29 Kasım 2015

Müzik Dinlemeliyim!

Az önce elimde tencere ve ekmek poşeti ile banyonun kapısını açtım, "buzdolabı bu kadar büyük müydü ya?, dedim bir kaç salise boyunca. 

26 Kasım 2015

İpek kadar yumuşak ve ipek kadar sağlam bir roman: "Heba"

"İşte, her yerinde kötülük fışkıran bu şehir dediğimiz uzun ömürlü felaketin içinde talihsiz bir kızın hikayesi nasıl devam ederse bundan sonrası da öyle devam etti Ziya bey; çizgisinden bir milim şaşmadı. Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; ne yaparsak yapalım, bir mucize olmadığı sürece bu gerçeği asla değiştiremeyiz. Gösterdiğim onca çabaya rağmen neticede ben de değiştiremedim tabii, bir lokma ekmek uğruna yıllarca meyhane köşelerinde süründüm durdum.
***
Biliyor musun, dedi Ziya o sırada gözlerini Resul'e çevirerek, bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor.
Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir, diye cevap verdi Resul de; bunda şaşılacak bir şey yok.
Ziya başını öne eğip bir süre öylece durdu. Bak, dedi sonra elini bölük binasının arkasındaki karanlığa doğru uzatarak; mesela, şurası mayınlı saha öyle değil mi? Yüzlerce at, yüzlerce insan ve binlerce de koyun geçti ben buraya geldiğimden beri. Gecenin karanlığında geçtiler hem de, el yordamıyla, düzensiz bir şekilde paldır küldür geçtiler. Ne var ki, hiç mayın patlamadı. Mayınlı saha bile gerçek değil sanki.
***
Yeğenim, dedi sonra, şehri bırakıp neden buralara geldin sen?
Bunun bir sürü nedeni var, diye cevap verdi Ziya; askerdeyken Kenan bize her fırsatta cennetiâlâdan söz edercesine bu köyün güzelliklerini anlatır dururdu. Gelirim diye ona ta o vakit söz vermiştim ama sözümü tutamadım bir türlü, ha bugün ha yarın derken, şaka maka, üstünden otuz küsur yıl geçti. Bu arada şehirde yaşamaktan fena halde yorulmuştum. Kısacası, işte böyle güzel ve sessiz bir yere çekilip hem kendimi dinlemek istedim hem tabiatı.
Hulki Dede, sakalını sıvazlayarak, anlıyorum dercesine başını salladı üst üste. Sonra Ziya'ya değil de sanki omçalardan yükselen yaprak hışırtılarının gidip ulaştığı yerlere konuşuyormuş gibi, biliyor musun, dedi; tabiat bir şey söylemez aslında, biz de onu bu yüzden işitiriz.
***
Sen bana bakma, dedi ardından da; ben böyle gelir giderim. Deli deli konuşurum yani... Demek Numan abisiyle birlikte bugün sana geldi, öyle mi? Bu çeşit meseleler de bir hayli netamelidir vesselam! Numan iyidir hoştur, köyümüzün de acar gençlerinden biridir ama işte yıllardır Nefise'den vazgeçemedi bir türlü. Daha doğrusu, içindeki canavarla hesaplaşamadı. Hesaplaşmaktan kastım öldürmek değil tabii, yanlış anlaşılmasın, öyle yapmasını katiyen istemem. Çünkü insan, içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür. Numan, derinliklerinde yaşayan canavarın kulağına eğilerek, insanız yahu, kaybetmeye de ihtiyacımız var arkadaş, oturalım oturduğumuz yerde diyebilirdi mesela; ne var ki bunu yapamadı. Biçare çocuk, onun soluğunu kendi soluğu sanıyor şimdi; dilinde Nefise türküsüyle ortalıkta serseri mayın gibi gezinip duruyor. Farkında olmadan kaybetmenin tadını keşfetti de onu mu uzatıyor hergele bilmiyorum ki..." 
Heba, Hasan Ali Toptaş, 2014, İletişim yayınları


 Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, söz: Sebahattin Ali, müzik: Zülfü Livanel

23 Kasım 2015

Batıyor mu, doğuyor mu?

