30 Kasım 2014

Aykız' ın kolyesi II

Her yirmi sekiz günde bir, ay yeniden çember olmaya başlamadan önce ay insanları köyün en ortasında bir yerde toplanırmış. Henüz doğalı on sekiz kış görmemiş olanlar ile, yeterince kış gördüğünü düşünenler bu toplanmaya gelmezmiş. Ay insanları kimseye artık yaşlanmış demezmiş, ta ki, kişi kendinin artık yaşlanmış olduğunu söyleyene kadar. 
Bu toplanmalar da sorarmış içlerinden rastgele biri; "Ey ay insanları, aramızda eksik olan nedir?" Sanki önceden sözleşmişler gibi her seferinde başka biri sorarmış. Sonra, içlerinden yine rastgele bir ses cevaplarmış; "Bilgelik eksik." 
"Nedir o?", dermiş biri yine. İlk cevabı veren değil de bir başkası cevaplarmış; "İşte, bu soruyu cevaplayacak olan eksik"
"Aramızda başka eksik var mı, ey ay insanları?", diye yine sormaya devam edilirmiş. "Aramızda masumiyet eksik.", diye cevaplanırmış bu soru da. "Masumiyet neden gereklidir?", diye sorulurmuş bazen. Bazen bir kadın öne çıkarmış ve diğerlerinden önce konuşmaya başlarmış, "Masumiyet hiç bir şey bilmez, bu yüzden bilgelikten de ötedir." Bir başka kadın daha da öne çıkıp, "Hiç bir şey bilmediğini bilmek, yaşlılarımızın ulaştığında yaşlı olduklarını anladıkları, en erdemli zamandır. Çocuklar ki, bu şansla doğarlar. Hiç bir şey bilmeden baktıkları derelerimiz, ağaçlarımız, çimenlerimiz ve dağ eriklerimiz onların ışığı ile büyürler. Masumiyetin ışığı olmazsa elimizdeki ve yüzümüzdeki kiri göremeyiz, görüp yıkamak aklımıza gelmez.", demiş. "Öyleyse çocuklarımızı ve bilge yaşlılarımızı korumak, gözetmek ve sevmekten vazgeçmeyelim, ey ayinsanları.", dermiş ilk soruyu soran.
Ondan sonra herkes kurulmuş sofraların başına geçer, getirdiklerini yer, ay batmadan evlerine giderlermiş. Her, ay çemberinin dolduğu günün ertesi gecesi tekrarlanırmış bu sorular. Cevaplar hep başka ama aynı manada olurmuş. İşte böyle severmiş ay insanları çocuklarını ve yaşlılarını.

Aykız'ın günleri genellikle bir diğeri ile aynıymış. Her sabah uyanır, okula gider, okuldan gelir, önce eve girer, sonra sokağa fırlarmış. Ay gökte görünene kadar da eve gelmezmiş. Annesi o doğarken daldığı dalgınlığından uyanmamış. Babası ve o, akşamları yemek yer, sonra uyurlarmış. Yaşlı ay insanları ya çok daldığını, ya da uyanmakta geç  kaldığını söylemişler annesinin, ama uyanmamış işte bir daha. Bu yüzden Aykız rüya görmeyi çok sever, o da annesi gibi daldığını ve bir gün onu rüyasında göreceğini ve konuşacağını düşünürmüş.
İşte, bu yedi yaşına kadar hiç görmemiş annesini rüyasında. O sabah, yüzü kendi gibi bulut renginde olan, gözleri dere gibi gri bir kadın görmüş rüyasında. "Üzülme, tamam mı kızım. Sen olanla yaşamayı öğrenebilecek yaştasın." demiş bu kadın ona. "Bir şey olmadı ki! Sen kimsin", demiş Aykız. "Olacak olan olduğu zaman üzülme", demiş, tekrar dere renkli gözlü kadın. Uyandığında çok telaşlıymış Aykız. Anlayamamış, hemen içeriye babasına koşmuş. Güneş henüz yükseliyormuş, içeriden ateşin sesi geliyormuş, biraz soğukmuş ama yine de terliymiş sırtı. Aklı rüyasındaki kadında imiş. Bu yüzden hiç fark etmemiş tenindeki eksiği.
Babası ateşin başında elindeki şeye bakıyormuş. Aykız babasına bakmış, aynı anda elini boynuna atmış. Kolyesi babasının elinde imiş. Kelebeği elinde tutuyor, zinciri ateşe doğru sarkıtıyormuş. Babası Aykız'ın gözlerinin içine bakmış, ellerini dudaklarına götürmüş ve "şiiihhhtt", demiş. Aynı anda kolyenin bir yüzünü ateşe tutuvermiş. Aykız öyle şaşırmış öyle şaşırmış ki, hiç bir şey diyememiş. Sadece bakıyormuş. Babası yanına doğru yaklaşmış, bir yüzü yanmış kolyeyi yanına bırakmış ve gitmiş.

