28 Mayıs 2015

Sevmemenin Zamanı Geldi mi?

Fikret Kızılok'u da sevmezdim eskiden. Yani öğrencilik ve devamındaki uzun İstanbul yıllarımda. Şimdi Ankara'dayım. Burayı da sevmiyorum. Geçen sene seviyordum çünkü daha ne olduğunu, ne menem bir kent olduğunu anlamamıştım. Yine de kolaylıkları yok değil; daha az trafik yoğunluğu var, daha az insan, daha az bina, daha az ağaç, su, park, çocuk, kuş, gökyüzü, mavi, herşeyden, İstanbul'la karşılaştırılınca daha az var. Yani Ankara'yı sevmeniz neyi daha çok sevdiğinize bağlı diyebiliriz.
Neyse, konumuz Ankara değildi. Onu daha sonra anlatacağım.
Artık seviyorum ama Fikret Kızılok'u. Buradaki şarkısını seviyorum mesela. Sakin bir müzik ve sözleri güzel. Bir şeyleri sevmenin bir zamanı vardır değil mi, ve de sevmemenin? Bir kitabı okumak için başka bir takım kitapları okumuş olmanız gerekebilir. Hala Yitik Zamanın İzinde serisine başlayamadım mesela. Jazz müziğini sevmeniz için zıplayarak dans etmeyi bırakmış olmanız gibi. Opera için bilmiyorum ne gerekiyor ama ben otuzlarımdan sonra sevmeye, hatta bayılmaya başladım.
Evde çokça vakit geçirmeniz için çok seyahat etmeniz gerekmez belki ama bir şeylerden, birilerinden, hayattan yorulmuş olmanız gerekir. yani öyle olmalı. Belki de hep öylesinizdir, bunu çok bilemedim. Yani insan bazen içerde olmayı bazen dışarıda olmayı seçer işte bir sebepten. 
Şimdilerde merak ediyorum; birini sevmenizin ya da sevmemenizin zamanı için ne, neler gerekiyor acaba? Bir sevdiğiniz artık sevmemeye neyi geçtikten ya da yaptıktan sonra başlıyorsunuz?

25 Mayıs 2015

Uyku Zamanı

Güneş'in altında olan herşeyin bir zamanı vardır. Doğmanın en başta mesela. 
Dokuz kadın bir araya gelse bir çocuğu bir ayda doğuramıyor. Dokuz ay on gün bekleyeceksin. 
Dün plajda küçük bir kız çocuğu gördük. Zor bir hastalığı olduğu her halinden belliydi. Çok zayıf, kemikleri tek tek  sayılır cinsinden. Ne yediyse iki dakika sonra çıkardı. Hemen yanıbaşımızda oturuyorlardı. Biz de biraz sorduk haliyle. Nedir, yardıma ihtiyacınız var mı gibilerinden. Beş buçuk aylık doğmuş. Yutma ve çiğneme yetileri yokmuş doğduğunda. İki buçuk yaşındaymış, biraz fizik tedavi görmüş çiğneme yetisini kazanmış fakat henüz yutmayı bilmiyormuş. Katı yiyeceklere alışık olmasa da bir yandan alışması için zorluyorlarmış. Başka şeyler de vardı sanki işin içinde. Çocuk kusarken annesinin tavırları nahoştu, abartılı bir bıkkınlık vardı. Çocuğu bir yerlere götürdü getirdi kucağında. Iıh-ııh  diye mızmızlanan çocuğa, "sıkıntı veriyorsun biliyor musun, şu anda sıkıntıdan kalbim küt küt atıyor, kalbim sıkılıyor senin sıkıntından", diyordu üst üste tekrarlayarak. Çocuğun gözlerinin hiç feri yoktu. Annesini sarmalayarak değil sıcak tencere sapını tutar gibi tutuyordu. Çocuğun doğma zamanı oluşumunun zamansızlığından geliyormuş hissine kapıldım. 

Şimdi ki uykusuzluğum mesela. Zamanında uyumadın mı, kaçtı mı kaçıyor. Zamanında yapmadınmı gerekeni hayat bir sonraki eylemine devam ediyor. Kimseyi bekleyecek zamanı yok haliyle. 