Söyleyeceğim çok şey var da kelime bulamıyorum. Tuhaf değil mi, insanın beyninden düşünceler geçirirken kelime bulamıyor oluşu ya da böyle düşünüşü. Oysa, bence, kelime bulamıyorsanız düşünemiyorsunuzdur. Bilmediğiniz şeyi düşünemezsiniz. Düşünce söz ile kelime ile oluşur. O yüzden, bilmeyen düşünemez. O yüzden üzerinde tartışmak için her şeyin bir adı, kavramı vardır.
O zaman aslında kelimeleri biliyorum da söyleyemiyor muyum? Yok bu da değil.
Sahiden kafamdan geçen bir şeyler var fakat, kelime bulamıyorum.
Buldum, galiba bunlar düşünce değil, duygu, o yüzden kelime bulamıyorum ama biliyorum...

Gidiyorlar mı, geliyorlar mı?

https://www.flickr.com/photos/adrians_art/25824004093/sizes/o/
Daha fazlası için; @ Adrians_art 

20 Kasım 2015

Girizgâh

"Bir zamanlar böylesi bir içtenliğe erişip öyküler, romanlar yazacağımı ummazdım. Hala ummuyorum. Gelgelelim bunca uzun bir girişten sonra anlatacaklarım -onları ben yaratmadığımdan- sonsuz insan acısı içeriyorsa, başarının bana değgin olmadığını doğru sözlülükle itiraf etmeliyim. Yaşayan kişilerden öğrendim tümünü ve gözyaşlarının ılıklığını ruhumda duyumsadım. Fakat yine başarısızlığaa uğrarsam -ki şimdi,yazdıklarımın tümünü, bir kez daha okuyunca başarısızlığa uğradığımı açıkseçik görüyorum- bu, baştan beri aktarmaya çalıştığım kişisel hırs ve içtenliksizliğimin doğal bir sonucudur. 
Her zamanki gibi bütün gün yazıyla çiziyle uğraştıktan sonra, yorularak, Hiyeroflif'te gönül eğlendirmeye karar verdiğim o akşam tam da sokağa çıkmaya hazırlanırken kapı çalındı... diye başlayabilirim. Ya da:
Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı ölgün bir güz akşamıydı. Bütün gün evde oturup yazı yazmıştım. Akşamleyin bir arkadaşımla buluşmak için Hiyeroglif'e çıkacaktım. Giyinirken kapı çalındı. Doğrusu kimseyi beklemiyordum...
Ama her iki başlangıç da, okura boş alan bırakmayan, yüzlerce kez kullanılmış ifadelerdir. Ve ben, hayat kadar yalın bir başlangıç seçmek zorundaydım; çünkü anlatacaklarım, başkalarınca yaşanmış gerçekliklerdi.
Biraz tuhaf kaçacak; yapaylığına karşın o yağmurlu güz akşamında sahiden kapı çalındı. Kullanıla kullanıla inandırıcılığını yitirmiş, yapaylığı dışa vurmuş bir uygulayım öğesi de olsa; kapıyı açtığımda hiç tanımadığım biriyle karşılaştığımı yazmak zorundayım. İlk düşündüğüm şey, karşımdaki genç adamın yanlışlıkla benim kapımı çaldığı oldu. Üstümde oturan yaşlı hanımefendinin konukları, dört kat merdivene dayanamadıklarından, bir içgüdü gibi, daha üçüncü katta yaşlı hanımefendinin dairesine geldiklerini sanıverirler. Ama söz konusu konuklar da başka yaşlı hanımefendilerdir. Oysa karşımda ufak tefek, yanakları kızarık bir genç adam duruyordu ve onun yanıltıcı güdülere kapılacak denli ölüme yaklaşmamış olduğu enikonu açıktı." 
-Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, 1981,

17 Kasım 2015

Orda Bir Yerde

©Tracey Snelus, daha fazlası için
Şans, tesadüf, kader: Hepimizin kendi düşünce ve fikirlerine göre anlamlar yüklediği kelimeler.