Aykız sormayı düşünmüş çoğu kez yaşlı ay insanlarına; babası neden kolyesinin bir yüzünü yakmıştı. Rüyasındaki kadın annesi miydi?
Sonra, hepsini unutur soruların, "Ne güzel bir kadınmış", dermiş dereye bakarken. Ay kadınlarının en güzeliymiş sanki.
Sormamış kimseye. Kimseye de söylememiş. Kolyesinin kendine bakan yüzü yokmuş artık. Bu nedenle ki, kendi içini göremiyormuş.
Ay çocuklarına bakıyormuş, ay kadınlarına, ay yaşlılarına bakıyormuş. Baktığı her ay insanını anlamaya çalışıyor, kendi içinin de mutlaka onlardan biri gibi olduğunu düşünüyormuş. Mutlaka birine benziyor olmalıymış. İnsan insana benzerdi, ay insanı daha çok benzerdi. Böyle dermiş babası. Ama, artık babasının dediklerini pek dinlemiyormuş. Her yeni yaşında kendini bir başka ay insanı gibi görüyormuş. Böylece bulmaya çalışıyormuş. Her kış geçip bahar geldiğinde, kendinin olabileceğini düşündüğü, içinin benzediği, kendini bulabileceği, en azından kendine bakarak olmasa da diğer ay insanları gibi, içine yakından bakabileceği birini aramaya başlarmış. Sonra tüm yaz, tüm sonbahar ve kış düşünürmüş; ben, Aykız, böyle biri miyim?

İşte böyle düşündüğü günlerden birinde, dereye bakıyor ve kendi kendine konuşuyormuş. "Seni dün gece ay toplanmasında göremedim", demiş bir ses arkasından. "Ben doğalı henüz on sekiz kış geçmedi ki, on üç oldu bu kış ", demiş Aykız. "Sen, yaşlı mısın", demiş sonra da arkasına bakarak. "Evet, artık yaşlıyım", demiş yaşlı ay insanı.
Suda bir balık atlamış. Ağaçtan bir tırtıl düşmüş. Bir yaprak sallanmış, bir sonraki rüzgarı beklemiş düşmek için. Bir kuş uçmuş ama konmamış. Aykız ellerini çimende gezdirmiş, çimen titremiş, eli titremiş. O zaman, diye başlamış Aykız ve tüm soracaklarını, sanki düşünüp taşınmış anlatmak için de, bekliyormuş gibi, tane tane ama çabucak anlatmış, sormuş soracaklarını. Şaşırmış ay insanı, kızmış, sinirlenmiş, ama sakinleşmiş Aykız'a baktıkça. Aradığı şeyi bulamayacak olmasına üzülmüş.
"Zamanını, başkalarında kendini arayarak geçirme Aykız. Neden insanlara onların hikayelerini anlatmıyorsun.", demiş. Şaşırmış Aykız. "Anlayamadım", demiş. "Kolyenin sendeki tarafına sarıl, onu herkesten iyi okumaya çalış, insanlara bak ve onların hikayelerini anlat. Kimse sana kaybettiğin şeyi veremez, ancak, sana senin hikayeni anlatabilir ve sen içinde, belki  kolyenin kayıp tarafını bulabillirsin", demiş yaşlı ay insanı.

Tekrar dereye bakmış Aykız. Bir balık daha atlamış suda. Gri gözlü, beyaz pullu bir balık. Yirmi sekiz toplantılarında ne dendiğini şimdi daha iyi anlıyormuş. O günden sonra eminmiş artık; bir gün çok iyi bir hikaye anlatıcısı olduğunda, birisi de ona kendi hikayesini anlatabilirdi... 

25 Kasım 2014

Aykız' ın kolyesi I

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde çok uzak bir ülkede dağların arasında küçük bir köy varmış. Pireler berber iken, develer tellal iken bu köyde yaşayan Ay insanları isimli bir kavim varmış. Nereden, ne zaman gelmişler, neden burada yaşarlar kendileri bile unutmuşlar. Ay insanlarının hepsinin ismi ay ile başlarmış. Aydan, Aykız, Aysin, Aydın, Aygül, Aypare, Ayperi, Aytül, Ayten, Aydeniz, Aydonat, Aykut bunların en çok kullanılanları imiş. Aslında çok fazla çeşitli de isimleri yokmuş. Çoğu zaman birbirlerine sadece Ay diye hitap ettikleri de olurmuş. Ayırt etmek için de akıllarına ilk gelen farklılıklarını ekleyiverirlermiş Ay'ın yanına. Dere kenarındaki üç çocuklu baba Ay, her sabah değirmene iki çuval getiren şişman Ay teyze, okula herkesten önce gelen yaramaz Ay oğlan gibi. Bu yüzden herkes de birbirinin neye benzediğini, ne yaptığını çok iyi bilirmiş, izlermiş.

