26 Aralık 2015

Hoşgeliyorsun Brezilya

Üç yıl önce bu zamanlar Kuzey Amerika'nın küçük bir şehrinin küçük bir odasında sarışın bir kız ağlardı sık sık yatağında.
Kıta'nın aşağılarında bir ülkede bir erkek için.
Kahverengi ile yeşil arasındaydı gözleri, ağlayınca iyice sulanır, içinde hala yeşil sazlıklar kalmış sonbahardaki göletlere dönerdi. Üzülürdüm, üzülürdüm de diyecek bir şey bulamazdım o lanet İngilizce'de. Anadil demek ne demek o zamanlar anlamıştım. Bir başka dili ne kadar iyi bilirseniz bilin, duygularınızı ifade etmeye yatkın olduğunuz, ağladığınız, güldüğünüz dilde ifade edemeyişiniz sizi dilsiz bırakıyordu öyle. Bakardım öyle oturup ona ağlarken. Bir gün dedim, hadi gel bizim 'House and Wine Sport'a gidelim. O çikolatalı kekten yiyelim. Sen ye, derdi önceleri, Olur mu öyle derdim, düşünsene siyahi bir yakışıklı gibi duracak o kek, tabağın ortasında, sonra Norveçli, bembeyaz bir sarışını dondurma diye koyacaklar yanı başına. Bir hayal et şu birlikteliği...  Nasıl anlatıyordum bilemiyorum ama her seferinde gülerdi. Suratıma bakardı, sanki, Allahım sen sabır ver, der gibi. Ama kalkardı ama gelirdi ama yerdik o kekten... Bildiğin katı, kökü pişmiş bir 'browniydi', ve yanındaki dondurma da berbat, süt tozundan yapılma olurdu.

Şimdi geliyor dünyanın öbür ucundan. Atlantik Okyanusu'nun üzerinde bir yerlerde  olmalı. Bu yılbaşı ona İstanbul'un en güzel suflesini yanında güzelim maraş dondurması ile yedirme telaşındayım şimdi.

İyilikle dolu yeni bir yıl dilerim. İyiler daha iyi olsun, kötüler iyi olabilsin umarım.

Sevgiyle,

23 Aralık 2015

Yüzergezergillerden

Salyongazlar nesli tükenmekte olan canlılar arasına alınmış. Haberin detayı şurada.

Nam-ı diğer sümüklü böcekler demeyelim lütfen, kabuklu olanlarına salyangoz, olmayanlarına sümüklü böcek deniliyor ki onlar da kendi aralarında epey çeşitli. Aynı aileden olmakla birlikte aynı değiller hani. Hareket etmelerini sağlayan ve yaşamları için elzem olan ardında bıraktıkları sıvı nedeniyle onlara bu ismi takmış bilmiş insanoğlu. Bu sümüğümsü sıvının oluşabilmesi ve uygun nem dengesinde kalabilmesi için bulundukları çevre şartlarının tamı tamına uygun olması gerekiyor. Nemli, karanlık, koyu yapraklı ortamları seviyorlar ya da oralarda yaşayabiliyorlar, ve örneğin havanın 17 derece olması gerekiyorsa tam öyle olması gerekiyor ve dünya artık onlar için uygun bir yer olmaktan çıkmış...

Çocukluğumun korkulu bir hatırasıydı salyangozlar bu habere kadar, ne tuhaf. Fındık hasadı yapılırken yağmur yağdığında, "şimdi gene her yer salyangoz dolmuştur", derdik dedeme, "ne yapıyor hayvanlar size çocuğum, kabuklu zaten alın koyun kenara", derdi o da. Yaprağın arasından fındığı gördün, elini uzattın, uzanabilmek için diğer elinle dalı tuttun mesela, elinde vıcık, gıcık bir şey. Aha bu hayvancık oradan kafayı uzatmış...  Vuruverirdik, onlarda kabuğuna büzüşür düşerlerdi yere. Sevmiyorduk onları, sanki orası bir tek bizimmiş gibi. Kendimi suçlu hissediyorum şimdi, ortam nedeniyle en çok Karadeniz bölgesinde bulunan bu hayvanların dünya üzerinde nesli tükenme tehlikesi içinde olduğu için. Oysa bir seferde yüz-iki yüz yumurta bırakan bu çift eşeyli, yani çiftleşmek için karşı cinse dahi ihtiyaç duymayan hem dişi hem erkek canlıların neslinin tükenebilmesi demek, dünya iklim düzeyinin ya da mevcut yaşam koşullarının ciddi değişmiş olması demek-miş. Üstelik yüzergezer bir canlı, yani hem karada hem denizde yaşayabiliyor. Öyle böyle değil hani ona bırakmadığımız yer yeryüzünde... 

Bilim adamları neden bu kadar paniklemiş, makaleler, araştırmalar, uyarılar neden birbiri ardına imiş ki bu yıl içinde yüz kırk makale yazılmış bu konuda; türlerin birbiri için gereklilikleri teranelerini nedense biz insanlar artık dikkate almıyoruz. Yok efendim bir çok kuş, balık benzeri canlı salyangozlarla besleniyormuş, etçil kara salyangozları böcek dengesini sağlıyormuş, ya da yere düşen yapraklarla beslenen otçullar da çürüme dengesine yardımcı oluyormuş filan, bizi pek etkilemiyor. İlgili haberin sonunda da yazıyor; evet, salyangozlar da pek çok tür gibi büyük bir yap-bozun bir parçası, ancak onların bize söylediği çok büyük bir şey var; onlar, buraya nasıl geldiğimizi ve nereye doğru gittiğimizi daha iyi anlayabilmemize yardımcılar... 

Mesela, kalsiyum karbonattan oluşan kabukları öldükten sonra bile uzun süreler kaldığı için geçmiş ekolojik dengeler ve yapılar için bize çok şey anlatıyormuş. Özellikle su içinde yaşayanların kabuklarından okyanus yaşamı ve canlıları için çok şey çıkarılabiliyormuş. Hatta su içindeki salyangozun kabuğunun oluşumunda bir sorun var ise, bu, o okyanusun başının büyük belada olduğunun göstergesiymiş. Kara salyangozları bize evrimin oluşumu hakkında bilgiler veriyormuş. 

Makale yine insanoğluna başka bir açıdan pay da çıkarmış, diyor ki; eğer bu minik hayvanlar astronomik boyutlarda yok olmaya başladıysa, biz insanlar kendimize sormalıyız, "sıradaki nedir? Çünkü bu, dünya üzerindeki çarpıcı değişimi görmemiz için bir şanstır diğer yandan, aksi takdirde fark edemeyeceğimiz çok ciddi semptomların habercisidir." 

Lakin, bu yazının amacı bambaşkaydı, yıllar önce büyük ekranda gözlerim dolu dolu izlediğim bu sahneyi sizlerle paylaşmak. +on sekizdir uyarıyorum. 

20 Aralık 2015

Köpekli Adam

Sait Faik'in Burgaz Ada'daki evinden.
"Bu kavanoz dipli dünyada hastalık illeti de gelir fakirin gırtlağına yapışır." 

Özgü Namal'dan Ozan Güven'e, Songül Öden'den Ayla Algan'a, Nihat İleri'ye, Nur Sürer'e, Nilüfer Açıkalın'a  izlenmesi gayet keyifli oyunculardan oluşan yıllar önce TRT'de yayınlanan Havada Bulut dizisini şiddetle tavsiye etmek istiyorum sizlere. 'YouTube'da otuzar dakikalık on bölüm halinde yüklemişler. Rüştü Asyalı, Altan Erkekli bile görünüyor arada... Bazı oyuncular bu dizide para almadan, Sait Faik ve onun hikayelerinin hatırına oynamışlar; Nihat İleri, Ayla Algan gibi. Hele bölüm başlarında bir kız çocuğu kovasına bulut doldurup evine getirmiyor mu, gerisine dalıp gidiyorsunuz...

"Ne mutlu sana; aşk nedir bilmiyorsun. Bilsen ne zor, der köpeğine..."

Dizi, Sait Faik Abasıyanık'ın Havada Bulut ve diğer bazı hikayelerinden derlenmiş, senaryosunu Ayfer Tunç yazmış. Sait Faik'in kendisi de hikayelerin içinde, onun da hikayeleri yazan bir adam olarak anlatıldığı çok keyifli bir kurgusu var. İkinci Dünya savaşı döneminde
Sait Faik'in Burgaz Ada'daki evinden.
İstanbul'lu Marika'nın, Yorgiya'nın, at arabacı Kamil'in kızı Ayşe'nin, pavyoncu Seher'in, ona yangın Bayram'ın, Bayram'ın karısını, çocuklarının, yedi bela Gülizar'ın, Madam Todori'nin ve muharrir köpekli adamın kendiliklerini, birlikteliklerini, mahalleli yaşamlarını anlatır durur. Hele hele bir Katina (Hülya Gülşen Irmak) var ki, tekrar tekrar izlemişimdir oyunculuğunu, diyaloglarını... Çok leziz, çok esaslı, çok içli, samimi, kaliteli...

"Fakirin çanı az çalarmış. Bak, sustu."

Biliyorsunuz Sait Faik yaşamının çoğunu Burgaz Ada'da geçirir. Burgaz adanın Kalpazankayalıklarının şimdiki balık restoranı o zamanlar Sait Faik'in köpeğiyle bol bol vakit geçirdiği bir kahvehaneymiş.

"Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi ki..."

Sait Faik ve Havada Bulut kitabına 
dair yazdığım diğer yazıları için;

17 Aralık 2015

Kahverengi Gözlerin...

Uzun bir tünelde arkamda kalan ışıklar misali azalan umut, neşe ve iyilik halimin yok olmasına bir parça iyi gelecektir güneş. Böyle düşündüm. Biraz çıkıp yürüdüm. Daha yürümeye başlamadan dizlerimin tutmadığını, tutmayacağını anlıyordum. Bir ruhumun olduğunu o gün anlamasam da, emin olduğum anlardandı. Ruhum ağrıyordu. Dizlerim ağrımaya başladı. Ben de oturdum.

© Daniel Nilsson daha fazlası için

14 Aralık 2015

M.Erksan ve Kuyu filmi

"Sinema elbette eğlence içindir öncelikle. Konferans dinlemek isteseydik üniversiteye, vaaz dinlemek isteseydik camiye, öğrenmek isteseydik kütüphaneye gidebilirdik. Sinemaya gitmek istiyoruz çünkü eğlenmek istiyoruz" -Metin Erksan.