Yirmili yaşlarımın başındaydım sanırım, bir kadın şah damarımı tutup gözlerini kapatarak şöyle demişti: "Orta yaşlarındasın, kayalıkların tepesinde küçük bir ev var, bir eş ya da başka birileri yok, sadece küçük bir oğlan çocuğu, duvarlarda resimler, çokça ama, güzel zevkli döşenmiş bir ev." Bilemiyorum, henüz bu yönde bir şey yok... Bana daha çok kendi hayali gibi geliyor. Bu faldan bir kaç yıl sonra, Hint mitolojileri ile ilgilenen başka bir kadın, sağ elimi tutarak, elimde çok fazla yıldız olduğunu, şaşırtıcı derecede şanslı olduğumu, onlara göre özel biri olduğumu söyledi. Ön sezilerimin kuvvetli olduğunu, eğer içselliğimi eğitmeyi başarırsam güçlü olabileceğini vaad etmişti. Aklımdan geçen şeylere ve başkaları hakkındaki dileklerime dikkat etmem gerektiğini de eklemişti. Dediklerini destekleyecek tuhaf hikayelerim olmuştur zaman zaman. Yine de düşünürüm ki, bunları bilmeseydim o hikayeleri kayda alır mıydım. Yani, hangisi hangisini besliyor kestirmek güçtür.

Ben, inanca inanırım. İnsanın inandığı düşünce, duygu, şey, insan, olaylar peşinde kader ya da şans denebilecek adımlar attığına ve etrafının da buna göre şekillenebileceğine inanırım. Hayat, gerçek olamayacak tesadüflerle, tesadüf olamayacak gerçeklerle dolu.
Dünyanın, hepimizin inandığı bir takım sınırları var. İnsanın uçamayacağı, kurşundan hızlı olamayacağı gibi. Kendi etrafında belli bir hızla döndüğü, en dibinin bilinmediği, zamanın bir boyut olmadığı, dolayısıyla üzerinde gidip gelemeyeceğimiz ve rüyaların tuhaflığı ve anlamları gibi çeşit çeşit sınırlarımız var. Bundan seksen yıl önce Ay'a yolculuk nasıl gülünç karşılanıyorsa, başka güneş sistemlerine günübirlik gidip gelmelerimiz de gülünç karşılanıyor bugün, ya da hayal edilemiyor. Yani, bilmediğimiz ya da olmayan şeyler yoktur ya da olmayacak değildir. Bu anlamda, inancın insanın ihtimallerinin sınırlarını belirlediğini düşünüyorum.

Yukarıda resimde bir yerlerdeyiz. Onlarca sorunlarımız, kafamızdan geçen yüzlerce iyilerimiz, kötülerimiz, anılarımız, hayallerimiz, olurlarımız olmazlarımız var. Bazen dünyanın sonuna gidecek enerjimiz var, bazen başımızdaki yastığı ters çevirecek gücümüz yok. Emin olduğum tek şey; hemen her şeyin cevabı çoğunlukla en yakınımızda... Makroyu anlamak için mikroya bakmamız gerektiği gibi. Yukarıdaki resim, aşağıdaki resimden daha anlaşılmaz, daha güzel, daha gizemli değil.

Orda bir yerde oturup bütün bu evrenin, bin yıl yaşasak sayamayacağımız yıldızların, gidemeyeceğimiz uzaklıkların bizim için yaratıldığını düşünmek kadar kibirli bir şey yok kanımca. Neden bizim için de, şu aşağıdaki tırtıl için değil... Belki de biz onlar için, az bir zaman sonra yok olacak tehlikeli bir ırkız, tıpkı dinozorlar gibi. Gelip geçiyoruz, zaten öyle demiyor muyuz; geldik gidiyoruz...