Bazı kelimelerin, cümlelerin mesela. 
Önce söylendiğinde anlaşılmayabiliyor. Sonra söyleseniz duyulmayabiliyor. Kimi kitapları okumak için yılların geçmesinin, bazılarını da artık okumasanız da olur, gibi mesela. 

Bazı eylemlerin de değil mi mesela? Biri karşınızda ağladı diyelim.  O an omzuna dokunmazsanız ertesi yıllar sarıp sarmalasnız bir gram fayda etmez. 

Yazıyı bıraktım, yaklaşık bir yirmi dakika düşündüm yine uyuyamadım. Yalnız şunu buldum bu arada; bu, "zamanında" meselesinin sebebi, zamanı dünya üzerinde tek boyutlu yaşama zorunluluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir.  Bunun nedeni ya da insanevladına katkısı nedir, ne değildir henüz netleştiremedim.  "Interstellar" filmini izleyip de araştıranlar ya da bilenler bilir, biz dünyayı üç boyutlu görürüz. Uzunluk, genişlik ve derinlik. Algılamamızı tamamlayan bir diğer etken zamandır. Ancak bizler zamanı tek boyutlu, yani sadece şimdiki zamanı yaşıyoruz. Zaman içinde ileri-geri gidemiyoruz. Şimdiki zamana sıkışmış durumdayız. Her ne yapıyorsak zamanında yapmamız ya da yapmamamız gerekiyor. Bu da bize hayatta bir şeyler kazandırıyor ya da kaybettiriyor. Buysa bir seçim, tercih ve bedel meselesi...

Bir kaç hafta önce yengem vefat etti. Zamansızdı bize göre, çok üzüldük. Ölmeden, kendi kendime der dururdum, ha arayayım ha arayayım. Ne oldu; öldü işte. Geçen yıl oğlunun yanına gelmişti. Zor şartlarda da olsa bir gece gittim gördüm. O kaldı şimdi. 

Yok, gitti bir kere gelmiyor uyku muyku. Ben de artık uyumak istiyorum...

22 Mayıs 2015

Dünya Yansa Yorganım Yok İçinde

Vivaldi'yi sevmiyorum. Ben dahil pek çoğumuzun üniversite yıllarında diğerleri seviyor diye dinlediği, üniversite ortamına gelinmişken arabeskten ve poptan biraz kayıp, modern olmanın bir göstergesi olarak klasik müzik dinliyor olmanın ilk göstergelerinden olan bu gıy gıy ilerleyen özellikle de kış müziğini. Oysa keman en sevdiğim enstrüman sesidir ama bence bu beste olmamış. Olmamış işte. Keman nasılsa dinleniyor diye notalar yan yana getirilmiş sanki. Bence öyle. Violin nedir desek bilmezdik o zamanlar ama Vivaldi'nin dört mevsim violin konçertosuna bayıldığımızdan dem vurur dururduk. Konçertonun ne olduğuna dair fikrimize ise hiç girmiyorum.

Bizler alışığızdır bir şeyi sırf o olduğu için sevmeye, bayılmaya hatta. Ne yaptığı, nasıl yaptığı değildir önemli olan. Keman ise severiz, Vivaldi yapmışsa güzeldir, bilmem hangi devlet adamı konuşmuşsa doğru söylemiştir gibi inançlarımız vardır. Bu ne böyledir ne de anladığınız gibi tam tersidir. Ne bir kimsenin dediği sırf kendisi hep doğru olduğu için doğrudur, ne de denilen şey yanlışsa her zaman taşlanmalıdır söyleyen. Ne kimse ne de bir şey kutsaldır, olmalıdır kısaca. Kutsal kılmak demek görmemeye, duymamaya, hissetmemeye evet demektir. Çünkü anlamak için bilmek yetmez, hatta hiç önemli değildir, hissetmeniz gerekir. Küçükken kendimi çok özel sanırdım. Hâlâ az önce gibi gözümün önündedir; sabah akşam okula gelip giderken, sanırım ilkokul bir ya da ikideyim, etrafımdaki çiçeklerin, ağaçların, otların isimlerinin neden farklı olmadığını düşünürdüm. Mesela, neden gül değilde papatya denmiş o beyaz yapraklı ortası sarı çiçeğe, değil mi? Elimdeki kocaman, siyah, ağır çantamı bir o elime bir bu elime alır, sık sık bunları, buna benzer ipe sapa gelmez şeyleri düşünürdüm. Bir tek ben böyle düşünüyorum, ne kadar farklıyım, tuhafım sanırdım. Öyle değildi tabii... Bazen başı şeyler anlamaya yetmiyor...