Susuz Yaz (1963)
"Neden her şeyin bir anlamı olmak zorunda" demişti yönetmen David Lynch' de bir röportajında. Çok beğendiğim, ağzım açık izlediğim yönetmenlerdendir Lynch. İkiz Tepeler gibi gerçekliğin ötesinde, aynı zamanda basit, küçük bir kasabada geçen çok gerçek, bütününe baktığınızda "manyak" bir dizinin, Mulholand Dr., Kayıp Otoban, Fil Adam gibi her karesinde bir anlam olan filmlerin yönetmenidir.

Şimdi, hem Lynch hem de Erksan gibi adamların işlerini hiç de dedikleri gibi yapmazken böyle söylemlerde bulunmaları garip mi geliyor? Değil. O kadar ciddiye alıyorlar ki yaptıkları işi, işin özünü kaçırmadan yapıyorlar. Evet, bir eğlencedir öncelikle sinema, onun için var olmuştur, fakat eğlence aracılığıyla ifade etmektir söylenmek isteneni. Eğlence olması, zevksiz, renksiz, keyifsiz, anlamsız bir ifade olacağını göstermez. Lynch filmlerindeki her karakterin her hareketinin neredeyse bir anlamı var.
Kuyu (1968)
Metin Erksan deyince, az buçuk sinema ile ilgilenenler Sevmek Zamanı, Susuz Yaz, Acı Hayat gibi filmleri ilk başta sayabilirler. Metin Erksan tarzının keyfine varmak için harika örneklerdir bence de. Ben size bir de Kuyu filminden bahsetmek istiyorum. Dönemin ünlü yıldızlarını -Koçyiğit, Girik, Şoray-, gibi sollayarak Nil Göncü isimli çok genç, lise çağında bir kadın seçilmiş baş role. Sanırsınız o köyden biri. Oysa Nişantaşı lisesinde okumuş, tiyatro eğitimi alan bir şehirli. Çok başarılı, çok gerçek, çok yalın bir oyunculuğu var. Karşısında muhtemelen bir daha hiç, ya da çok az filmde başrol oynayacak olan Hayati Hamzaoğlu var. Ben filmlerdeki kötü adamlara daha bir dikkat ederim. Hani, iyi olmak kolaydır, insanlar sizi sever, beğenir, yolda görür gülümser. Oysa kötü olmakla, hele o dönemlerde rolün üstünüze yapışmasını, bir daha jön olamamayı, insanların size tepkisini ve kenarda köşede kalmayı seçmiş olursunuz. Gerçi bizim sinemamızda belli başlı birkaç aktör ve aktris hariç rol seçme, tercih yapma, istekte bulunma fırsatlarının olduğunu sanmıyorum.
Erksan'ın bir kaç filminde görülen bir özelliğidir; bizim figüran bildiklerimizi o baş role taşıyabiliyor. Susuz Yaz'daki Erol Taş'ta Hayati Hamzaoğlu kadar iyi oturmuştu mesela.

Köylülüğümüzün hikayesi Kuyu. Tutku hakim tüm konuya neredeyse, diğer; Sevmek Zamanı, Acı Hayat, Susuz Yaz' da olduğu gibi. Fakat bu, sınırları karşımızdakinin cevabıyla çizilmiş bir tutku değil, ısrarda beis görmemek, çoktanbizim olduğunu düşündüğümüzü talep etmek. Kuyu filmi neredeyse bir, kadının adı yok filmi. Hayır, asla bir cevap değil Osman için. İstedikçe istiyor, kovdukça geliyor, sustukça bağırıyor. Ve o tutku ile sevdiği Fatma tecavüze uğradıktan sonra "itin kokladığı et" oluveriyor. Yetmiyor, öyleyse yine de benimsin, hepten benimsine dönüyor. Erksan'ın Mülkiyet üçlemesi olarak adlandırdığı bir serinin sonuncusu olan Kuyu (1968), -insanın, bedenin mülkiyetini anlatıyor. Yılanların Öcü (1962) -toprağın, Susuz Yaz (1963) -suyun mülkiyetini.

Kuyu (1968)
Nisa süresi 19, "kadınlara iyilikle davranın"  ayeti ile açılıyor film. Filmin konusundaki ironi, bütün köylülerin İslamdan ve gereklerinden bahsederken atladıkları bu ayet, insan evladının işine gelen hesaplara göre yaşadığını anlatmanın güzel bir detayı olmuş. Altmışlardan sonra, bir daha doksanlara kadar nadiren görebildiğimiz harika bir gerçekçiliği var Erksan filmlerinin. Ertem Eğilmez kadrosu ve filmleri ile her ne kadar eğlensek, gülsek, ağlasak da sinemamızın anlattıkları denince bunlardan daha ötesi de gelmeli aklımıza. Yeşilçam sineması deyince aklınıza gelen ne varsa onun filmlerinde yok değil; zengin köylü ağalar, fakirliğin zorlaştırdığı, zenginliğin ayırdığı aşklar, kötü anneler, ihanet eden kadınlar, zalim erkekler, hepsi var fakat işlenişi insanın tüm yönleriyle beraber olduğu gibi, insan gibi. Kötülük, iyilik, insanda olduğu gibi, insan kadar. Tesadüflerin değil olabileceklerin, olanların hikayeleri onunkiler... En azından ben öyle görüyorum. 

Aşağıdaki kısa belgesel 11 Mayıs 2009'da, ölümünden bir kaç yıl evvel, Cem Ertesen tarafından çekilmiştir. Ustanın kendi sesinden Türk Sineması tarihini kısaca dinlemek isteyenlere sunarım, buyurun:

11 Aralık 2015

08 Aralık 2015

Öyleyse, öleceğiz elbet...

buyulugerceklik.com
Ortaokul ikinci ya da üçüncü sınıfta Orman Haftası sebebi ile ilçede düzenlenen okullar arası şiir yarışmasında üçüncü olmuştum. Hafta sonu ödül töreni vardı, kazanmam değil de ödül konusunda çok heyecanlıydım. Ne olduğundan ziyade ne olabileceğini merak ediyordum. O merak bana çok haz veriyordu. Büyünce de değişmedim. Bir şeylerin "kendisini" merak ederim, niteliği, faydası, ne olup-olmadığı çok önemli değildir. Nasıl desem; mesela sınavlarda soruları merak ederim. Kolay mı zor mu nasıl cevaplayabileceğim, diye değil, sadece o sınavda sormak için hangi soruyu seçecekler onu merak ederim. Bana bir hediye alınsa, sever miyim, kullanır mıyım, sevmez miyim diye değil de, neyi seçmişler onca seçenek arasından, onu merak ederim. Düşünmem de, şu olsa bu olsa diye, tahmin edemiyor-etmiyor oluşum güzel kısmıdır zaten. Üzülmem onu mu-bunu mu almışlar diye kesinlikle, fakat çok heyecanlanırım.
Ödül de böyle bir şeydi işte. Hani şeker verseler üzüleceğimden değil, hediye diye ne bulmuşlar o işte. Zaten şiiri Fethiye yerel ilçe gazetesinde basmışlardı, ona bakıp bakıp seviniyordum çoktan. Orman Haftası etkinlikleri kapsamında kazananların isimleri ve okulları ile. Resmimiz yoktu.
Hafta sonu ödül törenine tek başıma gittim. Acaba ne verecekler, demiştim evde, babam; ne olacak, kalem verirler öğrenciye, demişti. Kızmış, üzülmüştüm içten içe. Niye söylüyordu ki şimdi?! Kalem değildir canım, o yaşta öğrenciye en azından değişik bir oyuncak ya da hiç olmazsa defter-kitap verirler herhalde diye diye gittim, şiirimi okudum geldim. Kalem verdiler, dolma kalem ama. Şimdi elimde hiç bir şey yok. Ne şiir, -iki kıta bir şiirdi, ağaçların tek tek yalnız, orman olunca kalabalık, çok ve mutlu olduklarına dair bir şeyler, çok az hatırlıyorum,- ne gazete sayfası, ne de kalem.
O gün bugün kitap ve defterleri daha çok, kalemleri daha az severim. Ama en çok ağaçları ve ormanları severim.

Yukarıdaki bahçe apartmanın. Kimse çıkıp oturmuyor, çocuklar bile koşmuyor. Sanırım yasak da. Otursam kalk derler mi ondan da emin değilim, fakat görevli çok uğraşıyor, gülleri budamak, çimleri biçmek, otları yolmak için, sanırım derler. Biz de genelde kenarından dolaşıp, uzaktan fotoğrafını çekiyoruz böyle.

Dün, Suriye'de bir hastaneyi bombaladılar. Bir adam üstü örtülü bir vücudun başında dizlerini dövüyordu. Bir başkası kucağında bir çocuk koşuyordu. Bir kadın iki adamın kolunda baygın yürüyordu. İki adam ağlayarak kameranın önünden koşuyordu. Birleşmiş Milletler temsilcilerinden biri şöyle diyordu: Son kırk saatte her yirmi beş dakikada bir Suriyeli ölmüştür. Her otuz dakika da bir Suriyeli yaralanmıştır. (CNN Intl. haber kanalı)
Birden bu kahra bir çözüm buldum; hepimiz dünyaya ölmek için geliyoruz. Doğan herkesin yaşadığını düşünsenize, dünya bunu kaldırır mı, dünya buna yeter mi, hayır. Öyleyse, öleceğiz elbet... 

05 Aralık 2015

Kâkülünde annesi halkalanan kızlar...

Bahçemizde Nar Ağacı Yoktu Bizim

Orada hayalet bir değirmen
Nazlı buğday başakları, dua, bekleyiş
Rüzgarları soyunmuş parmak sular
Terli bir gökyüzü, can sıkıntısı, ağır zaman
İçine bağıran bir adam
Nereye büyüyeceğini bilmeyen çocuklar
Etekleri yaz bahçesi bir kadın

Orada merhametli yoksulluk
Sürmeli geceler, bulanık sabahlar
Güneşle çiçeklenen yorgunluk
Ay ışığında solan sözler
Atların köpeklerle konuştuğu bir bozkır
Yıldızlar çıkmadan görünmeyen gökyüzü
Bakır bir tencerede eriyen evler

Orada masalların hevesi
Bir küçük radyoya dolan uzaklar
Üzüm kağnıları, elma günahlar, ıslak rüyalar
Mezarlıkta içilen bir sonsuz sigara
Ayva sarı tüyler komşu camlarda
Kâkülünde annesi halkalanan kızlar
Uzak akrabaların getirdiği yalnızlık

Sevgilim, çemberciğim, arapbülbülüm
İki gözün kocaman iki gökyüzü
Neden ağladığımı soruyordun ya sevişirken
Bahçemizde nar ağacı yoktu bizim
Senin ağzın yoktu gövdemiz tarazlanırken
Arzular kaşımızda başlar kirpiğimizde biterdi
Ağlamıyordum

Benim geçmişimi senin geleceğini seviyordum...