@Andreas Kay, daha fazlası için 
Son bir aydan fazladır aşırı yoğun çalıştım. İşe gittim, okula gittim, staj kurumuna gittim. Şükür ki ayrı ayrı zamanlarda! Her bir yerdeki bambaşka kişilikteki insanları anlamak bile yorucu gelmeye başlamıştı son günlerde. Bu yerlerin her birinin işini, ödevlerini, raporlarını uyku ve yemek dışındaki zamanlarda yaptım. Yine de iyiydim; araya arkadaşlar, filmler, kitaplar, spor bile sığdırdım. Son on günde toplamda elli-altmış sayfalık üç ayrı raporu kendimle iddiaya girerek yazdım. "Çok merak ediyorum Aze, sahiden merak ediyorum yapabilecek misin?" dedim. Biraz mide ağrısı ve bolca boyun ağrısıyla sonuçlanmakla birlikte, bilmek isteyenlere söyleyebilirim ki; disiplin ve inanç anahtar kelimeler. Biri diğerini besliyor. Asla, disiplinli olunursa inanç gibi bir batıla gerek yok denmesin, sizi disipline eden şey sonucuna inanıyor olmanız. İnsan doğru bildiği şey için savaşır, plan yapar, kendini programlar. İnanıp gözlerinizi tavana dikmeniz ise, henüz insan ırkının keşfetmediği bir yöntem, denemeyiniz.

Diğer yandan, ödevlerin tesliminden sonra tez önerisi sunmam gerekiyor. Ve ben iki yıldır okuduğum bölüm konuları üzerine hiç bir şey bilmiyor gibi hissediyorum. Çünkü bütün bu süreci başarırken tez önerisini hesaba katmadım. Arada derede yazıveririm, kafamda var bir şeyler gibi tuhaf düşüncelerle küçümsedim. Sınırlarımı çizdiğimi, bu kısım için enerji, düşünce, inanç ve disiplin ayırmadığımı fark etmedim. Nihayetinde, on gün düşünüp bugün bir şeyler yazdım. On beş günlük sürenin on gününü kullanarak, hocadan iki gün içinde dönüş yapmasını bekliyorum şimdi, ki ben de düzeltip vereyim. Bakalım şans burada benden yana olacak mı. Bu sefer inanmadım, disipline de olmadım, sadece Hintlilere güveniyorum; bakalım ne kadar şansa batmış biriyim...

14 Kasım 2015

Öldürmek; 1'den 2996'ya

Bu sabah hava güneşliydi. Güzel, açık; sonbahardan çalan kışa nazlanan cinsinden. Yola çıkacağım düşüncesiyle 06.30 gibi erken bir vakitte kalkmıştım. Bolu'da bir hafta sonu kaçamağımız olacaktı kadın kadına, birinin çocuğu kolunu kırmış okulda, gidemedik. Kahvaltıyı hazırladım, bilgisayardan televizyonu açtım. NTV kanalında "Paris'te saldırı, 150 ölü", yazıyordu. Saniyeler içinde, "eski haber, olamaz, savaş mı", kavramları pek çok kelime ile geçti aklımdan. İnanılır gibi değildi, ama gerçekti...

