29 Aralık 2016

Söz Vermişim

Kendime yaklaşık beş yıl önce Carlos Fuantes'in 'Auro' hikayesini okuyacağıma dair söz vermişim. Bir köşeye de not almışım. Bu notu dün, Julia Cortazar'ın Bir Sarı Çiçek hikayesini okuyacağıma dair aynı yere not yazmak üzereyken fark ettim. Yine de aklımdaki Bir Sarı Çiçek hikayesini okuma aşkım, 'Auro''ya baskın geldi ve kütüphane raflarında Cortazar'ın kitaplarını aramaya başladım. Ne de olsa şimdiki zaman, zamanların en güçlüsüydü hâlâ... Daha önce 'Auro'yı kitapçılarda aramış ama bulamamış olmam da etkendi bunda. Sistemde görünen Cortazar'ın üç kitabı da yerinde yoktu. Derken gözüme Fuantes'in kitapları ilişti. Üç ayrı öykü kitabının içinde vardı 'Auro', hatta tek başına bir cep kitap olarak dahi basılmıştı. Ben, Körlerin Şarkısı adlı öyküler seçkisini almayı tercih ettim. Dün gece kırk sayfalık öyküyü bir çırpıda okudum. Hikayenin nasıl yazıldığını Fuentes'n ağzından ve Hasan Ali Toptaş'ın yorumuyla  burada  okuyabilirsiniz.

Bana sorarsanız, dili biraz zorladı beni. Başkası sana, senin yaptıklarını anlatıyor. İki de bir; "yok canım, oraya girmem, burada ne işim var", gibi bir şeyler demek geldi içimden. Tuhaftı hani. Fakat, anlattığı konuyu anlatma biçimine, tekniğine ve kurgusuna hayran kaldım! Öyle böyle değil. Yıllarca üzerinde çalışılmış gibi hissettim ki doğruymuş. İlmek ilmek örülen bir dantel, kelime kelime konulan bir yap-boz gibi... Ne tesadüf, en son film yazımda, "güzelliğin bütünlüğü" tabirini kullanmıştım. Tam da onu anlatıyor işte... 

Yalnız, biz ne zaman kitap kapaklarına özen göstermeye başlayacağız? Ya da eskiden daha iyiydi de ben mi hatırlamıyorum? Bir bizim 'Auro' kapağına bakın, bir de dünyanın geri kalanının... Aşkın pembe renkli bir kalp olmadığı gerçeğini ne zaman söyleyecekler bize... 


Buyrun size, Latin edebiyatından bahsetmişken harika bir ispanyol ses Soledad Bravo, ve şarkısı Kemancı Becho. Küçük kemancı Becho'yu anlatıyor şarkı. Diyor ki; "... Aşkı anlatan ve küçük çocuklar gibi masum olan kemanlar, içindeki çıkmazı seslendirir. Becho, acıdan ve aşktan söz etmeyen güçlü bir kemanın ezgilerinin peşindedir. ..."

26 Aralık 2016

Şiir: Kuşlu Gazel

KUŞLU GAZEL

Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım
Sana bir sevinçli menevişli kuş yolladım

Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım

Esti rüzgâr bozuk bozuk, örselendi yüreğim
Eksik gedik nem varsa ezberden tamamladım

Bende sönen şavkıması sürsün diye yaşamın
Bu kuşları senin için gözlerimde sakladım

Kim sürmüş Altıok Metin dünyanın sefasını
Kirletilmiş bir zamanı yürürken adım adım

- Metin Altıok

23 Aralık 2016

"Yekun Zarar" ya da Yolun Yarısı mı?

Y. İnşaat Mühendisi, Feyzi Akkaya'nın (1907-2004) "insan (mühendis)"prototipi.
Feyzi Akkaya grafiği kaç yaşında çizdi bilemiyorum, fakat 97 yaşında vefat etmiş. İfade mantıklı geliyor. Benim de aklım otuzbeşimden sonra aymıştır. Ayrıca ben de, eğer yaşarsam, kırklarımdan sonrasının daha verimli geçeceğini hissediyorum. Mektepten alınan bilginin sabit kalmasına da katılıyorum. En azından Türkiye'de böyle. Benim şimdiye kadar anladığım; önemli olan sizin o bilgiyi neyle nasıl ne kadar yoğurabildiğiniz ve kendi toplam bilgi eğrinizi yaratabilmeniz.

20 Aralık 2016

İki Küçük İnsan: "Koca Dünya"

Dün akşam Koca Dünya filmini izledim. Bugün 08 Nisan 2017. İki insan koca dünyaya sığamıyor, sığdırmıyorlar. Bunu anlatıyor film. İlk defa bir Reha Erdem filmi izledim. Sevdim. Her bir sahnenin göründüğünden başka başka anlamları olduğu çok açıktı filmde. Olmasa da altında bir anlam, her bir sahne göründüğü gibi, göründüğü kadar da çok gerçek ve netti aslında. Mesela, doğada yanınızda olan keçiyi (baba-tanrı) kötülüğe, insanların arasına, ne yazık yaşamın sığlığına geri döndüğünüzde sizi terk etmesi olarak da okuyabilirsiniz, size alışan bir hayvanın ardınızdan gelip insanları görünce çekip gitmesi olarak da. İkisi de güzel, ikisi de anlamlıydı. Sevginin kardeş halinin güzelliği, korumak, korunmak, kötülerin eline bırakmamak, sahip çıkabilmeyi göze almak, filmin anlamlılıkları. "Nasıl olacak mesela?" dedi genç kadın. "Diyelim sen gelirsin, görüşürüz. Diyelim ben gelirim, görüşürüz", dedi adam. Öyle ya, görüşülür. Yeri geliyor şu koca dünyaya sığamıyor iki insan iyilikle, güzellikle, sevgiyle olsa bile...

Yönetmen: Reha Erdem, 2016,
Oyuncular:  Berke Karaer, Ecem Uzun, Melisa Akman

17 Aralık 2016

Tanpınar Sözlüğü

yaşamak
İnsan hayatı buydu. Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı.Yaşamak...  (Huzur, s.249)
aşk
Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz... Hiç bir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz... (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.341)
şark
Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. (Huzur, s.11)
sanat
Çünkü sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır. Ben seraptan seraba koşuyorum. (Beş Şehir, s.206)
istanbul
İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir çıldırarak. (Beş Şehir, s.134)
zaman
Fakat birdenbire gecenin sessizliğini saat sesleri yıktılar. Evin hemen her tarafından zaman kendini ilan ediyordu. Beyhudedir, diyordu, bütün bu ıstıraplar, unutmalar ve hatırlamalar, ben varken hepsi beyhudedir! (Sahnenin Dışındakiler, s.110)
alıntı; Tuhaf dergisi, Kasım 2017 

14 Aralık 2016

Saçmalık

Bazı köpekler vardır canları acıyınca öfkeyle havlarlar. Bazı kediler vardır onların canları acıyınca sessizce battaniyenin altına girerler. Canları acıyan köpekler ve kediler anlaşamazlar bu yüzden, dedim psikolog danışmana kapıdan çıkarken. Davranışlarımda bir tuhaflık olmadığına ikna olmayınca odadan çıkmaya karar vermiştim. Pek tabii ki oraya onu ikna etmeye gitmemiştim fakat konu konuyu açınca konu oraya geldi. Baktım o beni ikna etmekte ısrarlı ben de aynı oyunu oynamaya başladım. Şanslı olan bendim çünkü benim kalkıp gitme özgürlüğüm vardı ben de bunu kullandım. Beni sevdiğini biliyordum bu yüzden de ona iyi davranıyordum. Sevmediğini bildiğim kişiyeyse kötü davranıyordum, bu kadar basit, dedim psikoloğa. Bunu anlamadı ve beni sevsin ya da sevmesin insanlara kötü davranamayacağımı söyledi. Bu ne küstahlıktı! Senin paranı ben ödüyorum, sen diğer kişiye yardımcı olmaya çalışıyorsun, diyecektim fakat demedim. Kötülük, hanfendi dedim, sizin tarif ettiğiniz gibi kolayca işlenen bir sevap değildir. Sevap işlemek zordur, bilmem bilir misiniz? Evet, doğru duydunuz, Tanrı için günah olan insan için sevap uzun zamandır artık. Siz beni Tanrı'nın burada, dünyada bizimle birlikte olduğuna, kötülüğe karşı iyiliğin makbul olduğuna ikna edin, ben de davranışlarımı gözden geçireceğim, diyerek koltuktan kalktım. Elini uzattı, anlıyorum dedi. Bu kadar saçmalayan bir insanı hala anlamaya çalışan bir doktoru takdir edeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bunu Freud deniyordu zamanında o da yerini sağlamlaştırmak için, size kalmaz hanfendi, diyecektim demedim. Çıktım geldim. Hava serindi. Güllerin sonbaharda açtığını unutmuşum. Bütün çiçekler baharda açmıyor muydu sahi? Otobüs durağındaki kadın bana baktı. Sanırım sesli düşünmüştüm. 

11 Aralık 2016

Bazen Hayat Yetişemez: "Nefesim Kesilene Kadar"

Epeydir bu güzel aileden bahsetmek istiyordum. Kısmet bugünkü filmmiş. Önce anne Piyale Madra'yı tanımıştım. On yıllar olmuştur, Radikal gazetesindeki Ademler ve Havvalar köşesindeki kadın ve erkeklerin olmazsa olmaz hallerini anlatan karikatürlerine bayılırdım. Biraz daha yakın bir zamanda kocasını tanıdım. Açık Radyo'nun kurucusu ve her sabah haber programları sunucusu, gazeteci, akademisyen, yazar, sivil toplumcu Ömer Madra. Belki babası ile yakın zamanlarda tanıdığım kızları ise oyuncu: Esme Madra. Seren Yüce'nin Çoğunluk filminde dikkatimi çekmişti ilk, sonra rastgele izlediğim Zenne filminde ve bugün en son bu filmde. Tanrım, ne güzel insanlar bir araya gelmiş de aile olmuş.
Filmin baş karakteri Serap'ın (Esme Madra) tek bir derdi vardır; kendi evinde yaşayabilmek. Uzun yol şoförü bir babası, yanlarında kaldığı bir ablası ve kocası, çalıştığı tekstil atölyesindeki bir kaç kişi, etrafda dolanan bir delikanlı hayatını tamamlayan diğer insanlardır. Kim ne yaparsa yapsın, ne derse desin, hayat hangi yönden nasıl akarsa aksın o hep gündeminde en kısa zamada en çok parayı biriktirebilmeyi ve babasıyla bir eve çıkabilmeyi düşünmektedir. Babasının borçlarını ödemek, daha sabit bir işi olmasını sağlamak bu gündemin öncülleridir. Eniştesinden para kaçırabilmek, ekonomik, psikolojik ve bazen cinsel tacizlerinden bıktıkça da kalacak yer bulabilmek hedefinin köstekleyicilerindendir.