- Şükrü Erbaş
kitap: bağbozumu şarkıları, kırmızıkedi yayınevi, 2015

02 Aralık 2015

Günler geçer hayat biter...

Mahfi Eğilmez'in "bloğunu" takip ediyorum. 68 Kuşağı yazısına yüzlerce yorum geldi. Hepsine sabır, özen ve ilgiyle cevap veriyor. Terbiyesizce eleştirenler var, yapıcı yeni tartışmalar açanlar var. 
Ben kendisini evvelden beri severim, gazete köşe yazılarını eskiden bankacı-iktisatçı bilgi birikimim için okumaya çalışırdım, şimdi diğer, genel yazılarını hayat bilgisi için okumaya çalışıyorum. Bence, iyi bir okur-yazar ve iktisatçı Mahfi Eğilmez. Özellikle, okuduğu insanlık, uygarlık tarihi gibi kitapları çok dikkate alıyorum ve okumaya çalışıyorum. Son yorumlardan birinde şöyle sormuş biri; "Hocam, sizce insanın ve evrenin var oluşunda bir anlam veya amaç var mıdır?",  kendisinin cevabı tek kelime: "Yoktur." 

Aşağıdaki film, Abbas Kiarostami'ye ait. İranlı bir yönetmen ve fotoğrafçı. Vaktiniz varsa ya da ayırabilirseniz on yedi dakikalık bu filmi tavsiye ederim. Kamera sabit, sizin gibi. Olan biten bir şey yok. Martıların dalgalara karşı yumurtaları için verdiği pasif mücadeleyi duyuyorsunuz, izliyorsunuz, o kadar.
Belki hayatın anlamlılığı-anlamsızlığına bir cevap olur.


Bu aralar bir başka arkadaşımında balkonuna güvercinler yuva yapmış. Bir kaç gün önce yumurtalar çatlamış, yavrular hafiften tüylenmiş bile. O da onları gözlüyor. Keşke o da bir kamera sabitleseydi, ilginç olabilirdi. 

Abbas Kiorastami'nin şu sıralar Ankara CerModern sanat evinde bir fotoğraf sergisi var. Ben görmedim, gezen arkadaşım bahsetti yukarıdaki filmden de. "Tek bir fotoğraf bir filmin sebebi olabilir. Sinemanın başladığı yer işte tam orasıdır, tek bir fotoğraf." diyor kendisi fotoğraf ve sinema bağlantısı için. Yönetmeni, pek sevdiğim Juliet Binoche'nin Certified Copy filminden bilirim. Filmden sonra bu filmde bir Nuri Bilge havası var demiştim kendi kendime, meğer sebebi varmış.
Aşağıda J.Binoche filmin bir sahnesindeki hali ile, ve A.Kiorastami.


29 Kasım 2015

Müzik Dinlemeliyim!

Az önce elimde tencere ve ekmek poşeti ile banyonun kapısını açtım, "buzdolabı bu kadar büyük müydü ya?, dedim bir kaç salise boyunca. 

26 Kasım 2015

İpek kadar yumuşak ve ipek kadar sağlam bir roman: "Heba"

"İşte, her yerinde kötülük fışkıran bu şehir dediğimiz uzun ömürlü felaketin içinde talihsiz bir kızın hikayesi nasıl devam ederse bundan sonrası da öyle devam etti Ziya bey; çizgisinden bir milim şaşmadı. Gelecek, geçmişin bok yemesinden başka bir şey değildir zaten biliyorsunuz; ne yaparsak yapalım, bir mucize olmadığı sürece bu gerçeği asla değiştiremeyiz. Gösterdiğim onca çabaya rağmen neticede ben de değiştiremedim tabii, bir lokma ekmek uğruna yıllarca meyhane köşelerinde süründüm durdum.
***
Biliyor musun, dedi Ziya o sırada gözlerini Resul'e çevirerek, bu yaşadıklarımız bana gerçek değilmiş gibi geliyor.
Gerçek fazlasıyla hissedildiğinde insana her vakit gerçek değilmiş gibi gelir, diye cevap verdi Resul de; bunda şaşılacak bir şey yok.
Ziya başını öne eğip bir süre öylece durdu. Bak, dedi sonra elini bölük binasının arkasındaki karanlığa doğru uzatarak; mesela, şurası mayınlı saha öyle değil mi? Yüzlerce at, yüzlerce insan ve binlerce de koyun geçti ben buraya geldiğimden beri. Gecenin karanlığında geçtiler hem de, el yordamıyla, düzensiz bir şekilde paldır küldür geçtiler. Ne var ki, hiç mayın patlamadı. Mayınlı saha bile gerçek değil sanki.
***
Yeğenim, dedi sonra, şehri bırakıp neden buralara geldin sen?
Bunun bir sürü nedeni var, diye cevap verdi Ziya; askerdeyken Kenan bize her fırsatta cennetiâlâdan söz edercesine bu köyün güzelliklerini anlatır dururdu. Gelirim diye ona ta o vakit söz vermiştim ama sözümü tutamadım bir türlü, ha bugün ha yarın derken, şaka maka, üstünden otuz küsur yıl geçti. Bu arada şehirde yaşamaktan fena halde yorulmuştum. Kısacası, işte böyle güzel ve sessiz bir yere çekilip hem kendimi dinlemek istedim hem tabiatı.
Hulki Dede, sakalını sıvazlayarak, anlıyorum dercesine başını salladı üst üste. Sonra Ziya'ya değil de sanki omçalardan yükselen yaprak hışırtılarının gidip ulaştığı yerlere konuşuyormuş gibi, biliyor musun, dedi; tabiat bir şey söylemez aslında, biz de onu bu yüzden işitiriz.
***
Sen bana bakma, dedi ardından da; ben böyle gelir giderim. Deli deli konuşurum yani... Demek Numan abisiyle birlikte bugün sana geldi, öyle mi? Bu çeşit meseleler de bir hayli netamelidir vesselam! Numan iyidir hoştur, köyümüzün de acar gençlerinden biridir ama işte yıllardır Nefise'den vazgeçemedi bir türlü. Daha doğrusu, içindeki canavarla hesaplaşamadı. Hesaplaşmaktan kastım öldürmek değil tabii, yanlış anlaşılmasın, öyle yapmasını katiyen istemem. Çünkü insan, içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür. Numan, derinliklerinde yaşayan canavarın kulağına eğilerek, insanız yahu, kaybetmeye de ihtiyacımız var arkadaş, oturalım oturduğumuz yerde diyebilirdi mesela; ne var ki bunu yapamadı. Biçare çocuk, onun soluğunu kendi soluğu sanıyor şimdi; dilinde Nefise türküsüyle ortalıkta serseri mayın gibi gezinip duruyor. Farkında olmadan kaybetmenin tadını keşfetti de onu mu uzatıyor hergele bilmiyorum ki..." 
Heba, Hasan Ali Toptaş, 2014, İletişim yayınları


 Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, söz: Sebahattin Ali, müzik: Zülfü Livanel

23 Kasım 2015

Batıyor mu, doğuyor mu?

Söyleyeceğim çok şey var da kelime bulamıyorum. Tuhaf değil mi, insanın beyninden düşünceler geçirirken kelime bulamıyor oluşu ya da böyle düşünüşü. Oysa, bence, kelime bulamıyorsanız düşünemiyorsunuzdur. Bilmediğiniz şeyi düşünemezsiniz. Düşünce söz ile kelime ile oluşur. O yüzden, bilmeyen düşünemez. O yüzden üzerinde tartışmak için her şeyin bir adı, kavramı vardır.
O zaman aslında kelimeleri biliyorum da söyleyemiyor muyum? Yok bu da değil.
Sahiden kafamdan geçen bir şeyler var fakat, kelime bulamıyorum.
Buldum, galiba bunlar düşünce değil, duygu, o yüzden kelime bulamıyorum ama biliyorum...

Gidiyorlar mı, geliyorlar mı?

https://www.flickr.com/photos/adrians_art/25824004093/sizes/o/
Daha fazlası için; @ Adrians_art 

20 Kasım 2015

Girizgâh

"Bir zamanlar böylesi bir içtenliğe erişip öyküler, romanlar yazacağımı ummazdım. Hala ummuyorum. Gelgelelim bunca uzun bir girişten sonra anlatacaklarım -onları ben yaratmadığımdan- sonsuz insan acısı içeriyorsa, başarının bana değgin olmadığını doğru sözlülükle itiraf etmeliyim. Yaşayan kişilerden öğrendim tümünü ve gözyaşlarının ılıklığını ruhumda duyumsadım. Fakat yine başarısızlığaa uğrarsam -ki şimdi,yazdıklarımın tümünü, bir kez daha okuyunca başarısızlığa uğradığımı açıkseçik görüyorum- bu, baştan beri aktarmaya çalıştığım kişisel hırs ve içtenliksizliğimin doğal bir sonucudur. 
Her zamanki gibi bütün gün yazıyla çiziyle uğraştıktan sonra, yorularak, Hiyeroflif'te gönül eğlendirmeye karar verdiğim o akşam tam da sokağa çıkmaya hazırlanırken kapı çalındı... diye başlayabilirim. Ya da:
Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı ölgün bir güz akşamıydı. Bütün gün evde oturup yazı yazmıştım. Akşamleyin bir arkadaşımla buluşmak için Hiyeroglif'e çıkacaktım. Giyinirken kapı çalındı. Doğrusu kimseyi beklemiyordum...
Ama her iki başlangıç da, okura boş alan bırakmayan, yüzlerce kez kullanılmış ifadelerdir. Ve ben, hayat kadar yalın bir başlangıç seçmek zorundaydım; çünkü anlatacaklarım, başkalarınca yaşanmış gerçekliklerdi.
Biraz tuhaf kaçacak; yapaylığına karşın o yağmurlu güz akşamında sahiden kapı çalındı. Kullanıla kullanıla inandırıcılığını yitirmiş, yapaylığı dışa vurmuş bir uygulayım öğesi de olsa; kapıyı açtığımda hiç tanımadığım biriyle karşılaştığımı yazmak zorundayım. İlk düşündüğüm şey, karşımdaki genç adamın yanlışlıkla benim kapımı çaldığı oldu. Üstümde oturan yaşlı hanımefendinin konukları, dört kat merdivene dayanamadıklarından, bir içgüdü gibi, daha üçüncü katta yaşlı hanımefendinin dairesine geldiklerini sanıverirler. Ama söz konusu konuklar da başka yaşlı hanımefendilerdir. Oysa karşımda ufak tefek, yanakları kızarık bir genç adam duruyordu ve onun yanıltıcı güdülere kapılacak denli ölüme yaklaşmamış olduğu enikonu açıktı." 
-Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, 1981,

17 Kasım 2015

Orda Bir Yerde

©Tracey Snelus, daha fazlası için
Şans, tesadüf, kader: Hepimizin kendi düşünce ve fikirlerine göre anlamlar yüklediği kelimeler.