2015, 07 Ocak'ta 21 kişi aynı şehirde Muhammed peygamberin resmini çizdikleri gerekçesi ile islâm dinini savunan bir örgütçe öldürülmüştü. Bugün, yeni bir gerekçe sunulmaksızın yine benzer dini duygularla bir restorantta yemek yiyen, tiyatro salonunda oyun izleyen silahsız ve savunmasız insanlar öldürüldü. Şimdilik bilanço 127 ölü ve 100'den fazla ağır yaralı imiş. İki gün önce Lübnan'da 41 kişi yine islamcı dini bir grup tarafından öldürüldü. Benzer örgüt 10 Ekim 2015 günü Ankara'da 100'den fazla kişinin ölümüne, bir o kadarının yaralanmasına sebep oldu. Oysa 1977, İstanbul 1 Mayıs katliamındaki 37 kişinin ölümü daha düne kadar en yüksek katliam rakamıydı bizim etrafımızda. Dünya Ticaret Merkezine 1993 yılında bombalı bir kamyon saldırısı düzenlenmiş, 9 kişi ölmüş, Amerikan devleti bunu "büyük saldırı olarak" nitelendirmiş. Çok değil 8 yıl sonra aynı binalara benzer dini örgütlerin düzenlediği bombalı uçak saldırıları ile 2996 kişinin ölümüne, 6000'den fazla kişinin yaralanmasına sebep olundu. Son yüzyılın en yüksek sayıdaki ölümlü terör saldırısı oldu bu. Buna en yakın rakam, 2007 Irak'ta yezidi toplumuna karşı yapılan, 796 kişinin öldüğü bombalı saldırıdır. Sebep hep aynıdır: Cihad... 2003 yılında da İstanbul'da aynı örgüt yine dini duygularının hasar gördüğü/görüyor olduğu iddiası ile bir bankaya, İngiliz konsolosluğuna ve bir başka inanç evine bombalı saldırı düzenleyerek -ben de o binalardan birinin içindeydim- 59 kişinin ölümüne, 750'den fazla kişinin yaralanmasına sebep oldu. 2004 Madrid tren saldırısında 191 kişi, 2005 Londra metro saldırısında 56 kişi yaşamını yitirdi. Son yüzyılda yapılan terör saldırılarında en az 1 (2015-Fransa), en fazla 2996 (2001 Amerika) kişi öldü. Saldırıların %95'i islami cihad gerekçesi ile yapılmıştır. -kaynak . Savunmasız, silahsız, gündelik hayatını yaşayan binlerce insan, kendi inancını kabul ettirmek ve yaymak hakkı güdülerek öldürülmüştür. Oysa inanmak, inanmaktır. Kişinin kendisi ile inandığı şey arasında çok basit, sebepsiz ve gerekçesiz bir ilişkidir inanmak.

Silahlar aynı anda daha çok kişi mi öldürür oldu yoksa nefret giderek yoğunlaşan bir duygu mu bilmiyorum. Ya da, biz de diğer çağlardaki insanlar gibi kendi çağındaki nefret suçlarına şaşkınlıkla bakan, kendi çağının nefretini en çok sanan birilerinden miyiz sadece? Ne olacakta, ne zaman diğer insanlar öldürenlere anlamlı, net, kesin, kararlı ve insanlığın iyi tarafına yakışır bir şekilde yeter diyecek bir gün. Sanırım, hiçbir zaman. Ölenle yaşayan şimdi ki gibi hep birbirinden ayrık olacak. Ölen ölmüş, ölmemiş yaşıyor olacak... Ölmemişlerin elele tutuşup gel vur beni ey katil diye bağırdığını hayal ediyorum yeryüzünde. Korkmayan insanlardan, diğerleri için savaşan insanlardan korkan katiller hayal ettiğim gibi. Oysa insan da gerçek insanlık da... Nefret, insanın ilk hissettiği andan beri hiç değişmedi. İnsanın güç, erk ve iktidar sahipliği peşinde koşması, kendinden olmayanı kendine ait dahi olmayan bir dünyada istememe hadsizliği,şımarıklığı, kibri hiç değişmedi, değişmeyecek. Bu dünya öyle görünüyor ki bir tek hayvanlara ve bitkilere layık. Bizden önce geldiler, bizden sonra gidecekler, orası açık.

Yalandan ve havada uçan kelimelerle ve yazamadığım hislerle bizden yana hiç bir umudumun kalmadığını anlatmaya çalışıyorum, hala bir umudum olduğunu için için saklayarak...  

buyulugerceklik.com
07 Ocak Paris saldırısı sonrası Paris. *korkmuyoruz demişlerdi.
Yine diyebilmeleri umuduyla...

09 Kasım 2015

Çocukluk

Otobüs henüz gelmemişti. Yaşlı kadın yere eğilmiş, zihninin çok uzaklarda olduğu elinin dolaştığı taşları görmediğinden belli, dalgın, dalmış duruyordu. Birden, beş taş oynardık küçükken, dedi. En büyük torunu bağırdı, beş taş ne babaanne, eğlenen bir ses tonu vardı. Sol baş parmağı ve işaret parmağı ile bir köprü yaptı yere yaşlı kadın, küçük bir taşı sağ eli ile havaya attı, yerdeki diğer taşı sol elinin köprüsünün altından geçirdi. Torunu, babaanne!, diye bağırdı tekrar. Bu sefer, şaşkınlık ve hayranlıkla. Yaşlı kadın torununa baktı, yüzüne yayılan aydınlık nadide bir mücevher gibi parlıyordu; kimsenin ondan alamayacağı...