Daha önceki mesleğimin son bir iki yılında çok tekstil atolyesi dolaşmıştım. Benim dolaştıklarıma göre oldukça küçük bir tekstil atolyesinde çalışıyor Serap. Bunu söylüyorum çünkü; filmin yorumlarına bakarken birinin, arabesk çalınmayan tekstil atolyesi mi olur, dediğini okudum. Fazlasıyla önyargılı olduğunu belirtmek isterim. Ayrıca filmin tamamı müziksizken nasıl bu kadar emin olunmuş, ilginç. Serap'ın işi, ortacı denilen, kumaşlar bittikçe getirmek, işler tamamlandıkça kaldırmak, onu bunu oraya buraya koymak, düzenlemek. Makine başında çalışan işçilerin ayağa kalkmaması için insanlar ve birimler arası bir nevi kol-bacak Serap. En fazla asgari ücret alması muhtemel bir işten hem para biriktirip hem geçinip hem de arada eniştesini idare ediyor olmasını beklemek biraz zorlama olmuş ama çok önemli değil. Film vermek istediği  "hayatın kıskacından sıyrılabilme" ve "hayata nereye kadar direnebilirsin" temalarını yeterince verebilmiş. Daha iyi olabilir miydi bu gösteri? Evet. Karakterler daha derin anlatılabilirdi,  fakat bizim sinemamızın temel sorunu bu zaten. Bizde karakter oluşturma, karakter anlatımı yok. Şimdi son nesil sinemanın dalga geçtiği "Tarkan", "Karaoğlan", "Battal Gazi" filmleri teknik ve kurgu yetersizliklerini bir yana bırakırsanız bana göre bir "James Bond", bir "John McClane" gibidir. Ha tabi, "Mahmut Hoca', "Turist Ömer", "Şoför Nebahat" ve elbet  Masumiyet'in "Uğur" unu atlamamak gerek. Bu filmden iyi bir tekstilci Serap çıkabilirdi. Esme Madra bunu çok iyi oynardı, eğer yazılsaydı. 


Diğer yandan, Serap'ın nasıl tekstilci Serap olduğuna dair hikayenin filmin aralarına serpiştirilmiş olması, her şeyi bir anda söylemeyişi filme hayattan iyi bir öğreti katmış. Göründüğü gibi değildir şeyler, dikkat etmeli... Uzaktan baktığımız Serap'ın neden ev için o kadar hevesli olduğunu, neden babasına ona iyi davranmamasına rağmen inanmak istediğini biz tam başka şeyler düşünmeye başladığımızda söyleyiveriyor film. Diğer karakterlerin üzerinden de çok geçilmemiş filmde. Daha çok, seyirci zaten ülkemizdeki bu; paracı enişte, kocasına laf diyemeyen sus pus olmuş çilekeş abla, sorumsuz uçkur düşkünü baba, atolyeci kızların etrafında iki meme bir dudak umuduyla dolanan serseri mahalle delikanlılarını tanıyor varsayılmış.


Serap ve çevresi bize, kadınlara dair, onların birbirleriyle olan ilişkilerine dair, kadınların yaşam yolunda erkeklere nazaran daha dik basamaklar çıkmak zorunda kaldıklarına dair bir hikaye anlatmaya çalışmış. 

İnsan doğduğu gibi, hiç bir insana değmeden dursaydı neye benzerdi kim bilir? Evrim teorisini anlayabilmek gibi sanırım insanın yıllar içinde değdiği tüm canlıların onda yarattığı "yeni"yi anlayabilmek. Evrimleşiyoruz, fakat adımız hep "insan" oluyor. Yaptığımız her tercih bizden bir şey alıp gidiyor ya da katıyor. Sebepleri bilmemiz sonuçları hoş görmemizi sağlayabiliyor kimi zaman ama ancak anlayabiliyorsak. Anlamamız içinse ya sebeplere yakın olmamız ya yakından görmemiz gerekiyor...

Yönetmen: Emine Emel Balcı, 2015, Oyuncular: Esme Madra, Rıza Akın, Sema Keçik, Gizem Denizci. Ödüller: En iyi aktrist, Jeonju ulusl. film festivali, SİYAD Türk film eleştirmenleri, En iyi ilk film, SİYAD

08 Aralık 2016

Kanatlanır, kanatılır bütün boşluklar*

Herkes Ölür Ölümünü

I
Kanatlanır, kanatılır bütün boşluklar.
Aynalar her gün bir başka yalan söyler
ve kalınır geride çizilmiş hayatlardan,
geride yağmurlardan ve çığlıklardan.

Herkes çizer boşluğunu…

II
Her aşk başlarken pembe,
ayrılıkta rengi siyah yalnızlığın…

(Herkes arar pembesini.
Oysa kendinden ötesi yoktur;
kimse sevmez yalnızlıkta gölgesini…)

III
Herkes sever doğumunu;
kim sever ölümünü?

Herkes sever doğrusunu;
kim sever yanlışını?

Herkes susar ayıbını.
Herkes susar ayıbını…

IV
Herkes bilir gitmesini.
Bir zaman öğrenirsin
gideni sırtından öpmesini

Herkes yaşar hasretini…

V
Herkes geçer gençliğini
Herkes…Buğusunda anıların
yitirir kekliğini…

VI
Herkes yaşamakla suçlu,
aşkıyla hükümlüdür;
herkes doğarken ölümlüdür.

Herkes ölür ölümünü;
göğe salıp düşlerini,
salıp tenini, nefesini
bırakır ceketini.

Herkes bırakacaktır ceketini…

-Yılmaz Odabaşı

05 Aralık 2016

*Kimsin Sen


"Hayır, hayır, hayır, hayır... Kim olduğunu kaybetme, yıldızların bulanıklığında! Görmek aldatıcıdır, hayal kurmak inanmaktır"

Kimsin Sen

Aynadaki yansımama bakıyorum
Neden bunu kendime yapıyorum?
Ufak bir hatada aklımı kaybediyorum,
Neredeyse gerçek beni rafta terkediyorum
"Hayır, hayır, hayır, hayır..."

Kim olduğunu kaybetme, yıldızların bulanıklığında!
Görmek aldatıcıdır, hayal kurmak inanmaktır,
İyi olmamak da iyidir...
Bazen kalbini takip etmek zordur.
Gözyaşları kaybettiğin anlamına gelmez, herkes yaralanır,
Sadece kim olduğun hakkında doğru ol
(Kimsin sen)

Saçlarımı tarıyorum, mükemmel görünüyor muyum?
Formda olmak için ne yaptığımı unuttum, evet!
Ne kadar denersem, o kadar az çalışırım evet evet evet
Çünkü içimde her şey "hayır, hayır, hayır, hayır..." diye çığlık atıyor

Kim olduğunu kaybetme, yıldızların bulanıklığında!
Görmek aldatıcıdır, hayal kurmak inanmaktır,

İyi olmamak da iyidir...
Bazen kalbini takip etmek zordur.
Gözyaşları kaybettiğin anlamına gelmez, herkes yaralanır,
Kim olduğunla ilgili hiçbir yanlış yok!

Evet, hayırlar, egolar, sahte şovlar
"Woo" gibi, sadece git ve beni yalnız bırak!
Gerçek konuş, gerçek hayat, iyi aşk, iyi gece,
Gülümsemeyle...
Ben kendimim (ben kendimim) "hayır, hayır, hayır, hayır..."

Kim olduğunu kaybetme, yıldızların bulanıklığında!
Görmek aldatıcıdır, hayal kurmak inanmaktır,
İyi olmamak da iyidir...
Bazen kalbini takip etmek zordur.
Gözyaşları kaybettiğin anlamına gelmez, herkes yaralanır,
Sadece kim olduğun hakkında doğru ol
Evet, evet, evet

Orjinali: İbranice, İsrail- Türkçe sözler: Ekmek ve Gül ve Lyricstranslate İnternet sitelerinden alınmıştır.
Dassi Elad tarafından kendi çaldığı ud eşliğinde yorumlanan şarkının sözlerine dair farklı bilgiler var İnternet ortamında. Bir diğer yer şöyle çok daha başka sözler vermiş. Ben yukarıdakini seçmekle birlikte merak da ediyorum hangisi doğru. İbranice bilen biri olur da açıklarsa çok sevinirim... 