Yirmili yaşlarımın başındaydım sanırım, bir kadın şah damarımı tutup gözlerini kapatarak şöyle demişti: "Orta yaşlarındasın, kayalıkların tepesinde küçük bir ev var, bir eş ya da başka birileri yok, sadece küçük bir oğlan çocuğu, duvarlarda resimler, çokça ama, güzel zevkli döşenmiş bir ev." Bilemiyorum, henüz bu yönde bir şey yok... Bana daha çok kendi hayali gibi geliyor. Bu faldan bir kaç yıl sonra, Hint mitolojileri ile ilgilenen başka bir kadın, sağ elimi tutarak, elimde çok fazla yıldız olduğunu, şaşırtıcı derecede şanslı olduğumu, onlara göre özel biri olduğumu söyledi. Ön sezilerimin kuvvetli olduğunu, eğer içselliğimi eğitmeyi başarırsam güçlü olabileceğini vaad etmişti. Aklımdan geçen şeylere ve başkaları hakkındaki dileklerime dikkat etmem gerektiğini de eklemişti. Dediklerini destekleyecek tuhaf hikayelerim olmuştur zaman zaman. Yine de düşünürüm ki, bunları bilmeseydim o hikayeleri kayda alır mıydım. Yani, hangisi hangisini besliyor kestirmek güçtür.

Ben, inanca inanırım. İnsanın inandığı düşünce, duygu, şey, insan, olaylar peşinde kader ya da şans denebilecek adımlar attığına ve etrafının da buna göre şekillenebileceğine inanırım. Hayat, gerçek olamayacak tesadüflerle, tesadüf olamayacak gerçeklerle dolu.
Dünyanın, hepimizin inandığı bir takım sınırları var. İnsanın uçamayacağı, kurşundan hızlı olamayacağı gibi. Kendi etrafında belli bir hızla döndüğü, en dibinin bilinmediği, zamanın bir boyut olmadığı, dolayısıyla üzerinde gidip gelemeyeceğimiz ve rüyaların tuhaflığı ve anlamları gibi çeşit çeşit sınırlarımız var. Bundan seksen yıl önce Ay'a yolculuk nasıl gülünç karşılanıyorsa, başka güneş sistemlerine günübirlik gidip gelmelerimiz de gülünç karşılanıyor bugün, ya da hayal edilemiyor. Yani, bilmediğimiz ya da olmayan şeyler yoktur ya da olmayacak değildir. Bu anlamda, inancın insanın ihtimallerinin sınırlarını belirlediğini düşünüyorum.

Yukarıda resimde bir yerlerdeyiz. Onlarca sorunlarımız, kafamızdan geçen yüzlerce iyilerimiz, kötülerimiz, anılarımız, hayallerimiz, olurlarımız olmazlarımız var. Bazen dünyanın sonuna gidecek enerjimiz var, bazen başımızdaki yastığı ters çevirecek gücümüz yok. Emin olduğum tek şey; hemen her şeyin cevabı çoğunlukla en yakınımızda... Makroyu anlamak için mikroya bakmamız gerektiği gibi. Yukarıdaki resim, aşağıdaki resimden daha anlaşılmaz, daha güzel, daha gizemli değil.

Orda bir yerde oturup bütün bu evrenin, bin yıl yaşasak sayamayacağımız yıldızların, gidemeyeceğimiz uzaklıkların bizim için yaratıldığını düşünmek kadar kibirli bir şey yok kanımca. Neden bizim için de, şu aşağıdaki tırtıl için değil... Belki de biz onlar için, az bir zaman sonra yok olacak tehlikeli bir ırkız, tıpkı dinozorlar gibi. Gelip geçiyoruz, zaten öyle demiyor muyuz; geldik gidiyoruz...

@Andreas Kay, daha fazlası için 
Son bir aydan fazladır aşırı yoğun çalıştım. İşe gittim, okula gittim, staj kurumuna gittim. Şükür ki ayrı ayrı zamanlarda! Her bir yerdeki bambaşka kişilikteki insanları anlamak bile yorucu gelmeye başlamıştı son günlerde. Bu yerlerin her birinin işini, ödevlerini, raporlarını uyku ve yemek dışındaki zamanlarda yaptım. Yine de iyiydim; araya arkadaşlar, filmler, kitaplar, spor bile sığdırdım. Son on günde toplamda elli-altmış sayfalık üç ayrı raporu kendimle iddiaya girerek yazdım. "Çok merak ediyorum Aze, sahiden merak ediyorum yapabilecek misin?" dedim. Biraz mide ağrısı ve bolca boyun ağrısıyla sonuçlanmakla birlikte, bilmek isteyenlere söyleyebilirim ki; disiplin ve inanç anahtar kelimeler. Biri diğerini besliyor. Asla, disiplinli olunursa inanç gibi bir batıla gerek yok denmesin, sizi disipline eden şey sonucuna inanıyor olmanız. İnsan doğru bildiği şey için savaşır, plan yapar, kendini programlar. İnanıp gözlerinizi tavana dikmeniz ise, henüz insan ırkının keşfetmediği bir yöntem, denemeyiniz.

Diğer yandan, ödevlerin tesliminden sonra tez önerisi sunmam gerekiyor. Ve ben iki yıldır okuduğum bölüm konuları üzerine hiç bir şey bilmiyor gibi hissediyorum. Çünkü bütün bu süreci başarırken tez önerisini hesaba katmadım. Arada derede yazıveririm, kafamda var bir şeyler gibi tuhaf düşüncelerle küçümsedim. Sınırlarımı çizdiğimi, bu kısım için enerji, düşünce, inanç ve disiplin ayırmadığımı fark etmedim. Nihayetinde, on gün düşünüp bugün bir şeyler yazdım. On beş günlük sürenin on gününü kullanarak, hocadan iki gün içinde dönüş yapmasını bekliyorum şimdi, ki ben de düzeltip vereyim. Bakalım şans burada benden yana olacak mı. Bu sefer inanmadım, disipline de olmadım, sadece Hintlilere güveniyorum; bakalım ne kadar şansa batmış biriyim...

14 Kasım 2015

Öldürmek; 1'den 2996'ya

Bu sabah hava güneşliydi. Güzel, açık; sonbahardan çalan kışa nazlanan cinsinden. Yola çıkacağım düşüncesiyle 06.30 gibi erken bir vakitte kalkmıştım. Bolu'da bir hafta sonu kaçamağımız olacaktı kadın kadına, birinin çocuğu kolunu kırmış okulda, gidemedik. Kahvaltıyı hazırladım, bilgisayardan televizyonu açtım. NTV kanalında "Paris'te saldırı, 150 ölü", yazıyordu. Saniyeler içinde, "eski haber, olamaz, savaş mı", kavramları pek çok kelime ile geçti aklımdan. İnanılır gibi değildi, ama gerçekti...

2015, 07 Ocak'ta 21 kişi aynı şehirde Muhammed peygamberin resmini çizdikleri gerekçesi ile islâm dinini savunan bir örgütçe öldürülmüştü. Bugün, yeni bir gerekçe sunulmaksızın yine benzer dini duygularla bir restorantta yemek yiyen, tiyatro salonunda oyun izleyen silahsız ve savunmasız insanlar öldürüldü. Şimdilik bilanço 127 ölü ve 100'den fazla ağır yaralı imiş. İki gün önce Lübnan'da 41 kişi yine islamcı dini bir grup tarafından öldürüldü. Benzer örgüt 10 Ekim 2015 günü Ankara'da 100'den fazla kişinin ölümüne, bir o kadarının yaralanmasına sebep oldu. Oysa 1977, İstanbul 1 Mayıs katliamındaki 37 kişinin ölümü daha düne kadar en yüksek katliam rakamıydı bizim etrafımızda. Dünya Ticaret Merkezine 1993 yılında bombalı bir kamyon saldırısı düzenlenmiş, 9 kişi ölmüş, Amerikan devleti bunu "büyük saldırı olarak" nitelendirmiş. Çok değil 8 yıl sonra aynı binalara benzer dini örgütlerin düzenlediği bombalı uçak saldırıları ile 2996 kişinin ölümüne, 6000'den fazla kişinin yaralanmasına sebep olundu. Son yüzyılın en yüksek sayıdaki ölümlü terör saldırısı oldu bu. Buna en yakın rakam, 2007 Irak'ta yezidi toplumuna karşı yapılan, 796 kişinin öldüğü bombalı saldırıdır. Sebep hep aynıdır: Cihad... 2003 yılında da İstanbul'da aynı örgüt yine dini duygularının hasar gördüğü/görüyor olduğu iddiası ile bir bankaya, İngiliz konsolosluğuna ve bir başka inanç evine bombalı saldırı düzenleyerek -ben de o binalardan birinin içindeydim- 59 kişinin ölümüne, 750'den fazla kişinin yaralanmasına sebep oldu. 2004 Madrid tren saldırısında 191 kişi, 2005 Londra metro saldırısında 56 kişi yaşamını yitirdi. Son yüzyılda yapılan terör saldırılarında en az 1 (2015-Fransa), en fazla 2996 (2001 Amerika) kişi öldü. Saldırıların %95'i islami cihad gerekçesi ile yapılmıştır. -kaynak . Savunmasız, silahsız, gündelik hayatını yaşayan binlerce insan, kendi inancını kabul ettirmek ve yaymak hakkı güdülerek öldürülmüştür. Oysa inanmak, inanmaktır. Kişinin kendisi ile inandığı şey arasında çok basit, sebepsiz ve gerekçesiz bir ilişkidir inanmak.