06 Kasım 2015

Bilmediğime İnanıyorum...

"Sen İngilizceyi öğrendiğinde sen sen olmayacaksın Aze", dediğinin üzerinden kaç yıl geçti bir arkadaşın hatırlamıyorum. Bir başka arkadaşın "Yine mi İngilizce kursuna gidiyorsun?" sözüyse daha önceleriydi. Kaç ay kaç yıl ne kadar zaman harcadım, verdiğim zaman ve para kadar emek verdim mi, bilmiyorum, bildiğim; durun durun ben size en iyisi baştan anlatayım:

On dokuz ya da yirmi yaşında olmalıyım. Staj yaptığım banka şubesinde sarışın, yeşil gözlü, endamı yerinde çok güzel bir kadın vardı; şefim Sema Hanım. Hemen her hafta sonu sevgilisini görmeye Ankara'ya giderdi. "Neden o gidiyor da sevgilisi gelmiyor", dediğim geliyor şimdi aklıma, tuhaf. Adam çalışıyordur belki, değil mi ama. "Kambiyo servisinde ilerlemek istiyorsan İngilizceni geliştirmelisin Aze", dedi bir gün bana Sema şefim. O gün, hayatımın en traji komik aşkının ilk kıpırtıları başlamıştı bende. Evet, kambiyo uzmanı olmak istiyordum. Ve ben başladım: Amerikan Kültür Merkezi; ilk göz ağrım. Güney Amerikalı bir öğretmenimiz vardı, siyah, eli kolu sürekli dans eder hallerde, genç, zıpır bir adam. Is This Love? şarkısını onun sayesinde ezberledim, Bob Marley'i öyle dinledim, sevdim. Tahtaya karışık şekilde şarkının kelimelerini yazar, bizi iki gruba ayırır, şarkıyı çalmaya başlardı. Tahtada yazan kelimelerden duyduğunu ilk söyleyen parmak kaldırır, böylelikle en çok kelimeyi ayırt eden grup kazanırdı. Şarkı çalarken, o da hafif salınırdı sınıfta. Emin olmamakla birlikte buradan 'intermediate-orta seviye İngilizce ile ayrıldım. Bu seviyede kişi kendini çok detaylı ve rahat olmasa da ifade edebilir, seyahatlerinde sorun yaşamaz, konuşmaların ana fikrini ve orta seviye de detaylarını anlayabilir, gazete köşe yazısı gibi normal kelime yoğunluğundaki metinlerin ana fikrini ve bazı detaylarını anlayabilir. 

İkinci eğitimim üç yıl sonra olmalı, bankanın, yarısını bize ödettiği, bize özel planlanmış İngilizce eğitimi. En verimli eğitimimdi diyebilirim. Diğer şubelerden güzel insanlar tanıdım. Nergis, hala özlerim, üzülürüm. 17 Ağustos depreminden kısa bir zaman sonra nikahı vardı, hem de boğazda harika bir restoranda. İzmit'ten misafirlerim vardı gidemedim, bir de param yoktu hediye alamadığım için gitmek istememiştim. Şimdi olsa öyle davranmam, ama öyle olmuştu işte. Sanırım beni hiç affetmedi. Bir daha eskisi gibi olamadık. Demişti, "kız kardeşlerimin yanında yer ayırmıştım sana." Buradan 'upper intermediate'-orta üstü seviyesinden ayrıldım. Bu arada, 'pre intermediate'-orta altı seviyeden başlamıştım.