02 Aralık 2016

Paralize

Kendimi paralize etme konusunda uzmanımdır.
Varsa böyle bir emeli olan bana gelsin lütfen. Karşılığında benim de küçük bir talebim var; ne zamandır sinek yakalama kursu arıyorum bulamıyorum. Lütfen, ya biri bulsun ya da ilk sineği öldürüp bu kan davasını başlatan arkadaşın özür dilemesini çok rica ediyorum.
Paralize nasıl yani dersek; akşamları örnek alalım biz.
Yapmak istediğiniz işleri aynı anda -kadınlar bilir- peş peşe gibi ama aynı anda düşünmeye başlıyoruz. Bunlar neler olabilir aşağıda ayrıca sayacağım.
En istediğiniz ya da rastgele birinin ucundan tutun fark etmez, beş on dakika yapar gibi yapıp bir bahaneyle ondan kurtulun. Sonra diğer işe geçin, aralara içecek, atıştırmalık, tuvalet ihtiyacı için beşer dakikalık boşluklar koymayı unutmayın. İki ya da üç iş sonrasında on dakika kadar bir yere oturup üzülün; ne zaman nasıl yapacağım ben şimdi bunu, bak ya yine yazamadım, yine okuyamadım, yine dışarı çıkamadım gibi. Üzülür gibi de yapabilirsiniz ama o zaman geceyi iyi kapatamayız.
Üzülmeye çalışın siz en iyisi. Sonra ha gayret diyerek dördüncü işten devam edin. Araya müzik, bir kaç video, fotoğraf filan sıkıştırın. Zaten telefon çalarsa harika bir süpriz olur hiç araya bir şey almanıza gerek kalmaz. Yalnız telefon mesajlarından uzak duruyoruz. Onlar paralize etmekten ziyade gecenin ana işi haline geliyor, o zaman diğer işlere hiç bakmadığınız için paralize olabilmenin anlamı kalmıyor, uyarıyorum.
Efenim neler olabilir bunlar; mesela ben fotosunu gördüğünüz kitapları aynı anda okuyorum. Hadi fazla atmayalım, sarı tuğlayı geçen gün kütüphaneden alınca mavi tuğlanın pabucu dama atıldı ama hala masada yine.
Yemeğinizi kendiniz yapıyorsunuz. Yardım yok, mikrodalga yok. Arada hazır çorba olabilir.
Evin eşyalarını oradan oraya taşıyarak toplama denen şeyi yapıyorsunuz.
Bloğa bakıyorsunuz. Her şeyi okumuyorsunuz yalnız, birkaç cümle. Yazacaksanız da bir kaç cümle lütfen. 
Yeğen ya da çocuklarla konuşuyorsunuz, uzun tekrarlarına fırsat vermeden bir olayı bir kez anlattırıp öbür işe geçiyorsunuz.
Aile, akraba, eş, dostun üstünüze yıktığı çeşitli araştırma işlerini yapıyorsunuz; ne bileyim TEOG olur, SGK olur, nerede ne yenir, nasıl gidilir, olur.
Çamaşırı makinede unutmuyorsunuz.
Koca, karı, partner, ev arkadaşı, anne-bana, kedi, köpek kim varsa  yoldaş olduğumuz az biraz sohbet ediyoruz, ilişkiyi sıcak tutuyoruz. Kendinizse, sohbeti biraz daha uzun tutabilmeliyiz.
Gerçekte çalışmak istediğiniz kurumları araştırıyorsunuz, nasıl girerim ben buraya ki, diye düşünüyorsunuz bir seferinde, diğer seferinde başvuruyorsunuz.
Sosyal medyadan sadece twitter öneriyorum. Diğerleri akşamları on kaplan gücü ediyor, baş edemiyoruz bir gecede.
Bir hobi, eğitim, benim gibi tez araştırma vesaire varsa ona biraz fazla bakıyorsunuz ki gönlünüzün ana konusu hüzünlü kalmasın.
Dinleniyorsunuz.
Ne zamandır istediğiniz belgeseli izliyorsunuz.
Ne zamandır aramak istediğiniz halanızı, teyzenizi arıyorsunuz.
Benim gibi üç kardeşiniz varsa biri arayınca diğerlerini de soruyorsunuz konuyu kapatıyorsunuz.
Biraz camdan bakıp dinlenir gibi yapıyorsunuz.
Kalp ağrınızı, beyin kurdunuzu düşünüyorsunuz ama fazla değil.
Dostlarınızı ve dertlerini düşünüyorsunuz. İşin içinden çıkamıyorsunuz.
Çok kısa olmak koşuluyla gündüz patronunuzun ne dediğini, sizin ne demediğinizi düşünüyorsunuz. 
Dişinizi fırçalıyorsunuz. Masadaki tabağı kaldırıyorsunuz.
İçinizde, hepsinin ucundan tutup tamamlamadığınız bütün işleri yarın akşam tamamlayacağınıza söz vermenin harika huzuruyla uyuyorsunuz. İşte dostlar, türk dil kurumunun paralize olmak dediğinde kastettiği süreç budur. 

29 Kasım 2016

Yolculuk

Yolculuk ilginçtir;
dağlardan,
deniz kıyılarından, 
kentlerden,
gecelerden geçilir.
İnsanlardan geçilir. 

-Tezer Özlü

26 Kasım 2016

Yolculuk: "Okuribito"

Bir filmin böyle afişi olsun da ilgi çekmesin. Arkada Fuji dağı, çimenler, akan bir nehir ve çellonun sesi. Bu aralar hayal ettiğim muhteşem üçlü... Fuji değil tabi, herhangi bir dağ da olur ama böyle kar tepeli olsa iyi olur... Tanımak isterseniz kendisi, Bay Daigo Tokyo'da bir büyük orkestrada çellist. Ne kadar! pahalıysa Japonya, karısı da çalıştığı halde kıt kanaat geçiniyorlar, küçük bir evde, mütevazi bir hayat sürüyorlar. Derken orkestra kapanıyor ve Daigo'nun doğduğu küçük bir kasabadaki ailesinden kalma evlerine dönmekten başka çareleri kalmıyor. Gidecek bir yerinizin olması harika bir şey! Hikaye burada başlıyor gibi değil mi? Bence filmlerin hikayeleri film bittiği anda başlıyor. Düşünsenize; kötüler ölüyor, iyiler kazanıyor, bütün o işin içinden çıkılmaz olaylar çözülüyor, kadınlar erkekleri erkekler kadınları anlıyor, aşk layığını buluyor ve film bitiyor. Ne büyük haksızlık. Oysa hayat asıl o zaman başlamıyor da, ne... Dinlemek isterseniz müzikleri burada filmin.


Çiftimiz sakin, az insanlı, az binalı, büyük bir nehirli, muhteşem dağ manzaralı küçük kasabalarına gelir. Adamın doğup büyüdüğü yer olduğu için herkes onun çocukluğunu bilmekte, eski anılarından, bazen de ailesinden bahsetmektedir. Bu onları kimi zaman üzmekte kimi zaman mutlu etmektedir. Daigo'nun ailesi de müzisyendir ama yaşamamaktadırlar artık. Hayat giderleri az olsa da gider giderdi, haliyle de çalışmak gerekiyordu. İlanla bulduğu bir işe ilk gün ilk dakikasında alınır bayımız. Çünkü zaten başka başvuran olmamıştır, çünkü kasabadaki herkes ilanı vereni tanıyor ve tam olarak ne yaptığını biliyordur. Yüklü bir avans hemen eline tutuşturulduğu için de mutlu mesut evine gelmiştir beyimiz. Yolculuk, olarak tarif edilir iş ona. Biz insanlara yolculuklarında yardımcı oluyoruz, denir. Ertesi sabah ilk işine ustası,aynı zamanda patronu olan bay Ikuei ile giderler. Bin pişmandır! Patronu da, ilk iş için maalesef çok zorlayıcı bir örneğin denk geldiğini itiraf eder. Yine de arkasına bakmadan kaçamaz; ustası rica eder, "alışırsın, iyi para kazanırsın", der. "Nihayetinde bir iştir bu da"der. O gün durmaya ve ertesi gün gelmemeye karar verir. Ertesi sabah başka bir iş çıkar.
İşleri bittiğinde evden ayrılmak üzere kalkarlar. Ev sahibi bizim Daigo'nun ellerine sarılır. Eğilip kalkıp, belini büküp doğrulup arigatoo, arigatoo, der. Gözleri dolar Daigo'nun. Hani, o güzelim Bach çello konçertolarını çalarken  bu kadar teşekkür almamıştır. Ustası Ikuei de ona gülümser. Bu, Daigo'da yaptığı işe olan tedirginliğini, korkusunu biraz azaltmıştır. İşin kendisinin değil, aslında işin ve insanın neye hizmet ettiğinin önemli olduğunu kavramasını sağlamıştır. Ne iş yapıldığı, işin kişiye nasıl bir konum sağladığı, yaşanılan toplumda hangi basamağa denk gelindiği Japonlar için de önemliydi pek çok toplum gibi. Kimi zaman kasabada yürüyüşe çıktıklarında bazı tanıdıklar onlara selam vermez olmuştu.Üstelik çok yüksek bir ücret almasına rağmen. Üzülüyordu elbet Daigo buna ama daha az önemsiyordu da. Bununla birlikte hâlâ karısına da söyleyememiştir ne iş yaptığını, tâki karısı tesadüfen öğrenene kadar. Çok üzülür Mika, yani karısı. "Ben şimdiye kadar mütevazi hayatımızdan hiç şikayetçi olmadım, fakat buna katlanamam, böyle bir işte çalışıyor olmanı kabul edemem", der ve kocasını terk ederek evden ayrılır. Daigo yine üzülür. Ancak yapacak bir şey yoktur. Hem, başka bir işi yoktur hem de içten içe işinden çokta şikayetçi değildir artık. Ölen annesinin ve onu küçükken terk etmiş babasının yarattığı travmaları iyileştirici bir etkisi vardır sanki işinin. Üstelik ustasını ve ara ara hayatla ilgili yaptığı sohbetlerini de seviyordur. Ve günler böylece gider ve gider... 


Nihayet hikayeleri hüzünlü ama mutlu bir sonla başlar... Daigo ve Mika sevgilerinin değerini görür, bir araya gelir ve hatta çocuk yapmaya karar verirler. E, tabi Mika eve döner. Kasaba Daigo'nun yaptığı işi takdir eder, onu kabullenir. Önemli bir işini karısı Mika ile birlikte yaparlar hatta.


Orjinal adı: Okuribito (Son Veda)
Yönetmen: Yojiro Takita
Oyuncular: Masahiro Motoki (Daigo), Ryôka Hirosue (Mika), Tsutomu Yamazaki (Ikuei)
Yapım: 2008, Japonya
Yazar: Kundô Koyama
2009 en iyi yabancı film oscar'ını getirmiş Japonya'ya.

Ben ağladım filmi izlerken. Lakin, o kadar acıklı bir film değil, benden kaynakladığını düşünüyorum. 

23 Kasım 2016

Kuyuda Başlayan Yolculuk

"Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek..."
Cemal Süreya, Üvercinka'dan, 


"Mardin ili Kızıltepe ilçesinin 150 köyünde 1300 sulama kuyusu bulunmaktadır ve yaklaşık olarak kuyularda 1100-1200 arası aile yaşamaktadır. Genellikle şehir merkezine 25-30 km uzaklıkta köylere ise 3-5 km uzaklıkta bulanan bu kuyular; genel olarak parsel bakımından büyük olan tarlaların sulama işlemi için faaliyet göstermektedir. Kuyularda çalışan işçiler ve aileleri için derme çatma barakalar yapılmış, bu barakaların bir çoğunda mutfak, banyo ve tuvalet alanları bulmak oldukça zordur.
Şehir merkezlerindeki yaşam şartlarının ağırlığı ve işsizlik gibi sorunlar yüzünden daha önceden yerel halkın kaldığı bu kuyularda Suriye savaşının patlak vermesiyle beraber ucuz iş gücü olarak görülen savaş mağdurlarının çalışma ve yaşam alanı haline gelmiştir. Ailelerin ortalama nüfusu 6 bireyden oluşuyor, aile bireylerinin hemen hemen hepsi çocuklar da dahil olmak üzere sulama faaliyetlerini yapmaktadırlar.
Ailelere, kuyu sahipleri tarafından yıllık 5000 ile 8000 lira arasında değişen düşük bir ücret ödenmektedir. Bu nüfus ve düşük bütçe ile yiyecek ve giyecek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanan ailelerin, eğitim ve sağlık giderleri için harcayabilecekleri bir bütçeleri kalmıyor. Bu yüzden temel hakları olan eğitim ve sağlıktan yoksun kalıyorlar. Kuyulardan köy merkezlerine çocukların okula gidebilmeleri için taşıma yapılması gerekmektedir. Fakat diline, kültürüne yabancı oldukları topraklarda yaşam savaşı vermeye çalışan bu insanların önceliği barınma ve yiyecek temini olduğu için taşımalı eğitime ilişkin haklarını sorgulamaları mevzu bahis bile olmamaktadır. Durum böyle olunca çocuklar hem okuldan hem de akranlarıyla sosyalleşme olanağı bulamıyor ve izole bir yaşam sürdürüyor.
Bu proje kapsamında bu kuyularda yaşamını sürdürmeye çalışan 5-14 yaş arası çocuklarla günün ilk ışığı ile başlayıp gecenin geç saatlerine kadar devam eden bu sulama işini ebeveynleri ile ortaklaştıran çocukların yaşamlarını konu alacak bir belgesel yapılacaktır. Bu kısa film, bu bu belgesel ve çocuklar için kamuoyu oluşturabilmek amacıyla çekilmiştir."
video çekim; mustafa umut ay
tanıtım; proje notlarından.