Silahlar aynı anda daha çok kişi mi öldürür oldu yoksa nefret giderek yoğunlaşan bir duygu mu bilmiyorum. Ya da, biz de diğer çağlardaki insanlar gibi kendi çağındaki nefret suçlarına şaşkınlıkla bakan, kendi çağının nefretini en çok sanan birilerinden miyiz sadece? Ne olacakta, ne zaman diğer insanlar öldürenlere anlamlı, net, kesin, kararlı ve insanlığın iyi tarafına yakışır bir şekilde yeter diyecek bir gün. Sanırım, hiçbir zaman. Ölenle yaşayan şimdi ki gibi hep birbirinden ayrık olacak. Ölen ölmüş, ölmemiş yaşıyor olacak... Ölmemişlerin elele tutuşup gel vur beni ey katil diye bağırdığını hayal ediyorum yeryüzünde. Korkmayan insanlardan, diğerleri için savaşan insanlardan korkan katiller hayal ettiğim gibi. Oysa insan da gerçek insanlık da... Nefret, insanın ilk hissettiği andan beri hiç değişmedi. İnsanın güç, erk ve iktidar sahipliği peşinde koşması, kendinden olmayanı kendine ait dahi olmayan bir dünyada istememe hadsizliği,şımarıklığı, kibri hiç değişmedi, değişmeyecek. Bu dünya öyle görünüyor ki bir tek hayvanlara ve bitkilere layık. Bizden önce geldiler, bizden sonra gidecekler, orası açık.

Yalandan ve havada uçan kelimelerle ve yazamadığım hislerle bizden yana hiç bir umudumun kalmadığını anlatmaya çalışıyorum, hala bir umudum olduğunu için için saklayarak...  

buyulugerceklik.com
07 Ocak Paris saldırısı sonrası Paris. *korkmuyoruz demişlerdi.
Yine diyebilmeleri umuduyla...

09 Kasım 2015

Çocukluk

Otobüs henüz gelmemişti. Yaşlı kadın yere eğilmiş, zihninin çok uzaklarda olduğu elinin dolaştığı taşları görmediğinden belli, dalgın, dalmış duruyordu. Birden, beş taş oynardık küçükken, dedi. En büyük torunu bağırdı, beş taş ne babaanne, eğlenen bir ses tonu vardı. Sol baş parmağı ve işaret parmağı ile bir köprü yaptı yere yaşlı kadın, küçük bir taşı sağ eli ile havaya attı, yerdeki diğer taşı sol elinin köprüsünün altından geçirdi. Torunu, babaanne!, diye bağırdı tekrar. Bu sefer, şaşkınlık ve hayranlıkla. Yaşlı kadın torununa baktı, yüzüne yayılan aydınlık nadide bir mücevher gibi parlıyordu; kimsenin ondan alamayacağı...

06 Kasım 2015

Bilmediğime İnanıyorum...

"Sen İngilizceyi öğrendiğinde sen sen olmayacaksın Aze", dediğinin üzerinden kaç yıl geçti bir arkadaşın hatırlamıyorum. Bir başka arkadaşın "Yine mi İngilizce kursuna gidiyorsun?" sözüyse daha önceleriydi. Kaç ay kaç yıl ne kadar zaman harcadım, verdiğim zaman ve para kadar emek verdim mi, bilmiyorum, bildiğim; durun durun ben size en iyisi baştan anlatayım:

On dokuz ya da yirmi yaşında olmalıyım. Staj yaptığım banka şubesinde sarışın, yeşil gözlü, endamı yerinde çok güzel bir kadın vardı; şefim Sema Hanım. Hemen her hafta sonu sevgilisini görmeye Ankara'ya giderdi. "Neden o gidiyor da sevgilisi gelmiyor", dediğim geliyor şimdi aklıma, tuhaf. Adam çalışıyordur belki, değil mi ama. "Kambiyo servisinde ilerlemek istiyorsan İngilizceni geliştirmelisin Aze", dedi bir gün bana Sema şefim. O gün, hayatımın en traji komik aşkının ilk kıpırtıları başlamıştı bende. Evet, kambiyo uzmanı olmak istiyordum. Ve ben başladım: Amerikan Kültür Merkezi; ilk göz ağrım. Güney Amerikalı bir öğretmenimiz vardı, siyah, eli kolu sürekli dans eder hallerde, genç, zıpır bir adam. Is This Love? şarkısını onun sayesinde ezberledim, Bob Marley'i öyle dinledim, sevdim. Tahtaya karışık şekilde şarkının kelimelerini yazar, bizi iki gruba ayırır, şarkıyı çalmaya başlardı. Tahtada yazan kelimelerden duyduğunu ilk söyleyen parmak kaldırır, böylelikle en çok kelimeyi ayırt eden grup kazanırdı. Şarkı çalarken, o da hafif salınırdı sınıfta. Emin olmamakla birlikte buradan 'intermediate-orta seviye İngilizce ile ayrıldım. Bu seviyede kişi kendini çok detaylı ve rahat olmasa da ifade edebilir, seyahatlerinde sorun yaşamaz, konuşmaların ana fikrini ve orta seviye de detaylarını anlayabilir, gazete köşe yazısı gibi normal kelime yoğunluğundaki metinlerin ana fikrini ve bazı detaylarını anlayabilir. 

İkinci eğitimim üç yıl sonra olmalı, bankanın, yarısını bize ödettiği, bize özel planlanmış İngilizce eğitimi. En verimli eğitimimdi diyebilirim. Diğer şubelerden güzel insanlar tanıdım. Nergis, hala özlerim, üzülürüm. 17 Ağustos depreminden kısa bir zaman sonra nikahı vardı, hem de boğazda harika bir restoranda. İzmit'ten misafirlerim vardı gidemedim, bir de param yoktu hediye alamadığım için gitmek istememiştim. Şimdi olsa öyle davranmam, ama öyle olmuştu işte. Sanırım beni hiç affetmedi. Bir daha eskisi gibi olamadık. Demişti, "kız kardeşlerimin yanında yer ayırmıştım sana." Buradan 'upper intermediate'-orta üstü seviyesinden ayrıldım. Bu arada, 'pre intermediate'-orta altı seviyeden başlamıştım.

Yaklaşık, altı yedi yıl geçmiş olmalı. Banka içi eğitimden aldığım İngilizce ile ilk defa yurt dışı seyahatime gitmiş, kendimi çok rahat ve iyi hissetmiş, insanlarla uzun, hatta siyasi sohbetler yapmış, konuşurken kendimi hiç zorlanıyor hissetmemiştim. Bu seviye İngilizce bilgim ile Genel Müdürlüğe terfi etmiş, Hollanda'dan Amerika'dan gelip yeni sistem ve program tanıtımı yapan ecnebileri dinleyip raporlar hazırlamıştım. İş gündeminde kullanıyor, başka  bir geliştirmeye gerek duymuyordum. Sonra yönetim değişti, çoğunluğu yabancı, anadilleri İngilizce olan tipler sardı etrafımızı. Biz Türkler, onlardan daha çok İngilizce sever, konuşur gibi yapar hallere girmeye başladık. Ve İngilizceyi kurslarda öğrenmiş olmak, öğrenmemiş olmak kabul edilmeye başladı. Ben de kendimi, bilmiyorum galiba bariyerinin arkasına gizledim. O gün bugün bilmediğimi düşünüyorum... Üçüncü kurs bu dönemde gündeme geldi, ve yine, bankanın yönlendirdiği, bir kısmını ödediği İngilizce kursumda buldum kendimi. Orta seviyeden başladım, ileri seviyeden mezun oldum. Dışarıdan da gelenlerin olduğu bir kurstu. Ayşegül ile orada tanıştım. Bizim ekibe personel arıyorduk, o geldi, beraber çalıştık. Şimdi Los Angeles'ta yaşıyor, ben de ona misafir oldum yıllar sonra.

Kaç yıl geçmişti aradan inanın bilmiyorum... Kendimi sık sık basit dil bilgisi kurallarını düşünür buluyor, aşina olduğum jargon dışında hızlı okuyamadığımı hissediyor, sıkılıyor, büzülüyordum. Bankadaki burun bükmeler halen devam ediyor ve ben o bariyerin üstünden atlayamıyordum bir türlü. Üzgündüm! İngilizce kursuma kavuşmalıydım. Bir ara eşimi hocam yapayım dedim; kocadan hoca olmazmış, deyip Kadıköy merkezde bir yerin hafta sonları programına yazıldım. Dördüncü kurs; eğitim sistemini en beğendiğim okuldu diyebilirim. Burada Padraic'i tanıdım. Hocalarımdan biriydi. Pek sevdik çevrecek kendisini. O da bizi. Annemlere gelip yeğenimle eğlenmişliği dahi vardır. İşte o Pad, burada benim de evlerine misafir olduğum arkadaşımız. İki ay kadar gittim sanırım bu okula, orta seviye de girip, ileri seviye de mezun oldum.

Bir müddet sonra, bilmiyorum ne kadar, üç dört aylığına Kanada'ya gitmek istedim, olmadı. Bir yerde bir eksiklik vardı. Huzursuzdum, etrafımda kimi görsem İngilizce okuyup-yazıyor-konuşuyor da sanki, ben kendimi aymaz hissediyordum. Neredeyse en pahalı, kendimce en iyisini buldum. Seviyemi tespit eden İskoçya'lı, "Dil bilginiz kötü ama konuşmanız rahat, sizi orta-üstü sınıfa alacağım, ne dersiniz, çalışarak yapabilirsiniz dil bilgisini dimi", dedi. "Pek tabii", deyip başladım. Hoca beni hiç sevmedi burada, ben de hocayı. Pek çok eğitimci ve kurs gördüğüm için yanlışlarını ya da eksiklerini görüyordum, bir şey demiyordum fakat anlıyordu sanırım. İki ay gittim gitmedim çıktım. Sınıfı dahi bitirmedim. Bana kalan; arabayla köprüyü rüzgar gibi geçmekti sabahları. Beşiktaş'ın pahalı ve yokuşlu otoparkları olmasa, oldukça keyifli pazar sabahlarım oluyordu. Beşinci kursumu da böylelikle tamamladım.