Yaklaşık, altı yedi yıl geçmiş olmalı. Banka içi eğitimden aldığım İngilizce ile ilk defa yurt dışı seyahatime gitmiş, kendimi çok rahat ve iyi hissetmiş, insanlarla uzun, hatta siyasi sohbetler yapmış, konuşurken kendimi hiç zorlanıyor hissetmemiştim. Bu seviye İngilizce bilgim ile Genel Müdürlüğe terfi etmiş, Hollanda'dan Amerika'dan gelip yeni sistem ve program tanıtımı yapan ecnebileri dinleyip raporlar hazırlamıştım. İş gündeminde kullanıyor, başka  bir geliştirmeye gerek duymuyordum. Sonra yönetim değişti, çoğunluğu yabancı, anadilleri İngilizce olan tipler sardı etrafımızı. Biz Türkler, onlardan daha çok İngilizce sever, konuşur gibi yapar hallere girmeye başladık. Ve İngilizceyi kurslarda öğrenmiş olmak, öğrenmemiş olmak kabul edilmeye başladı. Ben de kendimi, bilmiyorum galiba bariyerinin arkasına gizledim. O gün bugün bilmediğimi düşünüyorum... Üçüncü kurs bu dönemde gündeme geldi, ve yine, bankanın yönlendirdiği, bir kısmını ödediği İngilizce kursumda buldum kendimi. Orta seviyeden başladım, ileri seviyeden mezun oldum. Dışarıdan da gelenlerin olduğu bir kurstu. Ayşegül ile orada tanıştım. Bizim ekibe personel arıyorduk, o geldi, beraber çalıştık. Şimdi Los Angeles'ta yaşıyor, ben de ona misafir oldum yıllar sonra.

Kaç yıl geçmişti aradan inanın bilmiyorum... Kendimi sık sık basit dil bilgisi kurallarını düşünür buluyor, aşina olduğum jargon dışında hızlı okuyamadığımı hissediyor, sıkılıyor, büzülüyordum. Bankadaki burun bükmeler halen devam ediyor ve ben o bariyerin üstünden atlayamıyordum bir türlü. Üzgündüm! İngilizce kursuma kavuşmalıydım. Bir ara eşimi hocam yapayım dedim; kocadan hoca olmazmış, deyip Kadıköy merkezde bir yerin hafta sonları programına yazıldım. Dördüncü kurs; eğitim sistemini en beğendiğim okuldu diyebilirim. Burada Padraic'i tanıdım. Hocalarımdan biriydi. Pek sevdik çevrecek kendisini. O da bizi. Annemlere gelip yeğenimle eğlenmişliği dahi vardır. İşte o Pad, burada benim de evlerine misafir olduğum arkadaşımız. İki ay kadar gittim sanırım bu okula, orta seviye de girip, ileri seviye de mezun oldum.

Bir müddet sonra, bilmiyorum ne kadar, üç dört aylığına Kanada'ya gitmek istedim, olmadı. Bir yerde bir eksiklik vardı. Huzursuzdum, etrafımda kimi görsem İngilizce okuyup-yazıyor-konuşuyor da sanki, ben kendimi aymaz hissediyordum. Neredeyse en pahalı, kendimce en iyisini buldum. Seviyemi tespit eden İskoçya'lı, "Dil bilginiz kötü ama konuşmanız rahat, sizi orta-üstü sınıfa alacağım, ne dersiniz, çalışarak yapabilirsiniz dil bilgisini dimi", dedi. "Pek tabii", deyip başladım. Hoca beni hiç sevmedi burada, ben de hocayı. Pek çok eğitimci ve kurs gördüğüm için yanlışlarını ya da eksiklerini görüyordum, bir şey demiyordum fakat anlıyordu sanırım. İki ay gittim gitmedim çıktım. Sınıfı dahi bitirmedim. Bana kalan; arabayla köprüyü rüzgar gibi geçmekti sabahları. Beşiktaş'ın pahalı ve yokuşlu otoparkları olmasa, oldukça keyifli pazar sabahlarım oluyordu. Beşinci kursumu da böylelikle tamamladım.