20 Kasım 2016

Dürnev'in Son Günü - IV

"Otur biraz istersen kızım. Kusura bakma seni soluksuz konuşturmak istemedim. Bırak istersen. Ben sonra da gelirim." Yüzünün giderek solması ürkütmüştü beni. Sesi her kelime de daha da kısılıyordu sanki. Sustu kardeşi. Silik mavi çiçeklerine bakıyordu fincanın. Hiç bir şey yapmamanın bahşettiği o dinginlik geldi, gözlerine kondu sanki bir an.

Mert kapının önündeki bankta oturmuş, ayağıyla topu bir aşağı bir yukarı itiyordu. Bir adam ahşap bir el arabasını iterek geçiyordu camın önünden. Bir kaç eğik alüminyum tencerenin, bir kaç demir çubuğun birbirine değen gıcırtısı sıcakta çınlıyordu. Tozluydu yollar. Sessizlik gibi görünen uğultuku bir bıkkınlık vardı.  "Çoğu insan açlıkla tutkuyu birbirine karıştırır. Çok da uzak değillerdir aslına bakarsan. Biri biraz daha geç doyar o kadar. Başkalarını kontrol etmeyi eğiterek öğretebilirsin insana ama kendini ancak kendinden öğrenebilir kişi. Kendini kendi yapanlarla tabi...  Bu da en zorudur. Bin değişik hayat hikayesi de okusa, bilse insan bin değişiğini kendine benzerinin, kendinde aradığı cevheri bulmaya yetmeyebilir. İnsanlar birbirine değe değe yaşıyor ve ne yazık ki her zaman iyiler iyilere değmiyor kızım. İnsan, tıpkı zehrin panzehirinin aynı kökten elde edilmesi gibi bir şey. Neyse. Sen benim kusuruma bakma. İnsan beni çok yordu. Ben bundan sonrasını tahmin ediyorum ancak sen istersen anlat kızım. Belki anlatman Dürnev'i özgür bırakır içinde. Onu affedebilirsin." Yüzünün ince, henüz oluşmaya başlamış çizgileri belirginleşmişti. Yirmi yaşın verdiği bütün tazeliği ve kararsızlığı taşıyordu yüzü. Ürküyordu anlatacaklarından.

"Onu mu kendimi mi bilmiyorum ki... O gün olmadan önceki gün beni aradı. Yarın öğlene doğru gidip çocukları almamı istedi. O eve yetişemeyecekmiş. Onu gördüm dün bir dükkanda galiba, gitmem bakmam lazım, dedi. Çok korktum. Anlamıştım. Yine de bir şey demedim. Yapma, diyecektim, demedim. Engel olabilir miydim, bilmiyorum! Kazadan bu yana her an, bırakmasaydım, gitseydim, o kaza olur muydu, beni dinler miydi, bilmiyorum, geceden gündüze hep düşündüm bir yere varamadım. Ablamdı. Eve gel çocukları al dedi, ben de aldım...

Sardunyalar açmıştı. Bir tanesini alıp evden çıktım. Az biraz tökezliyordum. Sol dizim her geçen gün kötüleşiyordu. Yaşam uzamaz yaşlılık uzar, diyorlardı bir filmde. Turuncu çiçeği, kalın yaprakları ile Halim pek hoşlanmazdı benim sardunyalarımdan. O gülcüydü. Özellikle de sarı. Bir dizi mi ne varmış eskiden, bir kovboy dizisi, Sarı Gül diye ve onun güzel sahibesini anlatır dururdun ya bana, sarı güllere ne gıcık olurdum sen anlattıkça... Sana kızgınım Halim. Oğlanı felsefe okuttun beni de bırakıp gittin...

Sen çok az tanıdın Dürnev'i ama tanıdın. Mahkemelerde çok az vaktimiz vardır ama önceden okuyacak anlayacak çok vaktin olmalı, sanık karşına geldiğinde kim olduğunu biliyor olmalısın fakat yüzüne baktığında yabancı olduğunu da unutmamalısın derdin ya, Dürnev'in birini öldürmek için evden çıkacağını aklıma getirmedim son ana kadar. Kaza raporlarına, görenlerin dediklerine bir daha baktım; belli ki ya bir yere koşuyormuş ya da birinden kaçıyormuş. Galiba kimse masum değil  bir ihtimalle karşılaşana kadar. Ben intihara odaklanmıştım. Ön yargıyla baktım biliyorum. O gün ölmeseymiş öldürecekmiş... Kız kardeşinin ağır bir sırrı var artık taşıyacağı. Ne ölmesine ne de öldürmesine engel olamadığı için kendini onunla gömüyor. Ben söylemeyi düşünmüyorum Adem'e. Madem Dürnev söylememiş. Ne dersin; hayat onu kendi kaderiyle mi sınadı Halim? Hayatındaki onca güzelliğe rağmen bir kötülüğü defedemiyor mu insan?

Ben? Ben yaşıyorum işte... Ağrımı sızımı bile seviyorum bazen. Oğlana sitem etmeye bahanem oluyorlar. Gelmiyor pek. Özlüyorum çok da, bir şey diyemiyorum. Zorla gelse bu sefer başka üzüleceğim, en iyisi özlemimle kalayım diyorum. Senin sürekli bu ağaçlarla olmanı kıskanıyorum biliyor musun? Kıskançlığımdan hep şikayetçiydin zaten. Yine de iyi idare ettin beni o konuda. Bir avukat sana gülümsese sen de bana gülümserdin. Biri sana değse sen bana değerdin hemen. Kendine beni hatırlatıyordun belki öyle kimbilir, şimdi düşünüyorumda. Çok severdim o halini. Ağaçlar diyordum; uzun bir doruk ağacı dünyanın halen bizden yana olduğunu hatırlatıyor bana galiba. Hafızasının kötülüklerin yanında güzellikleri de saklayabileceğine, yapraklarının her şarkıyı bildiğine, fırtınayla da gelse rüzgar, üzerinden geçip gideceğine inandırıyor beni. Muhteşem canlılar uzun doruklar. Düşünsene; yerçekimine rağmen göğe uzanan böyle bir azim ve derine doğru yayılmış yüzlerce parça, gitmekle kalmak arasında ne büyüleyici bir çelişki...
***

17 Kasım 2016

Dürnev'in Son Günü - III

Çocukların evde olmaması dikkatimi çekmişti. Dürnev'in kız kardeşinin evden uzaklaştırmak istemesi normaldi bir yandan, diğer yandan bir düzenleri, bir okulları, arkadaşları vardı. Çocuklara baktıkça kızlarını hatırlayacak iki yaşlı insanın gözleri önünde olmaları ne kadar faydalıydı. Karaköy'e geçmeden önce onları görmeye gitmeye karar verdim. Bir torunumuz olsaydı nasıl olurdu? Oğlum giriyor araya. Hiç bir canlı bizim kadar üremiyor Allah aşkına anne! Ürese bile bu kadar çok hayatta kalmıyor. Bir rahat bırakın beni... Sizinkisi geldik gidiyoruz korkusu. *Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun allasen. Aman aman iyi, sanki bir şey diyorum... Kabahat sende değil zaten oğlum, seni felsefe okutan babanda. Neymiş, hakikati arayacakmışsın... Bu yüzden bile her gün söylenmemi hak etti o baban. Hakikatmiş! Hangi hakikat acaba! Aramadan önce neyi kaybettiğini bilmeli insan. Yalanı bilirsen hakikati görürsün oğlum.

Eyüp'de olduklarını biliyordum da evlerini nasıl bulacaktım? Oraya kadar gidip Adem'i ararım diye fazla endişe etmedim ve nedense emrivaki yapmak istedim. Kafamı uğul uğul cümlelerden kaldırdığımda Hakan Pastanesinin önüne gelmiştim bile. Bulvardan aşağı yürümek kolaydı ne de olsa. İlk gençliğimde yokuş yukarı ipragaz taşımışlığım vardı da, şimdi kendimi taşıyamam imkanı yok. Biraz aşağıdan Kabataş otobüsüne, oradan da Eminönü'nden Eyüp otobüsüne geçtim. Gündüz olmasından sebep bir buçuk saati geçmeden Alibeyköy minibüs durağından Adem'i arıyordum. Ev uzakta değildi. Şaşırdı az biraz ama çocukları özledim deyince üzerinde durmadı. Mert beni görünce koştu. Yarı toprak yarı asfalt bir yolun kenarında, apartman olacakken müstakil kalmış üç katlı, bahçe niyetine betonla çevreli bir binanın önünden doğru seyirtiyordu. Hüzünle gülümseyen gözleri beni ve annesini daha önce yan yana görmüş olmanın harelerini taşıyordu. Bir an acabanın iyi gelen olasılığıyla yandılar ve söndüler. Öptüm, başını okşadım. Kapıyı benden önce çaldı. Kız kardeş açtı. Esmer, Dürnev'den daha uzun, beyaz tenli, ela gözlü saçları omuzlarında bir gençti. Uzun siyah bir gömlek, kahverengi bol bir pantolon vardı üzerinde. Divanda kahve fincanıyla bir gazete vardı. Ufaklık bir köşesinde uyuyordu. O da uyuduğu tarafın tersinde oturuyordu belli. L şeklinde iki divan, bir tek kişilik koltuk, koltuğun yanında bir doğalgaz sobası, köşede bir kaç çiçek saksısı vardı. Karanlık, kuzeye bakan bir salondu. Dışarıdaki sıcağa rağmen serinlik hakimdi içeride.