Kanun dinlemem diyebilirim. Bir köşeye oturup canım kanun dinlemek istedi demem, ama keman için derim bunu. Oysa şurada yapılan işe bayılıyorum. Halil Karaduman 09 Ekim 2015'te vefat etti, Allah rahmet eylesin. 53 gibi çok genç bir yaşta maalesef. Hani Vivaldi notaları yanyana sıralamışya, Halil Karaduman içini dökmüş. Belki hatırlayan vardır; Yaprak Dökümü dizisinde baba, kızı Leyla'ya "Leyla, ela gözlü çöl ahusu, bahtı saçlarından karadır", derdi arada. Ahmet H.Tanpınar'ın Leyla şiirinden sözlerdi onlar. H.Karaduman'da bu sözlere çok güzel bir kanun konçertosu yazmış. Ha, nedir derseniz konçerto, işte budur: Önde tek bir enstrümanın yoğun olarak çaldığı arkada bir orkestranın ona eşlik ettiği müzik parçası. 

Bir de, Tanrı kimseyi Zeki Müren'siz bırakmasın. Buyrun.

19 Mayıs 2015

Sayın Hemdertliler ya da Hemdert* Olmak İsteyenler!

Çok konuşuruz biz halk olarak. Bir; konuşmayı severiz, iki; kendi aramızda, kendi içimizde, kendi kendimizle konuşarak kendimizi rahatlatırız. Olayların asıl muhatabı kendinden bahsedildiğinden çoğu zaman hiç haberdar olmaz, her ne yapıyorlarsa da yapmaya devam ederler. Örneğin; her sabah geçtiğimiz sokağımızın sokak lambası patlamış diyelim. İlk gördüğümüz komşuya dert yanarız, "Görüyormusunuz şu çocukların yaptıklarını", deriz. Servis beklerken iş arkadaşımıza yanarız, "Gece eve giderken zor yürüdüm vallahi kardeşim, sokakta lamba kalmamış hepsi patlamış. Kimbilir, mahallenin çocukları kırdı mı nedir?" Kahvemizi içerken yan masaya yanarız, "Bu elektrik idareleri artık çalışmaz oldu, sokak lambaları bile yanmıyor, sokakta lamba yok, gece korkudan yürüyüşe dahi çıkamıyoruz, sokaklar karanlık." deriz dururuz. Ne bizim, ne dinleyenlerin aklına gelmez, "Elektrik idaresine şikayette bulundunuz mu?" Gelse de çoğu zaman fayda etmez. "Yazılsa ne olacak, deniyorda ne oluyor", gibi konuşarak iyice rahatladıktan sonra, gerek duyulmayan, üşenilen işlere dönüşür asıl yapılması gerekenler.

Bence artık konuşmayalım. Kimse şikayet ettiği hiç bir konuda konuşmasın. Rahatlamayalım. İçimizde kalsın. İçimiz şişsin. Belki doğru yerde patlarız...

Yüksek Hızlı Tren ile İstanbul yönünden Ankara'ya geldim. Baktım listeden, sadece iki tren hattı Sincan'da durmuyor, ben de onlardan birine denk gelmişim. Ankara'yı bilenler bilir, Sincan bir ucu, Ankara Gar diğer ucudur. Sincan'da inmek bana eve gidişte bir saat kazandıracak iken inemedim. Şikayet için TCDD'nin 'sitesine' girdim, şikayet ekranı çalışmıyor. Telefon açtım, açmıyorlar, sabah tekrar deneyeceğim. Sizde buradan deneyebilirsiniz, eğer şikayetçi iseniz ya da bana hemdert olmak isterseniz. Neden bir istasyon varken ve Ankara'nın toplu taşıması 22.30'dan itibaren çalışmazken ve yol üstünde inme imkanım varken şehrin bir ucuna gidip tekrar geri geliyorum, bunu sormak istiyorum kendilerine.

