aldım ben. Daha doğrusu Andressa uykumun açıldığından emin olunca verdi. Sonrası oturup etrafına bakmak kadar kolaydı. L.A. merkeze gelmeden 5 nolu kuzey otobanına girin, hiç bırakmayın, Yol ayrımında 580 nolu otobana geçin. Köprüyü geçmeden son sağa sapın, işte oralarda bir yerde benim arkadaşın evi. Hemen hemen bu kadar basit.

Hız sınırları önemliydi. Hem ceza yiyerek durup zaman kaybetmek hem de başımız derde girsin istemedik haliyle, dikkatli dikkatli gittik. 70,80 gibi hız sınırı tabelaları görüyorduk, bizde 65'lerı geçmemeye çalışıyorduk. Yalnız bir tuhaflık vardı. 65 ile gidiyorduk gitmesine de, nasıl uçuyordu araba... Yanımdakiler bazen geride kalıyor bazen vııın diye geçiveriyorlardı. Hız algım körelmiş herhalde, ya da yollar ve araba o kadar iyi ki, daha bir hızlı hissediyorum, olsa gerek diyordum kendi kendime. Bir iki saat gittim böyle. Andressa uyuyordu. Uyusundu canım benim. Sabah benden kırk-otuz dk önce uyanmış, sırf ben biraz daha uyuyayım diye her şeyi hazırlamış, anca kendi giyinmem kalacak şekilde kaldırmıştı beni. Bir ara, hız sınırını aşmıyorsun değil mi, diyerek kaldırdı kafasını. Gülerek, ay aşmıyorum ama hiç 60, 70, ile gidiyor gibi değiliz, bu nasıl bir şey anlamadım, dedim. Ya Azize ya, dedi. Aynen böyle dedi. Arada Portekizce bir şeyler de dedi, anlamadım. Kötü bir şey dediğini sanmıyorum, gülmeyin. Kaç aydır şuradasın halen alışamadın, ne kilometresi, mil bunlar mil. Şu an yaklaşık 120 km ile felan gidiyorsun, dedi, 80'ni gösteren ibreye parmağını dikerek. Ay hayatımda ilk defa 120,130 kilometreye çıktığıma mı sevinsem, salaklığıma mı gülsem kalakaldım bir an. Andressa mahmurluğuna döndü, ben biraz ayağımı frenden çektim.

Bilmeden daha cesur oluyor insan, hemen ayağımı çektim biraz gazdan... İki tır şoförü bana selam çaktı. Biri "nice car meeem- güzel araba", diye bağırdı camdan. Bildiğin dövmeli pazulu Meksikalı'ya benzeyen Amerikalı'lardandı. Gözümü yoldan ayırmadım, tırların peşine takılıp ilk mola yerinde de durdum. Neme lazım uzaklaşsın onlar...

Yedi sekiz saat sürmedi. On saati mola ile ama dert değildi. Önemli olan yolda olmaktı. Akşam sekiz gibi arkadaşım bizi bir benzicide karşıladı. Telefonların şarjı bitmek üzereydi, benzin bitmek üzereydi ve navigasyona rağmen sokakları karıştırdık. Geldi, benzin almakta yardım etti. -En sevmediğim işti araba kiralama sürecinde, kendin alıyorsun ve biz o aletleri kullanmayı bir türlü tam yapamıyoruz, benzin akıyor, panikliyoruz vesaire.
Annesi ve babası bizi bekliyordu. Bembeyaz saçlı, uzun boylu bir kadın, bu kutsal günde tanrı misafirisiniz, hoş geldiniz, dedi. Padraic'le iki günlük şehir gezi planının üzerinden geçip, uyuduk...

Aralık 2012,

4 yorum:

  1. Bu yabancı dizileri izledikçe düşünüyorum bazen, gezileri, vakit geçirmeleri, teknolojiyi kullanmaları falan..
    Bir süre bir heves oluyor sanırım, keşke.. diye :D Tabi sokağa çıktığında geçecek türden bir heves.. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nasıl desem Şenay; en şaştığım şeylerden biri dizilerde nasılsa evleri, konuşmaları, alışkanlıkları hep aynıydı.
      Bizde ki zenginler bütün gün topuklu ayakkabı ile oturuyorlar, kahvaltıya kuaförden çıkmış gibi oturuyorlar.Bunlar o kadar absürd değil, çok tanıdık geliyor dizilerden sonra gündelik yaşam.

      Sil
  2. Metehan da Kanada 'ya ilk gittiği zamanlarda anne filmlerde gibiyim diyordu. İzlediği gençlik dizilerinin içine düşmüş gibi hissetti kendini :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de öyle hissetmiştim. Şaşırdığım, hiç şaşırmıyor olduğumdu:-)

      Sil