O sene doğan kız çocuklarından birine daha Aykız ismi verilmiş. Gece saçlı, gece gözlü, bulut renginde bir kızmış Aykız. Diğer bebekler gibi Aykız da dere kenarında doğmuş. Ay bebekleri vakitleri geldiğinde ay insanlarına özgü bir kararlılık, biraz da hırçınlıkla kıpırdanmaya başlarlarmış. Ay anneleri bunu hissedince dere kenarına gider sakince suyu izlemeye koyulurlarmış. Gözlerini kapatır, iki avuçlarını kucaklarında birleştirir beklerlermiş. O andan itibaren ne duyarlar ne görürlermiş. Vakit tam olduğunda ay annelerinin kalbi tırtıldan çıkan kelebek gibi açılmaya başlarmış. İyice büyür, kalpleri göğüslerini delermiş. Kırmızı ile beyaz karışımlı bir kelebek açılan kalpten süzülürmüş. Acırmış tenleri, acımaz değil ama suyu bu yüzden izlerlermiş işte. Su aktıkça kelebek de aynı sakinlikte akarmış kalbin üzerinden. Su gibi acıları da bir çırpıda akarmış tenlerinden. Kelebekler kucaklarına düşermiş ilkin, düşer düşmez de insan yavrularının aynısının tıpkısı olurlarmış. Ay anneleri de tam bu esnada uyanır, bebeğim diye sarılıp, çoktan geri kapanmış olan kalplerinin üstüne bastırırlarmış onları. Kalpleri az biraz acırmış o zaman, ama ay anneleri göğüslerinden süt sızısı geldiğini düşünüp, hemen uzatmaya başlarmış bebeklerine memelerini.

Biraz, dağların arasında, biraz da diğer kavimlerden oldukça uzakta kaldığı için buraya pek yolu düşen olmazmış. Ay insanları da diğer köylere pek gitmezmiş açıkçası. İhtiyaçları olmazmış çünkü. Herşeyleri varmış yaşamak için. Köylerinin kurulu olduğu vadi de üç adet kuyuları varmış, kaynağı dağlardan gelen. Kışın tüylerinde uyudukları koyunları, sütlerini içtikleri beyaz benekli siyah inekleri, her sabah iki tane yumurtlayan tavukları, pirinç, buğday tarlaları ve her mevsim meyve veren dağ erikleri varmış. Bunun gibi; anlatmak için gerek duyulmayan ve akla gelmeyen daha bir çok sahip oldukları varmış.

Ay insanlarının kimsenin bilmediği, başka kavimlerin hiç farkında olmadığı bir sırları varmış. Her biri boynunda bir ay kolyesi ile doğarmış. Bu kolye iki yüzü ayna olan kelebek şeklinde imiş. Bir yüzü tenlerine değer, içlerini gösterir, diğer yüzü dışarıya bakar, kolyeye, yani ay insanlarına bakanların içini gösterirmiş. İçlerini dediysem, etlerini, kanlarını, damarlarını değil, içlerindeki düşünceleri, kalplerinden akanları, kalplerine akanları.
Bizim Aykız' da kolyesinin sırrını herkes gibi yedi yaşında öğrenmiş. Kendi içini nasıl göreceğini, kolyesine bakanların içlerini nasıl okuyacağını yedi yaşında öğrenivermiş yaşlı ay insanlarından. Her çocuk kolyesini çok iyi korumak zorunda imiş. Ancak o zaman, kendilerini anlayabilir, anlatabilir, güvenebilir, kolyelerinin dedikleri ile büyür, büyüdükçe başkalarının içine bakmayı daha iyi öğrenebilirlermiş.

Devamı var...

24 Kasım 2014

Sayıklamalar XI

İnsan neye ne kadar çok sahip olursa olsun, mutluluğu, küçük bir şeye sahip olmasına bağlıdır çoğunlukla. Bazen ömrü o küçük şeyin ne olduğunu aramakla geçer. Eğer anlarsa ve sahip olursa, insan tamdır artık.
Hiç bir zaman geç değildir onu bulduğu zaman. Trajik olan, o küçük şeyi çok erken kaybetmesidir ve hep yeniden bulacağını zannetmesidir... 

11 Kasım 2014

Dikiş Kutusu

Yaklaşık yirmi yıl önce İstanbul'daki evimin yakınlarında, köhne, sabunundan tuhafiyesine, oyuncağından defterine pek çok şeyin satıldığı, ne alsanız elinizde kalacak gibi duran bir dükkandan resimdekinin aynısı bir dikiş kutusu almıştım. Dayanmaz bu iplikler ama hadi neyse, ihtiyacımı görsün kafi demiştim. Yirmi yıldır duruyorlar evde. Hala da kullanırım. Kaç ev değiştirdi, kaç koliden koliye atıldı, kaç düştü, dağıldı, toplandı, banamısın demedi. Kaç ceket düğmesi, kaç çorap söküğü, kaç pantolon paçası gördü, öf! demedi. Ne demişler; görünene her zaman aldanma. Bugün, yine ihtiyaçtan resimdeki dikiş kutusunu aldım. Bu sefer okulun kantininden. İplikler ve iğneler çok daha kalitesiz görünmesine rağmen, yine yirmi yıl önceki aynı fikirle aldım. İnsan bazı yönlerden çok değişse de bazı yönlerden hiç değişmiyor. Bu yeni kutu ne kadar dayanır bir şey diyemem, ama ben bu şehir de o kadar uzun yaşayacağımı sanmıyorum. Ve ben sanrılarımda çoğunluk haklı çıkarım.