Ve, yirmilerimin ortalarında yapmak isteyip de cesaret edemediğim İngilizce aşkımın peşinden gitme hayalimi, yolun yarısından sonra gerçekleştirerek yeni dünyaya gittim. İngilizce ön planda olmakla birlikte yüksek lisans da yapmak istiyordum. Önce TOEFL sertifikasını almam gerekiyordu. Vize görevlisi, "Beş altı ayda geçersiniz sınavı, İngilizce'niz hiç fena değil", demişti. Gülümsemiştim ben de. Şimdi oradaki eğitim sistemine hiç girmiyorum. Onu şurada biraz anlatmıştım; ilgilenenler için.

Aradan üç yıl geçti. İki ay sonra OSYM'nin YDS sınavına gireceğim. Yanımda, okuduğum İngilizce makaleler, izlediğim filmler, konuştuğum arkadaşlarım olacak ve bilmediğime olan büyük inancım...

Bu hikayeye has olmasa da yeri geldiğinden sormak isterim; bilmediğine inanmayı, bildiğine yeğler misin? Evet, yeğlerim. Son zamanlarda en çok şaşırdığım ve korktuğum; bildiğinden emin insanlar... 

03 Kasım 2015

Beyanat

Arkadaşımın beyanı beyanımdır:

"Halktan çalarak yüzyılın belgelenmiş soygununu yapanlara saygı duymuyorum. 
Sağcı, Solcu, Türk, Kürt, Ermeni, Şafi, Yahudi, Sünni, Alevi, Muhafazakar, Ateist, Gay, Lezbiyen, Komünist, Kadın, İşçi, Çocuk, Eğitimli, Eğitimsiz olduğunuz ya da olmadığınız için değil, çoğunu sıralayamadığım tüm bu rezilliklerden en az birini inkar edemeyeceklerine emin olduğum insanların hala bu zorba sistemi destekledikleri için, kendilerine SAYGI duyduklarına inanmıyorum...." -Şöhret 



Ormanları, nehirleri kirletip rant uğruna yok edenlere saygı duymuyorum. 
Dünyanın en korkunç ve iğrenç örgütüne kapılarımızı açanlara saygı duymuyorum.
Göz yumdukları bu vahşi örgütün yüzlerce insanımızı kalleşçe öldürülmesindeki zafiyetlerine saygı duymuyorum.
Ülkeye giren 2 milyon mültecinin dilencilik yapmasına vesile olanlara saygı duymuyorum.
Gençler işsizlikten kırılırken kendisine cami ve saray yaptıranlara saygı duymuyorum,
Terörü barış getireceğiz yalanlarıyla hortlatıp kendi çocuklarını askere göndermeyenlere saygı duymuyorum.
Bir gün dediğini geri zekalıymışız gibi ertesi gün tersini söyleyenlere saygı duymuyorum,
Bir çocuğun ölümünden korkup, annesine hakaret edecek kadar değersiz ve ahlak yoksunu olan insanlara saygı duymuyorum.
Hatalarını inkar edemeyecek olduklarında "aldatıldık” deme pişkinliğine ve basiretsizliğine sahip olanlara saygı duymuyorum.
Ülkenin tüm yer altı ve yer üstü varlıklarını satanlara saygı duymuyorum.
Emek karşılığı istihdam yerine, sadaka dağıtarak reklam yapanlara saygı duymuyorum. 
Milleti ırk din, mezhep olarak her fırsatta ayıranlara saygı duymuyorum
Dini siyasete alet edenlere saygı duymuyorum.
Ezberci ve biat temelli nesiller yetiştirmek adına eğitimi maymuna çevirenlere saygı duymuyorum.
Yüzlerce kez çiğnedikleri özgürlüklerle tüm dünyaya bizi rezil edenlere saygı duymuyorum.
Yasama, yargı ve yürütmeyi kendi tekeline alan bezirganlara saygı duymuyorum.
'One minute' deyip ertesi gün muhatabından onur ödülü alanlara ve onlara stratejik ihale verenlere saygı duymuyorum,.
İhale yolsuzluğunda dünyada 1 numara oluşumuza vesile olanlara saygı duymuyorum. 

31 Ekim 2015

Gri


Bekle dedi gitti
Ben beklemedim, o da gelmedi
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi.

-Özdemir Asaf

foto: Tara Bowen daha fazlası için

28 Ekim 2015

Fayda-Maliyet

Sayın Yeğen ile Ankara kitap fuarına gitmiştik, epey oldu. İlgili bağlantıda gördüğünüz üzere hakkımda atıp tutmuş. Eh, ben de buradan cevap hakkımı kullanayım dedim. Geç olsun güç olmasın.

Daha fuarı gezmeden ben, hiç ucuz değil fuar diye diye karşıladı beni. Neden, çünkü o ben gelmeden birkaç kez tavaf etmişti yayınevlerini. Evet, kitap fuarının iştah açıcı seviyelerde ucuz olmadığı doğruydu. Lakin a dostlar, ucuz dediğiniz nedir? İkinci köprünün altındaki Lacivert adlı restoranda, hiç gitmedim, duyduğum en sonki bir bardak çay fiyatı 6 TL. Bizim yan taraftaki, ismini vermiyorum, restoranda bir tas çorba 15 TL, -geleneksel Antep çorbası-. İkisini de tüketmeniz 5 dakika ortalama. Elbet her yer bir değil. Eminönü'nde balık ekmek, epeydir yemedim, 7-8 TL'dir herhalde. Kadıköy'deki yol üstü büfelerde 3 TL'ye yarım ekmek tavuk döner yeniyordu diye hatırlıyorum. Sonuçta karnın doydu mu, doydu. Bakınız hiç Ankara örneğim yok, çünkü bilmiyorum. Yargıcı'da bir yazlık elbise şimdilerde 250 TL'den aşağı değildir herhalde. Kemal Tanca'nın vitrininde 699 TL'ye ayakkabı gördüm, 899'dan inmişti. Bu kadarı bence de çüş! Kız kardeşimden biliyorum, bir ayakkabıyı kıymetli madenden yapmadıkça en iyi deriden ortalama 100 TL'ye imal edersiniz, gerisi AVM, orası burası parası. Velhasılı diyeceğim; pahalılık nedir ki?

Gelelim kitaplara, doğrudur; çok okumak istiyoruz: dergiler, şiirler, romanlar, incelemeler, denemeler, diyet kitapları, yemek kitapları, çocuk kitapları, boyama kitapları, hatta bezden kitaplar bile var çocuklara, onları da alıp okur gibi yapmak istiyoruz... Hepsini, hangi birini alalım. Fakat sanki her aldığımızı okuyoruz, her okuduğumuz satın aldıklarımız sanki. Yetmiş-seksen sayfalık bir roman düşünelim. Düşünelim; yazarı en az bir yılda yazmış olmalı, yani hiç yazmasamda öyle tahmin ediyorum. Böyle bir emek ortalama 15-20 TL'ye satılır. Bence, evet. Orhan Pamuk öyleydi geçen ay mesela. Diyelim pahalı demedik aldık. Bir bakalım; sen okuyabilirsin, çekilişe çıkarırsın ben okuyabilirim, aha! bak ucuz kitap der, Yeğen'e veririm o okur. Yeğen kardeşine verir, kardeşi bir kaç ay okumaz. Yazın plajda okuyacağım der, okur da. Plajda unutmaz geri getirir arkadaşına verir. Arkadaşı eşine. Eşi yan komşuya. yan komşu, bu ne be!, böyle roman mı olur, der, halk kütüphanesine bırakıverir. Oradan kim alır, o kadarını bilmiyorum. Pahalı dediğiniz kitap kaç kişiye yoldaşlık etti saydınız herhalde. O kadar satırı boşuna okumadığınızı düşünüyorum!

Gelelim fuar meselesine; efendim fuarlar bir malın ucuz satıldığı, satılması gerektiği yerler değildir. Bir veya birkaç ürünün üreticisi belli zamanlarda bir araya gelerek ilgili ürünle ilgili yenilikleri göstermek isterler. Tüketiciler gelsinler görsünler tanışsınlar gibi. Ayakkabı, tekne, araba fuarı gibi. Yeni ürünler, modeller, trendler tanıtılır. Bazı ürünler piyasaya çıkmak için fuarları bekler. Teamül olarak da fuarlarda hem tüketici çekmek hem fuara canlılık getirmek için çeşitli indirimler, paketler sunulur. Ucuz olması gerekmez ama genelde ucuz olur. Belki de beklenti-haz meselesine odaklanmalıyız. Biri ne kadar düşükse diğeri o kadar yükselebiliyor...
Özetle, bence pahalı değildi fuar. Bence dediğime bakmayın,  pahalı filan değildi.

25 Ekim 2015

Geleceği Kime Bırakıyoruz, ya da Umurumuzda mı?

"Bir çocuğun çıkaramadığı ses olmak zorundayız!"

"Çocuklar bizim geleceğimiz değil, bugünümüzdür. Onlar için bir şey yapacaksak ötelediğimiz gelecekte değil, soumluluğunu aldığımız, yaşadığımız bugünümüzde yapıyor olmalıyız.
2014 yılında 627 çocuk, ihmaller sonucu yaşamını yitirmiştir."   Bu notum geçen yılki şuradaki yazımdan. 

Gündem Çocuk derneğinin 2015 yılı raporuna göre 2015 yılında 875 çocuk  ihmaller sonucu yaşamını yitirmiştir. 
Derneğin notlarından bazı alıntılar; 

"Bugün Çocuğun Yaşam Hakkı Raporu’nun 5.’sini sizlerle paylaşıyoruz. Her yıl bu raporu hazırlarken ulaşabildiğimiz yaşam hakkı ihlalleri sayısının elbette ki azalacağını umarken, 2015 yılında ne yazık ki ölen çocuk sayısının azalmayacağını biliyorduk. 2015 yılı Türkiye için çok fazla ölümün yaşandığı, çocuğun yok sayıldığı ve çocuğun insan hakları ihlalleri açısından geriye düşülen bir yıl oldu… Nazım Hikmet’in dediği gibi; 2015 yılında dünya; bir önceki yıla göre; “daha çok adaletsiz daha çok zorba oldu…Bu yıl; 5 yılın en çok çocuk ölümlerinin olduğu yıl…

Raporun tamamına, tek tek çocukların hikayelerine ulaşmak için Çocuğun Yaşam Hakkı İhlal Verileri-2015, derneğin diğer  haberlerine ulaşmak için buraya lütfen. 