Ankara'da toplu taşımada kullanılan Ankarakart özel halk otobüslerinde geçmez. Onlara ayrıca para verirsiniz, böylelikle aktarmada sıfır TL ile gidebileceğiniz bir yere fazladan para ödeyerek gidiyorsunuz. Bunun içinde imza kampanyam var. Buyrun ey hemdertliler.

Yüksek hızlı trenlerde yemekli vagon var. Bir kere yer bulamadığımdan yemekli vagondan bilet almak zorunda kaldım. 15 TL fazla para verdim. Bir ürünü bir fiyat koyarak satıyorsanız, ürünün tanımına uymak zorundasınızdır. Ana yemek dediği, iki adet köfte, yanında etipuf kutusu büyüklüğünde bir salata, aynı büyüklükte bir pilav ve poğaça büyüklüğünde ekmek. Hiç abartısız. Kurum olarak bu fiyata bu yemeği vermeleri bir yana, bunu bir öğün yemek olarak sunmalarından utanç duymalarını bekliyorum. Şikayetimi ileteceğim 'site' çalıştığında ve yarın sabah telefonla ulaştığımda.

Bizim ülkemizde bu tür şikayetmekanizmalar kolay kolay işlemez. İşlememesinin en önemli nedenlerinden biri kurumların ya da ilgililerin onları denetleyen, gözetleyen, aldığı hizmeti sorgulayan kimsenin varlığından haberdar olmaması, bu kişileri önemsememeleri, saygı duymamalarıdır. Bu duyarlılığa ulaşmaları zaman alacaktır. Bu denetlemelere kulak vermeleri gecikebilecek ya da hem suçlu hem güçlü olabileceklerdir. Lakin yaptıklarından çekinmeleri ancak ve ancak bu yolla olacaktır...

Tohum ekmeyen ağaç beklemesin arkadaşlar! Ki, artık tarımsız bir ülke olduğumuzdan tohumumuzda kalmadı. Varsa, gözünüz gibi saklayın torunlarınıza. Gelecek elli yılın en değerli madeni her türlü tohum olacaktır. Paha biçilmez olanı da buğday!.

*Hemdert eski farsça, dert ortağı anlamında bir kelimedir. 

16 Mayıs 2015

Rüyalar Gerçek Olsa!

Demiştim ben size. İşte rüyam çıktı. 'Facebook' profil fotoğraflarını hareketli hale getiriyor. Mark'a da yazacağım; ne olacak bizim patent ücreti:-) Hatta eksik yapmış Mark, değişlen resimli, geçişli resimler gibi de olabilirdi.

13 Mayıs 2015

Sırrı, sırrı olmaması...


   

dağ başında rastladım aksakallı birisine
bin yıllık bir halıya bin yıldan beri 
bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi
sordum ona
"-aşk ne ustam, hayatın sırrı ne?
tepeden tırnağa aşığım ben, koskoca bir hayat var önümde"

sevda kuşun kanadında, ürkütürsen tutamazsın
ökse ile sapanla vurursun da saramazsın
hayat sırrının suyunu çeşmelerden bulamazsın,
ansızın bir deli çaydan içersin de kanamazsın

ayşe'ye selam olsun... 

10 Mayıs 2015

Annem'e

İnsanlarla olan ilişkimiz temelde en yakınlarımızın karakter ve davranışlarını tartışıp değerlendirmekten ibarettir, diyebiliriz sanırım. Bu kapsamın en görünmez 'figürleri' annelerimizdir. Eğer aramızda bir sorun yoksa, annemiz sadece annemizdir. Bir insan ve kadın olarak kim olduğunu pek de düşünmeyiz. Birinin annesi olmak onun gözünde sizi olduğunuz her şeyden soyutluyor. Benim için de annem öyle. Kendim ve ailem hakkında düşünmeye başladığımdan beri sorarım kendime; "Annem kendisi için ne istiyor, hayat hakkında ne düşünüyor?" Zaman zaman; kanepeye yeni örtü, kendine kahverengi etek, eskimiş fırının atılmasını istemek dışında. Ne düşünüyor; bir gün balkondan gözleri dalmış bakarken, uyumadan önce televizyona dalmışken, elli yıldır yaptığı el işini yaparken en çok da. Altmışbir yaşında bir kadın olarak hayattan ne bekliyor? 