"Hoş geldiniz", dedi. "Ben sizi bir kaç kez görmüştüm ablamın evinde ama isminizi çıkaramadım şimdi kusura bakmayın," diye devam etti. Sabiha kızım. Ablanla aynı mahallede oturuyorum. Çocukları özledim, sizde dedi Adem, ben de bir göreyim istedim. Siz, nasıl, biraz daha kendinize gelebildiniz mi? Anneniz babanız iyiler mi?" "İşte, nasıl olsunlar. mevlide gittiler. Ben çocukları götürmek istemedim. Evdeyiz işte öyle. Çay var içer misiniz, ya da kahve de yapabilirim." Heyecanlıydı. Yapacak hiç bir şey olmadığını bildiğimiz zamanlarda yeniden hayatta kalma fırsatının kıpırtısı vardı sesinde. Kız kıpırdandı ama uyanmadı. "Çok iyi bir anneydi Dürnev. Hele şuncacık kızıyla gülüşmeleri, oğluyla didişmesi gitmiyor gözümün önünden." dedim, ne diyeceğimi bilemeyerek. Acıyı almaya çalışan sözler aramak çok yersizdir oysa. Hangi söz alabilir onu sahibinden, alevler sarmışken insanın içini. Ancak paylaşılabilir, dinlenilebilir ve beklenilebilir onun başı yanında. "Siz savcı emeklisisiniz, öyle mi?", derken sesi sakinleşmiş ama elleri titriyordu. Fincanı hemen aldım ben de. "Öyle. On yıldan fazla oldu emekli olalı. Bir o kadardır ablanların mahallesinde oturuyorum. Onlar geldiğinde kıza gebeydi henüz ablan." dedim bende. Sözü döndürüp kaza gününe nasıl getireceğimi düşünüp duruyordum bir yandan. "İnançlı biriydi, değil mi ablan?" çekinerek yüzündeki tepkiyi takip ettim. "Evet, oldukça inançlı biriydi. Namazını çok takip edemeyebilirdi çocuklardan filan ama, biliyorsunuz, ona göre giyinir, ona göre yaşamaya çalışırdı." "Ben de öyle düşünüyorum. Lütfen yaşlılığıma ve mesleğimin alışkanlığına verin ama sanki kaza değil gibi geliyor bana bu olay. Ondan sordum öyle; canından vazgeçmiş olabilir mi sence kızım ablan? Bunu Adem'e sormak istemedim, en azından emin olana kadar. Onların aralarından kaynaklanacak bir şey olduğunu da sanmam. Etraftaki en sakin en uyumlu karı kocalardan biriydiler. Şimdilerde onlar gibisini görmek zor.

"Bilir misiniz bilmem teyze. Bir dizi vardı, orada Ramiz dayı diye bir karakter söylemişti bu lafı ama kime ait, o mu uydurmuştu bilmem; Kadere inanan insan tesadüfe inanmazmış. Tesadüfe inanan kişiyse kaderini kendi elinde tutamazmış. Ablam kadere inanırdı. Kaderinin bu noktaya geleceğini düşündü mü hiç bilmiyorum. Bazı şeyleri insanın kendisi biliyor sadece... Bir adam vardı, kurt İsmail derlerdi. Çok koşmuş ablamın peşinde. Biz o zaman köydeydik. Hatırlıyorum ben de, sekiz yaşında var yoktum ama her şeyi anlıyordum. İstememiş ablam. Yakışıklı, varlıklı da bir adammış ama istememiş. Yalan dolan bir adammış, ondan kurt derlermiş. Onu bunu kandırır, işini görecem der para toplarmış. Bazen yaparmış da, o resmi daire senin bu resmi daire benim gezer, öyle işlerini halledermiş işte köylünün. Bundan da para alırmış. Kimi zamanda fazladan alır, kandırırmış milleti. Ablam sevmezmiş bu hallerini. İnsanın içi istemeyince istemiyor ya, öyle yani. Babamlar da bir şey dememiş. Yumuşak huyludur babam. Dört kızı olmuş, hani oğlan dememiş misal. Hatta, komik; dünyanın yarısı kızla dolu, bana dördü düştü tüh hanım dermiş de annem gülermiş. İşte bu kurt İsmail, takınca takmış ablama. İsteyip de alamadıkça iyice kinlenmiş. İşte, bir gün babam çarşıdayken eve dalmışlar bir kaç kişi öyle konu komşunun önünde, kaldırmışlar ablamı. Anlıyorsun dimi teyze, kaldırmışlar deyince. Bizim orada öyle derler. Uzun, çok uzun kavak ağaçları vardır, ince belli, beyaz böyle, çok yapraklı değildir. Onların arasından araba gittikçe annem koşmuş, annem koştukça araba gitmiş ama nafile. Dört gün bulamamışlar ablamı. Adem abiyi ilk bizim evde gördüğümde on üç yaşımdaydım. Ortaokul ikinci sınıf, oradan biliyorum. Ablam döndükten o güne kadar neredeyse hiç konuşulmadı bu mesele. Hem de hiç. Bir tek o gün, o günde yarım yamalak, Adem abiyle annesi gittikten sonra, ben konuşayım baba Adem'le. Sen bir şey deme, dedi ablam. Konuşma da bu, böyle ima edildi yani."
*İbn Arabi
devam ediyor...

14 Kasım 2016

Dürnev'in Son Gün -II

Kazaydı. İki doğrudan şahit, yara izleri, polis kayıtları, ambulans, hastane hepsi normaldi. Her gün kaç kez olan, kaç yaşamı bitiren kazaydı işte. Yedisi olmuştu. Evinde mevlit vardı Dürnev'lerin. Ben gittiğimde bitmek üzereydi. Galiba bilerek geç gitmiştim. Kuran-ı Kerim tamamda, o sonrasında ilahi okuyup ev ahalisini ağlatma ritüellerine katlanamıyorum ne yalan söyleyeyim.

Kimse kimseyi rahat bırakmıyor sanki. Ağıtlarımızdan gösteri çıkarmak mutluluklarımızla caka satmak... Derin bir soluk alıyorum istemsiz. Ben mi insanın değişmesini umuyorum yine de bilmem ki... Kendime gülmem gerek.

Biraz dua edip Adem'e bakındım. Balkonda sigara içiyordu. Ağzında dururken biri paketten bir tane daha çekti. Kauçuk ikinci kata uzamıştı neredeyse. Yapraklarının gölgesi vuruyordu olduğu yere, yüzü daha bir kararıyordu bu yüzden. Gözlerindeki ışıltı kayıptı. Boğazındaki yumruyu alıp götürecek bir hıçkırıkta gizliydi her şey, ama gelmiyordu, belli. Belki geceleri, umarım geceleri ağlıyordur. Aklımın çalışması neyle meşgul olsam aynı kalacaktı galiba. Geceleri ağlayan bir adam için düzelir mi ki gündüzler, bilmiyorum. Saçma sapan şeyleri mi sorgular olmuştum ne! Bazen çiçeklerin neden sabahtan akşama açtığını bile sorguluyordum. Hayır, akşam gayet yeşil suladım, ayrıldım başınızdan. Ne oldu da sabah tomurcuklandınız, böyle kahve kahve şişti buralar, ağzıma kadar geliyordu bunlar da gülmekten söyleyemiyordum.  Sonra gidip Halim'e de anlatıyorum bazen bunu. O hiç bir şey demiyor. Eskiden de demezdi aynı. Sabiha hanım, salonda anlatırsınız ne diyecekseniz, savcılık varsa savunma makamı da var. Bir sizi dinleyecek değilim, derdi. Başını yerden kaldırdı ayak sesimle. "Gel savcı hanım, hoş geldin, otur şöyle?" dedi. "Sağol Adem. Çocukları göremedim, bir yere mi gönderdin?" "He, savcım. Küçük baldız var benim. Çalışmıyor, evde. Biraz bizde kalsınlar, evin kalabalıklığı gidene, neyi nasıl yapıcaz anlayana kadar, hem anneannelerine iyi oluyor", dedi. Bugün bile getirmedi hatta. Ben de bir şey demedim. Kız çok soruyor, perişan. Biz de faydalı olamıyoruz ona." "Zor, Adem, çok zor. Allah sabırlar versin. Çok severdim Dürnev'i. Çok iyi bir kadındı. Allah bizden çok sevdi de erken aldı demek. Allah rahmet eylesin." "Amin savcı hanım."

Dizimi balkon demirine dayadım. Ne zamandır ağrıyordu yine. Soğuğu hissedince ağrının ateşi azalıyordu. Elimi dizime koydum, aşağı baktım. Kokuya doğru eğildi gövdem sanki. Aşağıda güller açmıştı. Mayısı bitirmiş Haziran'dan gün alıyordu onlar da. Onlara aylar, bize yılların geçtiği gibi mi geliyor acaba... Biz insanların bazı şeyleri bilemeyişine seviniyorum artık... Bilmemek uzak tutuyor. Üç katlı apartmanın ikinci katındaydık. "Duyduğumdan beri merak ediyorum Adem. Sana da soramadım hemen. Dürnev dikkatli bir kadındı. Işıklardan bile karşıdan karşıya geçmeye çekinen biriydi biliyorum ben, değil mi ki yaya geçidinin olmadığı yerden geçsin. İlginç geliyor bana. Ya da üzüntüden bilmiyorum artık..." "Ben de çok anlamıyorum ama böyle işte savcı hanım. Çarpan adam oralarda çalışan bir esnaf. Karaköy kalabalık yer. Adam yetmiş beşle bile gitmiyormuş. Ama kötü çarpmış zahar. Kenara düşm... Tam o Perşembe Pazarı yoluna girerken işte, biliyorsun. Tünel tarafından hızlıca gelmiş ve yola neredeyse atlamış, etraftakiler öyle demiş hep. Polis şoförü bir iki gün tuttu bıraktı zaten. Tutuksuz yargılanacak ama alt geçit var, ilerde kırmızı ışık yanıyor filan. Neredeyse sıfır suçlu adam. Abla ben senden bir şey isteyecem aslında?" "Dur ben önce bir şey diyeceğim Adem. Ben de bir oraları dolaşayım, soruşturayım ister misin? Mesela, o gün bir işi filan var mıydı Dürnev'in. Niye gitmiş Karaköy'e?" "Hiç bilmiyorum. Genelde bana der, arar söyler ama bir şey demedi. Tek bildiğim sabah çok erken çıktığı." Tamam Adem. Ben, herhalde biraz eski alışkanlık, içime sinmiyor bu durum. Bir bakmak istiyorum izninle." "Ben de onu diyecektim savcı hanım aslında da çekindim. Ben de istiyorum biraz daha öğrenmek, nasıl olmuş, neden öyle yola atlamış."