22 Ekim 2015

Sınırlarımızı Gösterebilmek Üzerine

Ülkemiz gündemindeki önemli sosyal stres konularından biri olan erkeğin kadına uyguladığı şiddet, uygulayan ve uygulanan olarak temelde iki taraflı bir eylemdir. Öyle ki, şiddetin sürekliliği, zararının boyutları, etkilediği çevre kişiler onu iki kişiden daha geniş alanlara yaymaktadır.  

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsünün ASPB'nin mali desteği ile yaptığı "2015, Kadına Yönelik Aile içi Şiddet Araştırmasının sonuçları, erkeğin şiddet ve kadına bakışı bakımından tahmin edilen sonuçları vermekle birlikte, başka bir açıdan daha önemli ve üzerinde durulmasını gerektirmektedir. 
"Türkiye genelinde, evlenmiş kadınların yüzde 43’ü “kadın, herhangi bir konuda eşiyle aynı fikirde değilse tartışmamalı ve susmalıdır” ifadesine, evlenmiş kadınların yüzde 42’si ise “kadının tavır ve davranışlarından ailenin erkekleri sorumludur” ifadesine katıldığını belirtirken, yine evlenmiş kadınların yüzde 27’si “çocukları terbiye etmek için bazen dövmek gerekebilir” ifadesine katılmıştır. Buna karşın evlenmiş kadınların yüzde 68’i “kadın elindeki parayı kendi istediği gibi harcayabilmelidir” ve evlenmiş kadınların yüzde 71’i “yemek, bulaşık, çamaşır ve ütü gibi ev işlerini erkekler de de yapmalıdır” ifadelerine katıldıklarını belirtmişlerdir.
Şiddet düzeyinin yerleşim yerine göre önemli bir farklılık göstermemesine rağmen, dikkat çekici bir bulgu olarak tutumlar açısından kadının yaşadığı yerleşim yeri önemli bir farklılık yaratmaktadır. Kadınların refah düzeyine göre toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin tutumlarda görülen farklılaşma yine şiddet düzeyindeki farklılaşmadan daha belirgindir." 
Evlenmiş kadınların fiziksel şiddete yönelik tutumunun irdelendiği modülde yer alan şiddete gerekçe olarak gösterilen durumlar arasında aldatma ve aldatma şüphesi gerekçe olma açısından en fazla onaylanan durumlardır.
"Evlenmiş kadınların yüzde 36’sı, kadının eşini aldatması durumunda erkeğin eşini dövmesini doğru bulduğunu belirtmiştir. Benzer şekilde aldatma şüphesi de kadınların yüzde 18’i tarafından şiddete gerekçe olarak onaylanmaktadır. Özellikle 15-24 yaş grubundaki evlenmiş genç kadınlar arasında bu tutumun daha fazla onaylanıyor olması (aldatma durumunda yüzde 47, aldatma şüphesinde yüzde 20) dikkat çekicidir. Evlenmiş kadınların yüzde 58’i hiçbir gerekçe ile erkeğin eşini dövmesini onaylamaz iken, bu oran yerleşim yerine ve bölgelere büyük değişiklikler göstermektedir.  
Fiziksel şiddete gerekçe olarak gösterilen davranışlarda da kırda ve kentte yaşayan kadınların tutumlarında önemli bir farklılık vardır. Tutumlardaki bölgesel farklılıklar, şiddet düzeyinde gözlenen bölgesel farklılıktan daha belirgindir. Özellikle yüksek refah düzeyindeki kadınlarda yüzde 70, lisans ve lisan üstü eğitimi olan kadınlarda ise şiddete hiçbir durumu gerekçe olarak görmeme yüzde 84 düzeyine çıkmaktadır." 
Cinsel ilişkinin kadının isteği dışında gerçekleşmesi en temel cinsel şiddet davranışlarındandır. Evli bir kadının cinsel ilişkiyi reddedebileceği çeşitli durumların sıralandığı modülle toplanan veri analiz edildiğinde;
"Evlenmiş kadınların yüzde 86’sının kadının istemediği durumda cinsel ilişkiyi reddedebileceğini ifade ettiği görülmektedir. Evlenmiş kadınlar arasında en yaygın kabul edilen durum ise, sağlık sorunu olduğunda kadının cinsel ilişkiyi reddedebileceği düşüncesidir (yüzde 95)Sosyal ve demografik özelliklere göre evli kadınların cinsel ilişkiyi reddebileceği durumlara ilişkin yüzdeler, eğitim ve refah düzeyi değişkenleri ayrımında farklılık göstermektedir." 
Yorum olarak söyleyeceğim şudur ki; şiddeti külliyen, olgu olarak reddedemedikçe, intikam, kötülerin ıslahı, hak edenin terbiyesi tanımlarından çıkarmadıkça onunla mücadele de eksik kalıyoruz. Diğer yandan, kadın olarak her şeyden önce yapılan muameleye sırf, sadece var oluşumuzdan kaynaklı değerimiz üzerinden bakmaya bir an evvel başlamalıyız. Toplumun rolleri, yakıştırmaları, kabulleri ile sebepsiz ve bahanesiz kendimizi  "yeri ve konusu geldiğinde şiddet uygulanabilir" olmaktan çıkarmalıyız...

19 Ekim 2015

Tanım

"Ben, büyük ve kalabalık bir yere -hatta küçük bir taşra kasabasının tenha lokantasına- girildiğinde, gözlerine dikkat edilmezse fark edilmeyecek özelliksiz insanlardan biriyim. Gözlerimin de üstünde durulmaya değer pek bir özelliği yok. Ama birkaç kişi -hele önemsediğim bir arkadaşım- bana, aydınlık baktığımı söylediler. 
Taşra kasabası dediğim, bizim ilçe. Böyle yerlerin lokantalarını yolculuk etmiş herkes az çok bilir. Ya çakıllı bahçesinde, ya da kapalı kısımda mutlaka bir havuz vardır; albenisiz, çirkin bir havuz. Sonra duvarlarındaki bin çeşit resim -dünya güzeli kızdan futbolcu fotorafına kadar- geliyor aklıma. Bizimkinde garip bir horoz dövüşü resmi unutulamaz.
Dilimizin sözlüğü İLÇE'yi, "yönetim bakımından yurt bölümlenmesinde ilden sonra gelen bölüm..." diye tanımlıyor. Sözlüklerin hayata bu denli yabancı kaldığı başka bir tanım düşünemiyorum."
--Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, 1981,

Oldukça geç tanışmışım Selim İleri ile. Buna üzüldüm ilk başta bu harika kitabını okuduğumda. Söylediklerini çok önce duymuş, anlamış ve kendimle yoğurmuş olmayı dilerdim açıkçası. Zeki bir kurgu anlayışı, kelimelerden ödün vermeyen fakat gereksiz, süs ya da ne menem adına ise fazla kelimelerle karışmamış, leziz, insanın ruhunu açan, genişleten ve gözlerini daha iyilerine, daha ilerilere baktıran bir anlatımı var. Sevdim, çok sevdim. 

16 Ekim 2015

Başlangıçlar ve Sonlar: Yaşarken ve Ölürken

Yaşarken ve Ölürken
Yazar: Selim İleri
Altın kitaplar yayınevi, 2.basım, 1983, Istanbul

Başlangıç: "Güzelduyu üzerine düşünüyordum.
Dışarıda yağmur yağıyordu.
Güzellik ama; insan aklının yarattığı, insan elinden çıkma güzellik. Geriye kalandan hoşlandığımı sanmıyorum. Bir kır görünümüne bakmaktansa, bir kır görünümünü betimleyen yazıyı ya da izlenimci resmi yeğledim bugüne dek. Estetik beni her zaman ilgilendirdi. 'Her zaman' sözü belki yanlış kaçacak; kişisel hayatımda belli bir bilinç noktasına eriştiğimde seçtim estetik üzerine düşünmeyi."
Ve Son: Son kez...
Selim İleri (1949-) 
Celladımın -belki de cellatlarımın. Tuna Suna'nın, Cemil'in, Ayten Hanım'ın, bir çok Ayten Hanım'ın bütün ötekilerin- yüzü, neden tıpatıp benimkine benziyordu; bir rüyadaki gibi değil, açıkseçik görmüştüm tıpkı benim gibi baktığını, gülümsediğini, ağladığını. 
Yitirdikten sonra bulduğumuz o şey... yoksa?
Yoksa..............................................................

13 Ekim 2015

Skopje: Bir de Özgün Olsaydı

Priştina'ya uğramadan hızlıca son etabımız olan Skopje'e doğru -biz Üsküp olarak okuyoruz, devam ettik. Beklediğimizden daha çabuk geldik bu yolu. Büyük, düz, kalabalık bir şehir. Günler sonra nedense modern bir şehre geldiğimi hissettim görünce. Bu sefer oteli bulmakta epey zorlandık, birileri bizim için aradı otel sahibesini ve geldi bize olduğumuz yerden arabasıyla öncülük etti. Uzun boylu, iri, kalın sesli, tam bir Balkan kadınıydı tabiri caizse. Evin kızıymış, asıl annesi pansiyonun sahibi, o daha ufak tefek bir kadındı. Nasıl oldukları hemen anlaşılan bir aileydi; sürekli içen ve çalışmayan bir koca, evin işlerine, misafirlerin gelişine gidişine bakan anne, dışarı işlerine bakan kızları.


Arka mahallerde bahçe içinde, genel olarak temiz, kahvaltısı standart, rahat denebilecek bir konaklama eviydi. Karşı odada orta yaşlı bir çift kalıyordu; İngilizce konuşan. Ertesi akşam yolda tesadüf karşılaşıp pansiyona gelen kadar öyle koyu bir sohbete daldık ki, sabah kadınla birbirimize sarılıp; keşke gitmeseniz, keşke daha erken karşılaşsaydık hüznünü yaşadık sahi.


Avustralyalı'lardı. Kocanın büyük büyük annesi Makedonmuş, hem Makedonca hem de Arnavut ya da Sıppça biliyordu galiba yanlış hatırlamıyorsam, hatta bir de Fransızca olabilir, İngilizce zaten resmi dili. İşte yıllar sonra büyük büyük ailesinin izlerini sürmeye gelmişlerdi oraya. Yaklaşık bir aydır da seyahattelermiş ve burası son duraklarıymış, Asya ve Amerika'da dolaşmışlarmış...