Annem bunu bizim yaptığımız gibi oturup bir köşede kahve eşliğinde yapmıyor, bunu fark ediyordum zaman zaman. Ona sorsam anne hayat nedir diye? "Ne olacak, hiç bir şey", diyeceğine eminim. Bazen olaylara verdiği tepkilerde, bazen komşularıyla sohbetinde hayatın yaşanıp ölünür bir şey olduğuna kanaat getirdiğini anlıyordum. Ne kadar okursanız okuyun, ne kadar gezersiniz gezin, hayatın size verdiklerinden bir şey alamamışsanız tecrübeleriniz bir hiçtir. Ben bunun tersini en iyi annemde görüyordum. Ülke içinde toplasan beş şehir görmüştür, kitap dersen o da yok, lakin yaşadıklarından öğrendiği ona yetiyor. Kardeşimin binbir hesapla yanlış hesapladığı her işine başlarken olmaz demelerinden, konu komşuya yaptığı yorumlardan, kızlarına söylenmesinden hep belliydi. Değerleri farklıydı elbet. Bazen kızdığımız, beğenmediğimiz, anlayamadığımız. Ya ne olacaktı?  Hangimiz yaşadığımız çağın örümcek ağlarıyla yetişmiyoruz ki... 
Torunları güldüğü zaman mutlu, oğlu güleç olduğu zaman keyifli, kızları iyiyse iyi olan bir anneydi işte o gözümüzde. 
"Ne istersin?", dediğimizde önce "Hiiç, ne isteyeceğim?", der, sonra da bir kaç örtü ile bir kaç giysi sıralar, o kadar. 
Annemin yaşadıklarını yaşasam, çok şey isterdim kalan hayatımdan sanırım. Ya da hiç bir şey artık... 

Gençliğine dair çok az şey biliyorum. Ben küçükken o çok meşguldü, büyüyünce de ben. Bildiğim en belirgin şey Nuri Sesigüzel'i çok sevdiği. Gençliğinde arkadaşları ile dantel yaparken radyodan dinledikleri... Bu anın hediyesi olsun. Kalan hayatında hep gülsün inşallah... 


04 Mayıs 2015

Seninle Benim Aramdaki Fark

"Kendi kaderimizi seçmek için geyşa olmayız. Geyşa oluruz çünkü başka seçeneğimiz yoktur."*



Ne yazık hayatlarımız çoğunlukla olmasını istediğimiz gibi gitmez. Ya da biz olmamış bir taraf genelde buluruz. Hayat sadece olduğu gibidir. İnsanlar arasında fark yaratan, bizi diğerlerinden farklı kılan, bizim hayatla başetme biçimimizdir.

*Bir Geyşanın Anıları filminden.

01 Mayıs 2015

Istanbul I: Kaos

Kendine hâlâ Ah! İstanbul dedirtecek, iç geçirtecek kadar güzel bir şehir.

2013 yıl sonu rakamlarına göre nüfusu 14 milyon 160 bin 467 kişi. Son yapılan deniz doldurmaları ile yüz ölçümü 5 bin 315 kilometre kare. Buna göre her metrekareye 2,5 kişi düşüyor. İstiklal caddesinin günün ve dahi gecenin ortalama her saatinin görüntüsü buyurun:

İstiklal cad., Taksim

17 yaşındaydım ilk geldiğimde. Heyecanlıydım, fakat daha çok üniversite başlangıcı için ki ben bölümümü Edirne'de zannedip yazmıştım. Gülmeyin, o kadar kötüydü işte o zamanlar okullar hakkında bilgilenmemiz. Saflığımdan utansam da unutmamak için yazıyorum; Yıldız Teknik Üniversitesini yazmıştım, nerede olur ki bu okul derken bakmıştım haritadan Edirne'de Yıldız dağları var. Olsa olsa buradadır demiştim. Gülmeyin ya! En azından bir mantık yürütmüşüm. Ayrıca  hangi akla hizmet sen git, korunun, ha birde sarayın ismini okula ver. İstanbul Üniversitesi'nde de aynı bölüm vardı ama "yaşayamam ben o kadar büyük şehirde", diyerek seçmemiştim. Kısmet böyle bir şey... Geldim, okudum, yaşadım... 
Bir sonbahar sabahı gördüğüm de bu hiç uyumayan kenti, bu nasıl bir kalabalık Tanrım! demiştim. Oysa o zamanlar henüz 9-10 milyon kişi yaşardı. Şimdi neredeyse iki katına çıkmış durumda ve hâlâ insan geliyor...