"Sen çok ölüm görmüşsündür abla. Ben neredeyse görmedim. Babamın babasını hatırlıyorum bir, yıkıyorlarmış caminin yanında bir yer vardı. Babaannem sırtımdan itekledi, git bak olum dedene bak gidiyor, gör bak, diyerek. "Nereye gidecek yaşlı adam öff Babaanne", diyecektim hani neredeyse de, bakmıştım ağlıyordu, bir şey demeden dediğini yapmıştım. On iki yoktu yaşım. Üç adam ayakta, dedem upuzun yatıyordu. Böyle çırılçıplak hani. Adamlardan biri başından su döküyor, diğerleri ayaklarından, diğeri de suyu aşağı yukarı dolaştırıyordu. Ben hayatımda öyle üşüdüğümü hatırlamıyorum abla. Dudakları mosmordu ya, sanki soğuk dudaklarımdan başlamış, ayaklarıma varmıştı birden. Bembeyazdı baştan aşağıya. Pörsümüş derisi, sarkmış karnı, böyle ne yana baktığı belli olmayan elleri değildi beni korkutan. Yoktu abla, dedem yoktu! Orada yatan yüzü, burnu, alnı ilk defa görüyordum ben. Sanki cami avlusundan değil de hiç bilmediğim bir evin kapısından içeri girmiştim. O yokluk, o görmeyiş var ya, bana, dedemle bütün anılarımı o gün bugün anlayamadığım bir boşluğa çevirmişti. Bütün sesi, bütün hareketleri kendimi de izlediğim bir sinema filmi gibi olmuştu. İşte şimdi Dürnev'i düşündükçe bundan korkuyorum çok. Yıkarken beni yanına almadılar. Neymiş namahrem olurmuş artık! Af edersin, bilmem neyiniz batsın dedim içimden. Ben bakacaktım abla. Ben biliyorum Dürnev hala oradaydı. O dedem gibi bedeninden çıkıp gitmemiş olacaktı. Onunla olan her şey benle, bende, biliyorum ama bakamadım işte... Şimdi, bazen evi dolaşıyorum. Çocuklar da yok ya, böyle oturduğu koltuğa oturuyorum, sen yabancı değilsin abla, mutfağa giriyorum, musluğa dayanıyorum, elimi ıslatıp onun yaptığı gibi havluya silerken bana, masaya doğru bakıyorum. Sonra ben, ben oluyorum musluğa doğru bakıyorum onu görüyorum, seviniyorum. Ama korkuyorum. Gidiverecek, olmayacak, o dedemin boşluğu, geri gelecek diye ödüm kopuyor. Bir göreydim yıkarlarken, bakaydım ki orada daha, içim ağrımayacaktı bu kadar sanki abla...

Adem hala yere bakıyordu. Bana anlatmadığı çok açıktı anlattığı ne varsa. İnanmaya ihtiyacı vardı, inandırılmaya ölüme... İnsan uyabilen bir varlık. Uyarlanabilen. Evrilebilen. Evrilen. Oysa duygularla olan bağı asırlardır aynı. Pandoranın kutusu açıldığından beri hepsi aynı.

Hiç bir şey demeden çıktım. Bir iki komşuya başımla selam verip, Barbaros bulvarına doğru yollandım.
devam ediyor. 

11 Kasım 2016

Dürnev'in Son Günü - I

Dürnev Karagözlü o gün öleceğini bilse evden çıkar mıydı bilen yok. İki çocuğunu o gün servise Dürnev bindirmemiş, büyük oğlan küçüğün elinden tutmuş, kapının önünde bekliyorlarmış servis geldiğinde. Servis görevlisi küçük kızı çekmiş kolundan kaldırımdan atlamasına yardım etmiş, oğlan kendi gelmiş arkadan. Benim de aklıma servis görevlisiyle konuşmak çok sonradan gelmişti doğrusu. İlk günler yangına körükle gitmek istemedim. Adem karısını severdi, biliyorum. Herkes bilirdi. Kalıbına baksan kırkını geçmiş sanırsın ama daha yolun yarısındaydı. Gören avizeci değilde Mahmutpaşa'da toptancı olduğunu sanırdı. Pazulu, uzun, heybetli bir adamdı anlayacağınız. Yüzündeki yumuşaklık, gözlerindeki ışıltı tuhaf bile gelirdi. İri, özünün beyazına zıt kahverengi badem badem gözleri vardı. Bizim oralarda elma meşhur ama anam bana gebeyken çok badem yemiş, dermiş Dürnev'e ilk tanıştıklarında. Mahalleye geldiklerinde oğlan kucaklarındaydı. Kıza gebeydi Dürnev. Hani, nereden baksan dört yıl oluyordur geldikleri. 

 "Neden şaşırdın ki bu kadar?" demiştim Beren'e. "Üç yıldır bu serviste çalışıyorum abla dört, bilemediniz beş kez servisi beklemediğine rastladım Dürnev ablanın. Şaşırmam mı. Bir kere hastaydı, birinde yok evde dediler, birinde de minibüsün önü sıra çoktan çıkmıştı evden, babaları bekliyordu. Diğerini hatırlamıyorum ama her gün aynı saatte çocukları beklerdi. Büyüğü dedi, "evde yok abla annem". Ben de daha sormadım tabi. 

Ben dikkat etmemişim tabii o kadar. Nereden, neden edeyim ki. Son dört beş yıldır balkonda ki çiçekleri poyrazdan karayele taşımaktan, nasıl yaşatacağımı şaşırmaktan arada Halim'i gözlemekten başka bir şey yaptığım yok denebilir. Oğlan bizden önce bıkmıştı İstanbul'dan, haklıydı. Ben, Halim'i bekliyordum yine de. "Sabiha teyze gazete alayım mı?" "Yok oğlum, bugün ben çıkacağım, sağol." Pek dışarı çıkmazdım. Evimin sakinliğini yılların uğultulu adliye koridorlarından sonra oldukça seviyordum doğrusu. Ayda bir iki kez bizim balkonda toplanırdık mahalleden belli başlı kadınlarla, Dürnev'de gelirdi. Ben onların ondan bundan anlatmasını sever, onlar da benim, o kadın öyle yapmaz, ay aman bu adam kesin aldatıyor, o kız o çocukla ayrılalı epey oldu, yorumlarımı pek sever, pek gülerdi. Bazen hoşlanmasam da kendim de halimden, emekli ve mesleğinden soğumuş bir savcı için ne yalan söyleyeyim keyifli saatlerdi. Sayısız cinayet bir o kadar katil, ve ölmek isteyen insanlar görmüştüm. Öldürdüğü için ölmek isteyenler, öldüremediği için kahrolanlar, pişman olanlar, pişmanlığından esef duyanlar, hiç yaşamasa da ölmekten ödü kopanlar; hepsi insandı... Yaşamdan bıkmışlar fakat yaşamaya çalışmaktan usanmamışlar... 

Kollarım daha az ağırlık kaldırıyordu günler geçtikçe. Yüzüm hep kuru, gözlerimin feri az, ayaklarım yavaş, sızılıydı her geçen gün daha çok. Yetmiş iki yıldır bu dünyayı seyrediyorum, yine de doydum diyemiyorum. Kim diyebildi ki? Bazı şeyleri insanın kendisi bilmeyince kimse bilmiyor... Neden öldüğünü biliyor mu acaba insanlar? Dürnev'in ölümü bütün mahalleyi şaşırtmıştı. Ölümün doğası buydu. Bu kadar gelmesi muhtemel ama bu kadar şaşırtan başka bir ihtimal yoktur. Dürnev, iyi bir insandı. İyi insanların erken ölmesi başka başka üzüyordu insanı. 
devam ediyor...

08 Kasım 2016

Rüya

Rüyamda bir kadın; yirmi beşlerinde kısa, kapri denilen cinsten bir kot pantolon giymiş, uzun düz siyah saçlı, sıradan ama tanıdık olmayan, daha önce görmediğim fakat görmemin muhtemel olduğu, güzel denebilecek yüzlü, beyaz tenli, otobüste çapraz karşımda oturuyordu. Ben kitap okuyordum. Ondan biraz daha kısa kot pantolon giymiştim. Camdan etrafa bakarken birden yanıma geldi ve "utanmıyor musun böyle kısa pantolon giymeye", dedi. Şaşırdım, fakat paniklemedim. Genel yapıma uygun olmayacak şekilde sakindim bu söz karşısında. Bu tür yargılamalara olan ya da ülkede giyim tarzımıza karşı bir baskı hassaslığım olduğundan değil paniklemeyeşime şaşmamam. Bu tür doğrudan bir suçlamada genelde ne yapacağımı bilemeyebilir, donup kalabilirdim. Öyle olmadı. Şaşırmam bunaydı. Hafifçe doğrularak, konuşmaya başladım. "Sana ne", dedim. "Benim, yanımdakinin, bu otobüsteki herkesin, başkalarının nasıl giyindiğinden sana ne. Dünyada dert edinecek milyonlarca sorun varken sen neden birinin kıçının ne kadar örtülü olup olmadığıyla bu kadar ilgilisin." Sonra otobüse doğru döndüm. Kafalarını sallayarak bana hak veriyorlardı. "Sizlere ne oldu Allah aşkına! Bu ülkeye ne oldu! Hangi günahınızdan kaçmak için bu kadar Tanrı arar oldunuz? Hangi günahınızı örtmek için bu kadar masumun kanına girer oldunuz." Böyle dedim. Rahatlamamıştım... Camdan bakmaya devam ettim. Ağır bir nem yeryüzüne inmiş, bütün renkler buğulanmış gibiydi. Bir kadın, belli belirsiz bir karaltı yürüyordu kenarda. Uzun bir çimenlik görünüyordu önünde yeşilden siyaha ve griye dönen. Ve tuhaf filimsi yaratıklar yanında... (Tam karşılığı olmasa da bir başka ifadesiyle...

05 Kasım 2016

Şiir

"...Sızlar bir yerlerim, adsız ve kayıp,  Sızlar usul usul, dargın..."
foto: Hasan Erdoğan, 2016 Ankara
sözler: Ahmed Arif, Kara şiirinden.


30 Ekim 2016

İnisiyatif*

- Allah vere de çok bombalamasalar. 
- Niye la? Korkuyon mu?
- Yok ya, babam kemiklerimi bulamaz.
- Pohhhaa! Bu mudur aklına gelen şimdi. Hadi hadi eline davran. Sığınağı buldu bulacaklar. 
- Buradan çıkış yok, belli oldu Selim. Ne olacaksa olacak. 
- Hem senin baban varmıy dı la? Hiç demediydin.
- Olmaz mı salak. Herkesin babası var. Annem değil de, babam çok gariptir benim. Pek üstümüze düştüğü, öyle akıl filan vererek adam etmeye çalıştığı yoktu pek. İşte okuyalım, bakalım başımızın çaresine, elimiz ekmek tutsundan bir babaydı. Evlilik torun morun gibi şeyler yani. Ama hep bilmek isterdi neredeyiz, ne yapıyoruz. Ona göre dua edecekmiş.Tuhaf işte. 
- Öyle, öyle Metin. Genel babalık durumları yani.
- Yani. Ben de her hafta ararım. İyiyim, hayattayım derim. Başka da bir şey demem. O da tamam der.
- Şimdi burada olduğumuzu biliyor mudur yani?
- Yok yok onu sanmam. Ama buradan çıkamayınca aramayınca anlayacaktır, aramaya başlayacaktır tabi.
- Aman, o bilmese de, söylerler merak etme. Dışarıdakiler bizden iyi biliyor bizi.
- Yaklaştılar galiba.
- Galiba. Niye bilmek ister ki babalar-anneler neredeyiz ha bire Metin?
- Sevmekle ilgili herhalde. Birini o kadar sevmedim bilemiyorum ama, sevmekle ilgili olmalı. İstanbul'a gitmekle tehdit ederdim onu kızınca arada. O da; burada kalın bu köye tıkılın, demiyorum. Ama bileyim neredesiniz, iyi misiniz, ara da bir göreyim yeter, derdi hep.