Kadın öğretmendi de, adamı hatırlamıyorum, çok kibar, hoş sohbet, naif ve içten bir çiftti. Kadın Suriyeli göçmenlerle halimizi sordu, adam; "Düşünebiliyor musun, Makedonya'nın nüfusu kadar göçmen aldılar, altından kalkılır şey değil bu", dedi.


Her yer ama her yer heykel Skopje'de. Sanki heykeltraşlar işsiz kalmış, devlet başkanının da onlara borcu varmış da ödemiş gibi. Sanki sanat mermer bloklardan ibaretmiş gibi. Sana dünyanın diğer şehirlerinden alınacaklar sadece taşlarmış gibi. Bir tapınak gibi Büyük İskender heykelleri ve onun atları. Devlet başkanları, büyüklerinin büstleri, heykelleri, Paris Barış Takı'nın taklidi, Roma çeşmelerinin taklidi, sanatçı tasvirleri vesaire vesaire. Anlamsız bir para harcandığı hissi veriyordu bana çoğu.


Şehre kattığı ihtişam, estetikten ve sanattan yoksundu. Kentin ortasından Vardar nehri geçiyor ve Vardar ovası dedikleri yer tam da burası.


Kentin ortasındaki Vardar ırmağının bir yanı Türk mahallesi; köprüyü geçtik kendimizi Mahmutpaşa-Eminönü-Sultanahmet arası bir yerde bulduk. Her yer küçük tabureli, Ahmet Kaya, Tarkan sesli, çay bardaklı, kilimli dükkanlarla doldu birden. Bardakta demli çay özleniyor vesselam, oturduk içtik... Bir kaç kahveci ile sohbet ettik. Onlar da bir kaç dil biliyordu, Arnavutça, Sırpça,Türkçe gibi. "Komşular ne konuşuyorsa sen de biliyorsun abla mecbur", dedi biri sorduğumuzda. Çaylar güzeldi, türk kahvesi bile içtim hatta, o da güzeldi.


Meydan da güzel bir restoran keşfettik. Budva'dan bu yana bozuk olan midem biraz düzelir gibi oldu. Çorbası ve pizzası harikaydı, tam meydanın barış tankına doğru giden tarafında, sol yanda ama, hani giden olursa. Makedon biraları güzeldi bir de. Adlarını unuttum ama.



İkinci gün Ohrid'e doğru yola çıktık. Yine yeşil, yine köyler dere tepe yollar. Doğayı hissetmek kadar güzel bir şey yok. Skopje Ohrid arasında otoban var, dört kere otoban ücreti ödeniyor, kaç paraydı şimdi hatırlamıyorum ama çok değildi. Üçüncü de gülme geldi sorduk artık, "toplu versek olmaz mı, daha kaç defa duracağız.", dedik. Güldü adamlar da bize, "bir tane kaldı merak etmeyin", diyerek.

Çok geç olmadan Ohrid'e vardık. Ve tekrar denizle buluştuk, yok yok göldü.Yolların denize çıkması çok güzel bir duygu...

Dünyanın geri kalanı daha çok büyük, umarım biraz daha gezebilirim. Görmek, insanın hayallerini mümkün hissettirebiliyor ve bu iyi bir umut...

Buyrun Ohrid'e...

23 Eylül 2015

10 Ekim 2015

Prizren: Gurbette Kalanlar

Git git bitmedi yol Podgorica'dan Prizren'e. İpek (Peje ya da Pec) üzerinden geldik. Otoban da varmış ama elli altmış kilometre, değmez deyip dağ yolunu seçtik yine. Hatta bir de güzel restoran haberini almıştık ama rastlayamadık ona, başka bir yerde yedik. Ayran yazıyordu menüde, istedik yoğurt geldi. Et istedik söylemesi ayıp, bizim kendi hayvanlarımız, seveceksiniz dedi garson. Fena değildi. Gece vardık Prizren'e, oteli gökte ararken yer de buluverdik. Eh, fena değildi. Anadolu şehir otelleri gibiydi, resimlerinden çok farklıydı. Hani şu otogarlarda olan soğuk otellerden. 


Sanki şehre çok uzun zamandır kimse gelmemişçesine anlatmak istiyorlardı. Yoksa bize mi öyle geldi; sanmıyorum. Kime merhaba desek, kime göz ucuyla gülümsesek; bir yerden giriyordu konuya.


Bir berberin önünde duran berber İbrahim, biz kilisenin bahçesine giriliyor mu diye bakınırken, "anlatayım ister misiniz size kiliseyi, ben buralıyım isterseniz anlatayım size o kiliseyi", dedi. "Anlat tabii", dedik, "isteriz elbet." Mersin'e gelmiş bir kaç kez İbrahim, Karadeniz'de de bulunmuş. Türkiye'yi ver Türkleri seviyor. "Bizi burada sanıyorlar ki dinimizden, ülkemizden uzaklaştık. Olur mu hiç öyle şey. Hayatta!. Bizim televizyonlarımız var, camilerimiz var, Türkiye'de akrabalarımız var sürekli gidip geliyoruz. Biz ülkemizi hep biliyoruz. Yalnız karışık Türkiye ona üzülüyoruz.", dedi. Teşekkür ettik İbrahim'e. Gelirsen bul bizi dedik. Sanmam, bulmadı da...


Bu köprü kilitlerinden de her yerde var galiba. Aşk köprüsüymüş. İlk nerede başladı acaba uygulama onu merak ettim, neyse çok da önemli değil.


Makine mühendisiymiş ama müzenin güvenlik görevliliğini yapıyordu. Yalan olmasın, iki yüz avro ücret alıyormuş. Karısı İngilizce öğretmeniymiş, o yüzden yabancı yayınları da çok takip ediyorlarmış beraber, beraber okuyorlarmış, beraber tartışıyorlarmış. Ne güzel bir beraberlik...

Kosova'nın ilk yıllarında çok giden olmuş Avrupa'ya, artık çok almıyorlarmış. "O zaman iltica diye öyle çok giden oldu ki, biz gitmedik. İstedim burada kalalım. Eskiden okullarımız çok iyiydi, Yugoslavya zamanında daha iyiydi, şimdi de iyi ama eskisi gibi değil." Kızları üniversiteye Türkiye'ye gitmiş. Manisa'da akrabaları varmış. "Ben bilim neden bu kadar karışık Türkiye, neden de anlatması zor işte. Babama da dedim geçenlerde, karıştırıyorlar Türkiye'yi dışarıdan, bunlar hep oyun." Yarım saat ayakta konuştuk kendisi ile.


2008 yılında bağımsızlığını ilan etmiş Kosova. Gencecik, ayakta durmayan çalışan bir ülke. Bayrağındaki yedi yıldız, yedi ayrı milletini temsil ediyor. Yoğun olarak Arnavutlar, Türkler, Sırplar ve Boşnaklar var. En çok burada Prizren'de ve başkent Priştina'da yaşıyor Türkler. Nüfus diğer gezdiğimiz Balkan ülkelerine göre oldukça yoğun, iki milyon, görünce de anlaşılıyor zaten; kalabalık bir ülke. Her yer inşaat, her yer yeni ile eskinin birbirine girdiği binalar, yollar, yerleşimler ile dolu. Plansızlık, özensizlik, işini götürenin yürüdüğü, ev, yol, okul, alt yapı kuracağım diye anlaşmaların havada uçuştuğu, ortaya eciş-bücüş dök betonu, pencerelerini tak kaç binaların çıktığı öyle aşikardı ki... Keşke bizi anavatan bilip bizimle iş yapmak yerine başka milletlerle çalışsalardı.

Saf bir sevecenlik sezdim ben konuştuğum herkeste,  orada iş yapanların onların dini ve milli duygularını kullandığı sadece binalara baksanız görülebiliyordu. Şehir, bu gördüğünüz köprü, onun altından geçen nehir, bir kaç Osmanlı'dan kalma camii ve kiliseden ve yeni kurulmaya çalışılan mahallelerden oluşuyor. Ülkedeki etnik kavgalar meclislerinde de devam ediyor sanırım; geçen gün haberlerde diyordu; Kosova meclisinde gaz bombası atılmış; ülkenin bir kısmının AB'de serbest dolaşım karşılığında Karadağ'a verilmemesi için.


Altyapı yetersizliğinden biz de payımızı aldık. Hayatımda ilk defa hız limitinden trafik cezası aldım, o da Kosava'dan Skopje'ye geçerken otoyol zannettiğimiz yerde 110 ile giderken. On kilometre kadar otoban varmış daldık, hız sınırı 125 yazıyordu ki ben 110 ila filan gidiyordum; sen bit o on kilometre ve bize de haber verme! Uzaktan fosfor yeşili iki kol bana işaret ediyor yana çek hareketleri ile. Durduk da ne yapacağımızı bilemedik; Amerikan filmi gibi arabada mı beklesek, Türkiye'ye yakınız canım deyip arabadan koşup "abi ne oldu, ne yaptık ya", moduna mı girsek. Geldi el kol işareti yapan. Dedi, "hız limitini aştınız, bu 40 avroluk cezayı alın lütfen, yatırın gelin bankaya, ehliyetiniz bizde kalacak." Dedim, "e, otoban burası." Dedi, "otoban biteli çok oldu." E, dedim, "tabela?" Dedi, "vardı, görmemişsiniz." "E, ama biz ülke dışına çıkıyoruz nasıl, nereye ödeyip gelelim, size verelim olmaz mı, siz kesin makbuzu." Der demez gözlerimiz parladı; galiba rüşvet teklif ediyorduk, korktuk bir yandan..." Baktık çok tepki yok, sustuk az biraz bekledik. Velhasılı, 40 avroluk ceza için 20 avro rüşvet vererek Priştina'ya filan uğramaktan vazgeçerek doğru Makedonya'nın başkentine doğru ilerledik... Bütün bu konuşmayı da az buçuk İngilizce bilen orta yaşlı iki Sırp ile yaptık. Biri Arnavut olabilir, tam bilemedim geçmiş zaman. Yalnız utandılar epey alırken de aldılar yine. Yabancı olduğumuz için alıyorlardı, öyle hissettik, yoksa çok yaygın bir tutumları gibi görünmüyordu ki bütün yüz avro uzattık para üstünü kendileri verdiler... 
21 Eylül 2015,