Gördüğüm ve yaşadığım şehirleri yazmak istiyorum. Artık biliyorum ki insan yaşadığı yeri giyiniyor bir şekilde. Doğduğu yeri hep taşıyor, yaşadığı yere de benzemeye başlıyor. Ve ben kendimi düşünürken, yaşadığım yerlerle ne kadar içiçe geçtiğimi fark ediyorum... Eğer şehirleri yazacaksam başka nereden başlayabilirdim ki! Elbet, kaosun başkentinden... 2014 Haziran gezi olaylarında türedi bu cümle, ben de çok sevdim: "Siz ona kaos diyorsunuz biz evimiz".

Köprüden ilk geçtiğimde ilk gören pek çok kişi gibi, pek tabii otobüste ayağa kalkmıştım, sanki 60 metrenin dibini görecektim. Aslında, daha önce İstanbul'a geldiğimi hatırlıyordum. 2-3 yaşlarında gelmiş olmalıydım. Annem ısrarla "İstanbul'a gitmedik, Adapazarı'na kadar gitmiştik", dese de ben o köprüyü hatırlıyordum işte. Bu da hayatımın gizemi olarak duruyor.
Okula kayıt kolay yapılmıştı da, ben Edirne'de okuyacağımı düşündüğüm için yurda başvuru yapmamıştım. Yurtkur binası Beyazıt civarındaydı o zamanlar, şimdi nerede bilmiyorum. Dedem, bir akrabamız ve ben Eminönü'nden Cağaloğlu'na yürümüştük. Dönüşte nasıl bir yağmur, nasıl bir telaş sokaklarda, varın hayal edin... Bir sigorta şirketinin amblemini hatırlıyorum. Gökkuşağı şeklindeydi. O an, o yağmurda ve telaşta yine de sevmiştim bu kaosu. O, renkli kocaman tabela ve hareket, burada güzel bir şeyler olduğunu da hatırlatmıştı bana. Şimdi yok galiba o amblem. Ve neden arabayla oraya çıkmadığımızı düşünüyordum. Neden arabayı taa köprünün öteki ucuna, Üsküdar'a bırakmıştık ki? Neden o yağmurda ıslanmıştık. Sonradan anlıyorsunuz hep bunları...
Yurt olmayınca üç dört ay Bostancı'dan Maslak'a gidip geldim. Yani, o zaman ki sabah ve akşam trafiğinde ve toplu taşımayla 1,5 saat gidiş ve bir o kadar geliş. Galiba, yanılmıyorsam. Çoğu vardır azı yoktur, onu biliyorum.
Sabahları insanlar ayakta uyuyorlardı. Bildiğin tutacaklardan asılıyorlar ve uyuyorlardı. Düşecekler diye ben telaşlanır, başlarında bekler gibi dikkatle onları izlerdim. Bu süre içinde her gün, "Okul biter bitmez giderim ben buradan. Akıl kârı değil burada yaşamak, bahçeli villa verseler kalmam," derdim. Amma velakin, hem ne uzun yaşadım hem ne severek yaşadım... İlk altı ayda kaçtınız kaçtınız, hele öğrenciyseniz, hele gençseniz, ha eroin ha İstanbul. Daha farklı değildi... Şimdi hâlâ yine de özlüyorum. İçimde bir yer, "delimisin Allah aşkına", deyip yukarıdaki resmi hatırlıyor, bir başka yer "Güzelsin be kadın, bin günaha bedelsin", deyip aşağıdaki resmi hatırlıyor.  Öyle denirdi benim ilk yıllarımda; "Bir fahişe gibidir İstanbul, satın alabilirsin ama asla sahip olamazsın"...  


Ortaköy camii, Ortaköy, Beşiktaş