Baba Kemal Gün'ün iki oğlu da aynı sene içinde örgüt üyesi oldukları sebebiyle askeri güçlerce öldürülür. 07 Kasım'da ölen oğlunun kalan kemiklerini alabilmek için 77 gündür açlık grevi yapıyor Kemal Gün. Haber burada. 

Önce, kimsesizler mezarlığına gömülen kemiklerin tespiti yapılır. Orada oğluna ait kemik olmadığı anlaşılınca kendisinin talebiyle bombalanan sığınak tekrar açılır. Aralarında yine kendisinin de olduğu bir grup insan, tek tek elleriyle kalan kemik ve parçaları toplar ve savcılığa teslim eder. Ancak kemikler hava bombardımanın etkisiyle aşırı ısıya maruz kaldığından DNA tespiti sonuç vermez. Savcılık bu sebeple hiç bir parçayı veremeyeceğini iletir. Fakat o gün oğulun o sığınakta olduğu bilinmektedir. Kemal Gün, şöyle ifade ediyor talebini; "Bir oğlum da 2016 yılının 4 Nisan’ında Geyiksuyu’nda öldürüldü. Onun cenazesini verdiler, aldık götürdük memlekette gömdük. Onun bir mezarı var, gidip dua ediyorum. Bunun cenazesini de alıp onun yanına gömmek istiyorum. Başka bir şey istemiyorum." Belirsizlik için talebi ise, hepsini, bütün çocukların kemiklerini verin tutanakla, aynı yere gömeyim. Aylardır başka arayan yok bu çocukları. Olur da gelen soran olursa, tutanak belli, yerleri belli. Kim isterse gelir görür mezarlarını, şeklindedir. 

*1. Öncecilik, üstünlük. 2. Karar verme yetkisi. 3. Gerekli kararları almayı bilen kişinin niteliği. (TDK)

27 Ekim 2016

Olmaz Böyle Şey

"Gördün mü bak, kimse gelmez diyordun biz geldik."


Işıklarla, huzurla uyuyun; Halit Akçatepe, Tarık Akan, Kemal Sunal, Zeki Alasya,
"Herkes ölür, ama herkes yaşayamaz."... 

24 Ekim 2016

Kahveye Giderken

Bir kaç haftadır limon sıkacağı arıyorum. Geçen hafta evin hemen yanındaki markete tekrar sordum; gelmemiş daha. Bir ara varmış bitmiş belki yakında gelirmiş. Başka markete gidince de unuttum kaldı. Aklıma da geliyor arada; bizim evde nasıl limon sıkacağı olmaz! Hatta ofiste bir tane var eski plastik bir şey, getirsem mi ki eve, diye de düşündüm. Yaklaşık bir aydır sabahları limonlu su içmeyi adet edindim. Pek seviyorum. Fakat elde sıkmayı sevmiyorum, hem zor hem limonu ziyan ediyorum. Bugün cezveyi ararken gördüm; tavaları koyduğum yerde varmış.

21 Ekim 2016

Sayıklamalar XVII

buyulugerceklik.com
Ben ve  Kardeşim
Bastığım çimenler aynı oysa patikalarda. Sarı çiçekler, kara hindibalar, otlar, çalılar, minik papatyalar ve onları uçuşturan rüzgar hâttâ. Zamanın gizemini çözdüğüm gün, ömrüm yetmez ya, hayatı çözmüş olacağıma inanıyorum. İçimde kendini yenileyen yangınlar sönmüyor hiç. Hiç küllenmedi benim içim. Özeniyorum öyle diyenlere; "küllendi sana olan aşkım..." Büyük şair Yevgeni Yevtüşenko. Affetmenin büyüklüğünden bahsediyorlar. Öğrenemeden gideceğim nasıl olduğunu, biliyorum. Geçen gün arkadaşım dedi: önce Tanrı'yı affetmeyi denemeli insan; bunca kötülüğün ilk müsebibi değil mi ki O. Bilmiyorum. Bir şey diyemedim. Tanrı dersek, işin içinden çıkıverecek mişiz gibi geliyor. Yine de eskiden daha duygusalmışım.

Geçmiş gitmiş güzellikler de kötülüktür bazen. Birlikte yaşamaya alıştığım ur gibi, boğazımda bir yumru, boyun damarımda bir ağrı, böğrümde her adımımda vuran bir sancı gibi, kaç sabah kaç akşam bitse de o benimle... Çocukluğun hatırası hep içimizde. Zaman niye var o zaman?

Bir gün o filmi hatırladığımda bütün geçmişim farklılaşacak gibi geliyor. Ve bittabi geleceğim. Bu fotoğraftan üç dört yıl sonra olmalı. Genç bir kadın tren raylarında yürüyordu yanında genç bir erkek, kardeşi ya da yabancı biri sanki. Bir gün buralardan gideceğim, göreceksin diyordu. Sonra uyuya kalıyorum, ne kadar uyudum bilmiyorum balkon perdesinin üstüme doğru uçuşuyla uyanıyorum. Aynı kadın elinde valizi yine raylarda yürümeye devam ediyordu. Filmin sonuydu. Başka bir şey hatırlamıyorum filme dair. Bir daha hiç rastlamadım. Nasıl da geçiyor zaman anların üzerinden. Dün gibi hatırlarım dediğimiz şey, saçma olmuyor mu biraz. Olsun, sen yine de "söyle bir kırık hava döneyim, turna uçsun içimde." 
***
Uzun nehirlerin bittiği uzak bir tepenin aşağısında üç kapılı kare şeklinde bir kale varmış. Hangi kapının açık olduğunu ilk seferde bilen içeri girebilir, bilmeyen kapısı olmayan duvarda taş olurmuş. Böyle oluşmuş zati o duvar da. Şöyleymiş bilmece; ey yolcu! kapının ardında ne var? Bilmenin yolun sonu olduğunu sanmayın der dervişler, kimsenin inanmadığını bile bile. En güzel prenses var demiş biri, biri bulunmayan ülkenin kralı diye bağırmış, kimi tırmanmaya çalışmış kuleye, tek boynuzlu görüyorum diye yalan söylemiş, kimi boşluk kimi yürünebilen deniz demiş. Bilmek yolunuzdur dermiş dervişler, kimse inanmazmış.

18 Ekim 2016

Cevabı İçinde

Cevabını bildiğimiz tek bir soru vardır; niye?
Hangi sorunun cevabı, niye, sorusu kadar bilinir?
Niye dediğimiz de, sorulan bir soru değildir.
Ve bütün bunların ne hatırla ne de gönülle ilgisi vardır. 

12 Ekim 2016

"Yükselen ben değilim alçalan duvarlar"

"Yıl 2006. 800 Albümünün kayıtları için, her zaman olduğu gibi eve kurduğumuz mini stüdyoda gece gündüz çalışıyoruz. ... 800, benim için özellikle önemli bir albüm. Çünkü Mevlana'nın doğumunun 800.yılı ve bu benim ona naçizane yaş günü hediyem ... Hep olduğu gibi bu albümde de içinde vokal olan bir parça olsun istiyorum. ... Kafada acayip fikirler uçuşuyor ve o fikirlerden biri gelip Yıldız Tilbe ismine konuyor. ... Peki, bir soralım, diye karar verdiğimiz gün, evde sevgili Ceza ile çalışıyoruz. Aradan bir saat geçmeden bize "Az önce Yıldız Hanım ile görüştük, çok nazik bir şekilde kabul etti. Bugün uygunmuş, az sonra yola çıkacak." telefonu geliyor. Gerçekten de bir buçuk saat sonra Yıldız Tilbe son derece kendi halinde ve kibar bir şekilde geliyor, derme çatma koltuğa oturup, "Çalın bakalım besteyi bir dinleyelim.", deyip parçayı baştan sona dikkatlice dinliyor. "Güzel olmuş, bağlamayı kim çaldı?" diye soruyor. "İsmail Tunçbilek", diyorum. Takdir ve onaylama içeren "Sağlam olmuş" gibilerinden hafif bir baş sallaması alıyorum. Hemen ardından "Bana kağıt kalem verin", diyor. Her şey o kadar hızlı ilerliyor ki. Yanı başımda bulduğum kahverengi bir kese kağıdını katlayıp elimdeki kurşun kalemi de üzerine koyup kendisine uzatıyorum. Ayaklarını altına alıp oturduğu koltukta bir yandan parçayı dinlerken bir yandan da kendi dünyasından getirdiği sözleri kese kağıdına on dakikadan daha kısa bir sürede yazıyor:

"Ey Gökyüzü
Aydınlık mısın benim kadar? Ve karanlık
Hasret yakarmış, kavuşmak varmış...
Güneşten sıcak, sudan çıplak
Sanırım hiçbir şey yok aramızda aşktan başka...
Başka seveceksin, başka türlü, başka şekilde, başka biçimde...
Güneşten sıcak, sudan çıplak...
Martıların kanadı gibi...
Tutsak!
Hiç kimsenin kalbi yok!
Hiç kimsenin şansı yok!
Bu benim kendi alın yazım, seveceğim başka yolu yok
Seveceksin başka yolu yok

Naklen mutluluk istiyoruz.
Naklen huzur istiyoruz.
Naklen sevgi istiyoruz.
Naklen!
Niye varız?"

Kaydı alıyoruz. ... Kendisine şiirden çok etkilendiğimi, özellikle "Martıların kanadı gibi" dizesinden sonra özgür kelimesinin geleceğini beklerken "tutsak" yazmasını çok ilginç ve etkileyici bulduğumu söylüyorum. Bir süre Boğaz'a ve bulutlara bakıp ardından "Martı kanadına tutsaktır. Kanatları onu nereye götürürse oraya uçmaktan başka çaresi yoktur.", diyor.