Ve, yirmilerimin ortalarında yapmak isteyip de cesaret edemediğim İngilizce aşkımın peşinden gitme hayalimi, yolun yarısından sonra gerçekleştirerek yeni dünyaya gittim. İngilizce ön planda olmakla birlikte yüksek lisans da yapmak istiyordum. Önce TOEFL sertifikasını almam gerekiyordu. Vize görevlisi, "Beş altı ayda geçersiniz sınavı, İngilizce'niz hiç fena değil", demişti. Gülümsemiştim ben de. Şimdi oradaki eğitim sistemine hiç girmiyorum. Onu şurada biraz anlatmıştım; ilgilenenler için.

Aradan üç yıl geçti. İki ay sonra OSYM'nin YDS sınavına gireceğim. Yanımda, okuduğum İngilizce makaleler, izlediğim filmler, konuştuğum arkadaşlarım olacak ve bilmediğime olan büyük inancım...

Bu hikayeye has olmasa da yeri geldiğinden sormak isterim; bilmediğine inanmayı, bildiğine yeğler misin? Evet, yeğlerim. Son zamanlarda en çok şaşırdığım ve korktuğum; bildiğinden emin insanlar... 

03 Kasım 2015

Beyanat

Arkadaşımın beyanı beyanımdır:

"Halktan çalarak yüzyılın belgelenmiş soygununu yapanlara saygı duymuyorum. 
Sağcı, Solcu, Türk, Kürt, Ermeni, Şafi, Yahudi, Sünni, Alevi, Muhafazakar, Ateist, Gay, Lezbiyen, Komünist, Kadın, İşçi, Çocuk, Eğitimli, Eğitimsiz olduğunuz ya da olmadığınız için değil, çoğunu sıralayamadığım tüm bu rezilliklerden en az birini inkar edemeyeceklerine emin olduğum insanların hala bu zorba sistemi destekledikleri için, kendilerine SAYGI duyduklarına inanmıyorum...." -Şöhret 



Ormanları, nehirleri kirletip rant uğruna yok edenlere saygı duymuyorum. 
Dünyanın en korkunç ve iğrenç örgütüne kapılarımızı açanlara saygı duymuyorum.
Göz yumdukları bu vahşi örgütün yüzlerce insanımızı kalleşçe öldürülmesindeki zafiyetlerine saygı duymuyorum.
Ülkeye giren 2 milyon mültecinin dilencilik yapmasına vesile olanlara saygı duymuyorum.
Gençler işsizlikten kırılırken kendisine cami ve saray yaptıranlara saygı duymuyorum,
Terörü barış getireceğiz yalanlarıyla hortlatıp kendi çocuklarını askere göndermeyenlere saygı duymuyorum.
Bir gün dediğini geri zekalıymışız gibi ertesi gün tersini söyleyenlere saygı duymuyorum,
Bir çocuğun ölümünden korkup, annesine hakaret edecek kadar değersiz ve ahlak yoksunu olan insanlara saygı duymuyorum.
Hatalarını inkar edemeyecek olduklarında "aldatıldık” deme pişkinliğine ve basiretsizliğine sahip olanlara saygı duymuyorum.
Ülkenin tüm yer altı ve yer üstü varlıklarını satanlara saygı duymuyorum.
Emek karşılığı istihdam yerine, sadaka dağıtarak reklam yapanlara saygı duymuyorum. 
Milleti ırk din, mezhep olarak her fırsatta ayıranlara saygı duymuyorum
Dini siyasete alet edenlere saygı duymuyorum.
Ezberci ve biat temelli nesiller yetiştirmek adına eğitimi maymuna çevirenlere saygı duymuyorum.
Yüzlerce kez çiğnedikleri özgürlüklerle tüm dünyaya bizi rezil edenlere saygı duymuyorum.
Yasama, yargı ve yürütmeyi kendi tekeline alan bezirganlara saygı duymuyorum.
'One minute' deyip ertesi gün muhatabından onur ödülü alanlara ve onlara stratejik ihale verenlere saygı duymuyorum,.
İhale yolsuzluğunda dünyada 1 numara oluşumuza vesile olanlara saygı duymuyorum.