16 Ekim 2014

Bugün kendimle karşılaştım

Sabah evden çıktım. Yok yok sabah değil, ağız alışkanlığı işte. Öğlen gibi evden çıktım. Akşam üstü çıkmam gerekirken bir telefon görüşmesine aşırı sinirlenip kendimi evden attım. O konuşmadan da bahsederim sorun değil, sonra ama.
Hava, romantik komedilerde halâ başrol bekleyen eski aktrisler gibiydi. Sonbahar yarılanmış haberi yoktu. Beş dakika sürmez otobüs durağına varmam derken kendime, sağ yanımdan biri,"Bak, hava bahar sanki, hadi gel aşağı doğru yürüyelim şöyle", dedi. Sanki bana denmiş gibi geldi nedense kafamı çevirdim. Orta yaşlarında, sportif giyimli bir kadın, kendinden kısa boylu başka bir kadının elinden sımsıkı tutmuştu. Başımı çevirip sese baktığımda elinden tutulmuş diğer kadınla göz göze geldim. En az seksen yaşlarında, başında mavili bir yazma, yüzü ince kalın çizgilerle kaplanmış, oldukça ince yapılı, hem gençken hem şimdi kısa boylu olduğu belli, küçük yüzlü bir kadındı. Gözlerinde gördüğüm şey beni uzun bir süre bırakmadı.Ta ki; otobüs bekledim, bindim, indim, metroya bindim, indim, tekrar otobüse bindim, indim, hala aklımdaydı.

Çok büyük ihtimalle yanındaki genç kişi kendisine bakmakla yükümlü bir görevli idi. Epey bir adımlarımı yavaşlatıp konuştuklarını dinlemeye, görevlinin yaşlıya nasıl davrandığını izlemeye çalıştım. Hani, zaten bütün sinirlerim ayaklanmış, kovacak yer arıyorum, kötü bir şey dese kadıncağıza da, görevlinin üstüne yürüsem diye beklemedim değil.
Kan bağı olsa elinden değil kolundan tutacağını düşünüyorum. Hatta eminim koluna girmiş olacağına. Ve yaşlı kadın çevresine o kadar "yabancı" bakmazdı eminim.
Çocukların ve yaşlıların -bir açıdan- bir farkları olmadığını gördüm o an. Elinden tutulan ve dünyaya çaresizce, muhtaçca bakan gözler... Diğer yandan çok büyük bir farkları vardı; biri geleceğe diğeri geçmişe bakıyordu...
Kadınlar ve çocuklar: yangında ilk kurtarılacaklar. Onları da kurtarmıyoruz o ayrı da, yaşlılarımızdan neden bu kadar hızlı vazgeçiyoruz, bunu düşündüm bugün.

Ben severim yaşlılarla sohbeti. Hele böyle; dağlara bakıp, bir dere kenarında otursak, o, dağların eteğinde yaptıklarından başlasa bana anlatmaya, değmeyin keyfime. Bazen aynı şeyleri tekrarlasalar da, yorulsam da, sıkılsam da bazen, hiç biri sevmeme engel değil. Ne tuhaf değil mi, herkes yaşlılığa doğru gittiği halde, en çabuk ve acımasızca onlardan vazgeçiyoruz. Misal; babam babaannemden önce öldü. Oysa sorsanız etrafınıza derler, sırasıyla değil derler, öyle beklerler ama... Babaannem halen hayatta, Allah daha ömür versin.

Babam bu türküyü pek severdi. Zaten Kamil Sönmez 'de kendisinin ilkokul arkadaşıymış. Vona' da Perşembe' nin eski adıdır.

Dedim ya, yaşlı kadınla göz göze geldim. Bir müddet ben ona baktım, o bana baktı. İlk başta anneanneme benzettim. O geldi aklıma, özledim. Huzur içinde yatsıni dedim. Sonra, o değildi benzettiğim dedim, kendi kendime. Kime benziyordu biliyor musunuz? Bana. Yaşlılığıma çok benziyordu...

6 yorum:

  1. Geçmiş ve gelecek, hayatın neresinde durduğumuza ve gözlerimizin nelere baktığına göre değişiyor değil mi?
    Hayat istemediğimiz halde bazı tecrübeleri yaşatıyor.
    Yaşamaktan keyif almaya çalışmalıyız elbette ancak hayat zor.

    YanıtlaSil
  2. Merhaba küçük ölüm; korkmamak elde mi?
    Selamlar,

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Şenay,
    Aynen... Nereye baktığımız çok önemli. Bugünü unutmayıp, gözlerimiz kapanana kadar ileri bakabilmek önemli sanırım. Yaşlılardan bahsederken demek istediğim de bu biraz, daha hayatta iken, onların hayattan, bizim onlardan vazgeçmiş gibi davranmamız çok fena.
    Öyle, hayat zor ve güzel.
    Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  4. yaşlanmatacak olduğumu bilmek bir nebze rahatlatıyor

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hatırlıyorum bu başlıkta bir yazını. Ne diyeyim... Hayatta çok az şey kesindir, unutma...
      Selamlar,

      Sil