... Suyun halleri gibi özgürlüğün de farklı halleri, başı göğe değeni, özüne dokunup gürleyeni, dünyaları değiştireni var. Aynı şey tutsaklık için de geçerli. Bin bir türlü tutsaklık var. En fenası kendi egomuzun elindeki tutsaklık. ... İçeride köle olan, zaten dışarıda savaş vermeyi bırak, savaşın bile farkında değil. Kredi kartı taksiti, ev kirası, yıllık gelir vergisi hesapları ve yaşamının geri kalan kısmını zehirleyen televizyon programlarını seyretme bağımlılığı belini bükmüş halde. ... Sonra martının kanadına geri dönüyorum. Yıldız Tilbe ile aramızda geçen o kısa sohbette söylediğini hatırlıyorum; "Martı kanadına tutsaktır." Aşk gibi yani; aşık olan kalp, onu taşıyan vücudu, o vücudun sahip olduğu hayatı, bir yerden bambaşka bir yere, üstelik anlık bir kararla götürme gücüne, azmine, tutkusuna ve belki de çaresizliğine sahip değil mi?

... Bütün bu hikayenin içinde şu ana kadar sessiz sedasız duran can dostum Ceza'yı ileride tek başına bir yazı konusu olarak kaleme almak istiyorum. Ceza başlı başına apaydınlık bir dünya. O gün Yıldız Hanım'ın samimi ama biraz da yüklenerek "Sen neden o kadar hızlı hızlı söylüyorsun, anlamak zor oluyor?" diyerek dik bir bakışla kendisine fırlattığı soruyu "Yükselen ben değilim alçalan duvarlar" sözünü henüz yazmamış olmasından ötürü " Hızlı söyleyen ben değilim yavaş duyan kulaklar" diye her zamanki kibarlığı ile cevaplayamadığını tahmin edeceğinizi varsayıp şimdilik konuyu kapatıyorum."
 Mercan Dede, Tuhaf dergisi, Mayıs 2017

09 Ekim 2016

Anı Anıyı Söker mi?

Bir anının kalbimize kazıdığı izi daha "büyük" bir anı değiştirebilir mi? Ya da nasıl? Bu şarkının anısını henüz bir şey değiştirmedi bende. Sanırım da kapandı artık kapısı. Ortaokulda tarihim çok iyiydi ve tarih dersini çok severdim. On üç on dört yaşlarımda Nihavend makamındaki bu şarkıyı tarih hocamızın udu eşliğinde derste söylerdim. O çok güzel çalardı ben de fena değildim galiba. Bu şarkıda değil ama başka şarkılarda lise bölümünden ablalar beni dinlemeye gelirdi sınıfa. Yine de bütün ortaokul dersleri arasında en çok hatırladığım Mercidabık savaşının sonuçları ve Malazgirt savaşının 1071'de olduğudur. Öğretmenim beni çok sevdiği için ben de onu üzmek istemez, tarihe çok çalışırdım. Bunun testini geçtiğimiz kış yeğenimle yaptık. Ödevlerini yapmayan yedinci sınıftaki kuzenine; "neden yapmıyorsun abla, sen öğretmenini sevmiyor musun", diyordu. Kendisi birinci sınıfta. Demek ki insanı güdüleyen korku değil sevgi en başta. Korktuğumuzdan kaçmaya çalışmayı düşünürüz, sevdiğimizi ise yakın tutmayı. Diyeceğim şu ki; her ne yapılıyorsa kiminle, nerede, ne zaman, ona bağlanan her şey orada kalıyor. Bu şarkıyı her dinlediğimde; tarih hocamız, hiç çocuğunun olmadığı, bir çocuğu olmasını çok istediği, dolaşan dedikoduya göre on yıllık evli olduğu, karısının onu başkasıyla evlensin de çocuğu olsun diye bıraktığı, onun bir süre gidip geri döndürmek için karısıyla yaşadığı, yine de çocuklara bakıp çok üzüldüğü gelir aklıma. Hele şu şarkıyı kendisi gözleri dola dola nasıl güzel söylerdi. Daha iyisini kimseden dinlemedim desem yeridir belki. Müzeyyen abla meclis dışı... Bir de eş sesli kelimeleri bu şarkıyla öğrendim ben. Asıl diyeceğim şu ki; iki yıl önce tesadüf öğrendim, ben ayrıldıktan bir zaman sonra bir kızları olmuş, şimdi üniversitedeymiş. Çok sevindim. 

06 Ekim 2016

Kederin Sinema Hali: "Manchester by the Sea"

"Olabilir ama ilginç değil, diye yanıtladı Lonnrot. Diyeceksin ki, gerçeğin ilginç olma zorunluluğu hiç mi hiç yoktur. Ben de sana diyeceğim ki gerçek, bu zorunluluktan sıyrılabilir, ama varsayım asla. Senin önerdiğin varsayımda rastlantı payı pek fazla." 
-Ölüm ve Pusula, Jorge Louis Borges 


Sinema nedir? 19. yüzyılın sonlarından beri hayatımızda olan bu sihir ne menem bir şeydir? Bir kurgudan ibaret olduğunu bile bile, görerek duyarak ve dahi hissederek baktığımız o insanların yaptıkları gerçek midir ve ne kadar gerçek olabilir her şeyden önemlisi? Gerçek ve kurgu birbirinin zıddı gibi görünseler de asla birbirlerinin yerine geçemezler. Gerçek, olduğu gibidir, kurgu, yapılmış olan. Hayallerimiz dahalarla yüklüdür; abartılı, renkli, şaşalı, mutlu ya da kimi zaman acı verici, kederli. Kurguya baktığımızda orada olanın son tahlilde olmayan olduğunu biliriz. Gerçek olanın o anda, o canlılarla, o mekanda olmuş-bitmiş-yaşanmış ya da yaşanıyor olduğunu anlarız. 



İyi bir sinema filminden beklenen gerçeğe ne kadar yakın olduğu mudur öyleyse? Bir sevinci, acıyı, özlemeyi, sevmeyi, bir bakışı, bir anlamı, bir kadının dokunuşunu, bir erkeğin korkusunu, bir çocuğun gizini en iyi anlatabilen film midir, iyi sinema sizce de? Hayır, sinemanın sihri gerçeğe yaklaşmasında değildir. Bana sorarsanız hiç bir şey gerçek kadar kusursuz olamaz. Sinema, bizim, inanmak istediğimizi gösterebilme ve inanmak istemediklerimizin "yalan" olduğunu "bildirme" yetisine sahip olduğu için özeldir bana göre. Uçan periler, aniden açan çiçekler, uzay kahramanları, katiller, korkunç ölümler, ortaya çıkan cinayetler, sonsuza kadar gizlenen sırlar, mucizeler, olağan yaşamlar, küçük sevimli hikayeler, uzaktaki kasabalar, büyük şehirlerin zengin insanları, kaf dağının ardındaki her şeyi gösterebilir sinema bize... 


Yaşamın Kıyısında* olarak türkçeye çevrilmiş  Manchester by The Sea filmi de olağan insan hikayelerinden biri. Abisinin ölümü üzerine yeğeninin sorumluluğunu üstlenmeye zorlanan Lee, çevresindeki bir kaç kişi, yeğeni Patrick ve onun çevresi hakkında bir dram anlatısı. Lee, bulunduğu şehirden ve işinden ayrılarak, eskiden yaşamış olduğu abisinin kasabasına geri döner. Film ilerledikçe iç içe geçmiş hikayeler olduğunu, karakterleri bize anlatan gördüğümüz yüzlerinin altında onları oluşturan başka dramlar, başka hikayeler olduğunu görürüz. Lee ve Patrick'in davranışları sıradan, birbirini seven amca-yeğen ilişkisi. Komşularının, arkadaşlarının nezaketi, sıcaklığı, bir yakınını kaybetmiş sevdiğimiz için beklenen insani davranışlar. 


Film bize, bizim başımıza gelse çok daha farklı yaşayacağımızı düşündürten sahneler sunuyor. Oğulun babanın ölümünü karşılaması, amcanın ölümle yüzleşmesi, birlikte geçirilen zamanlar diyebileceğim, filmin büyüsünü bozmak istemediğimden detaylandırmadığım, zor sahneler. Kederin, acının ve üzüntünün yüzünü beklediğimiz pek çok sahnede bize göstermekten imtina ediyor. Cenaze sırasında, amcanın kendi geçmişindeki anılarında, yas dönemlerinde ve gündelik hayat devam ederken hatırlananlarda.

Özenli ve bilinçli bir şekilde sinemanın sınırlılıklarını unutmayarak bize sinema seyrettiren, filmin kendini kendisiyle sınamasına izin veren, karakterin başına gelen olayın kederinin kurguyla anlatılamayacağının altını çizen bir film Manchester by the Sea... Bu filmi özel yapan budur kanımca. 


Bir ihtimal de, oradaki kederin tarifini bize bırakıyor. Fakat her durumda sinemayı sanki bize baktırarak kurguya değil gerçeğe odaklanmamızı sağlıyor. Ben buna bayıldım açıkçası... Yönetmen bunu harika yazmış ve kurgulamış, oyuncular harika oynamış. 

Senaryo ve Yönetmen: Kenneth Lonergan
Oyuncular: Casey Affleck, Lucas Hedges, Kyle Chandler, C.J. Wilson,
2016, USA.
*Filmin adının Yaşamın Kıyısında olarak çevrilmiş olması tamamen içerikten bir çıkarım olmuş ve bence fazla klişe ve bu yüzden de olmamış. Filmin adı, Birleşik Devletler'in doğusunda bir kasabanın adından geliyor. Aynen kullanılmasının ne sakıncası vardı anlamadım.

03 Ekim 2016

"Bir Sana Bir de Bana"

Her yer boş.
***
Kelimeler bile.
***
Bugünkü yirmi kişilik sınıfın yarısından fazlası yabancı öğrenciydi. Birinin adı Yvonnne, gibi bir şeydi. Fransızca Ivon gibi okunuyormuş galiba, Fransız kolonilerinden Brundi'den geliyordu kendisi. Hoca mırıldanıyordu ama duyuluyordu; "nasıl aklımda tutsam senin adını, Iva mı desek, Iva'yla neyi bağlayabiliriz," derken ben, "Ivan İlyich," dedim. Aklıma Tolstoy'un kitabı gelmişti. Biri, "Ivana Sert," dedi. Hoca onu duydu, "a, evet, güzel kadın o," dedi. Sınıftaki Ivon, Ivana Sert ile bağlandı. Ben dersi bıraktım. Ivan İlyich'de zaten ölmüştü.
***
Bugün on beş yaşındaki bir kız çocuğunun babasından nefret ettiği için, görüştüğü bütün erkek arkadaşlarına nasıl kötü davrandığını tartıştık. Hıncını onlardan alıyor, dedi hoca. 
***
Otobüs durağına geldiğimde baktım yoktun. 
***
Olsun. Sağol.
***