30 Ekim 2014

Aynı Yerde

Hayat inanılmaz derecede garip. En azından benim için öyle.

Eşimle evlenmeden önce, ilk baş başa buluşmamızda bir kafede oturmuştuk. O gün birbirimizden hoşlandığımızı itiraf etmiştik ve ben ona, kendisinin henüz evlenmeye hazır ve istekli görünmediğini ama benim hayattan çok yorulduğumu ve eğer biriyle duygusal bir birliktelik yaşarsam evlenmek istediğimi bu nedenle de ikimizin çok uygun olmadığını, söylemiştim.

Zaman geçti. Evlendik. 10 yıl sonra, boşandığımız gün aynı yerde tekrar oturduk. Beni, bir şeyler ısmarlamak ve treni beklemek üzere aynı kafeye davet ettiğinde ona emin misin derken biliyordum ki geçmişi hatırlamıyordu. Oturdum, söyledim. Nasıl da hatırlıyorsun böyle şeyleri, dedi...

Ne erkekler ne de kadınlar değişecek... Ve cinsler değişmeyeceklerini hiç kabul etmeden hep umut edecekler. 30.10.2014

29 Ekim 2014

Haksızlık

Bazen deli olmak istiyorum. Delirmiş olmak. Gerçi, bazen diyorlar; sen delirdin mi kızım? Delirdim desen başka şeyler gerekiyor bu sefer, onu da diyemiyorsun. Zor şeyler...

Keşke dedem yaşasaydı. Ben yayla'ya gitseydim. Ona sorular sorsaydım. Çökelek yeseydi, ben ona ayran getirseydim. O bana çam sakızı verseydi. O ineklere söylenseydi, ben palakları sevseydim. Bu camışlar niye bütün gün suda yatıyor deseydim, camış işte kızım, camış gibi bütün gün yatıyor işte deseydi. Büyük haksızlık! İnsanın dedesinin ölmesi büyük haksızlık...





 * Çambaşı yaylası ve ordu resimleri. Resimlerin sahipleri maalesef paylaşılmamış.

25 Ekim 2014

Aslolan İnsandır

Üst üste iki gece otobüs yolculuğu yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Böyle zamanlarda beyniniz size itaat eder, uyumamak gerek, yolda olmak gerek diyorsanız öyle yapar, ne deseniz dikkate alır. Bu da onlardan biriydi.
Vardığım da ağıtlar başlamıştı. Acılı yakınlar her gelene sarılıyor, her sarılış ta başka bir anı hatırlanıyor, yeniden başlıyordu ara verilen hıçkırık.

Cenazelere katılmanın önemini birkaç yıl önce yine bir cenaze de idrak ettim. Eskiden ölümün yanında, yaşayanların ne önemi var diye düşünürdüm. Böyle dediğim de, her seferinde dedem gelir aklıma, yine de pişman olmam cenazesine katılmadığıma... O başka.
Bir kaç yıl önce bir arkadaşımın annesinin cenazesine gitmiştim. Vardığım da tabutun başında ağlıyordu. Arkasından yaklaşıp omzuna dokundum usulca. Bana dönüp: Aze! Sen mi geldin?, deyişindeki hüzün ve sevinci hiç unutmam. Gözlerinde ki ışığı tarif etmek zor. Çok az yaptığıma o kadar sevinmiştim o ana kadar.

İmam'ın ikindi namazını okuması ve yurt dışından gelecek yakınlar bekleniyordu. O sırada, işte bu törenlerde beni delirten her şey yeniden sırayla yapılıyordu. Acının yanında, acılı lahmacunlar yanı başımızda ki ölüm hiç olmamış ve orada bulunan kimseye gelmeyecekmiş gibi bir dünya iştahıyla yeniyordu. Komşu gelinin üzerinde ki elbisenin aynısından diğer gelinin de aldığından, çocukların okulundan anlatıp duruyordu kadınlar bir köşede... Bir susun! Bir, dileyin ne dileyeceksiniz ve gidin!

Vakit geldi, mezarlığa gidildi. Bütün bu rutine kızsam da, şunu biliyorum ki, acıyla baş edebilmenin yollarından biriydi bunlar. Gündelik rutin, yapılması gerekenler dünya da tutar sizi. Hatta bu sohbetler, yenilip içilmeler bile tuhaf bir şekilde iyi gelir acılı insanlara. İnkarı uzatır bir yandan, bir yandan kabullenişi kolaylaştırır. Asıl yalnızlık herkes gittikten sonra başlar o yüzden de. Beni asıl deli eden, törelerin, geleneklerin, göreneklerin acının önüne geçebilmesi! Mezarlıkta, ölenin kızı, yaklaşmak, yakından bakmak istiyordu. O yaklaştıkça önde ki erkek akrabalar geri dur kızım diyorlardı. Töreniz batsın! Dinse bunu söyleyen, olmasın. Sordum kendime; neden bir kız çocuğu da, istiyorsa babasının tabutunu taşımasın. Onca odunu, yükü, eşyayı taşıtırken din-gelenek utanmıyor da, bunun nesi dokunuyor insanlara...

Düğünler de aynı. Mutlu olması gerekenler, başkalarının görenekleri, olmasını istediği sıralamanın arasında kaybolup gidiyor çoğu zaman. Kız kardeşimin düğünü bize göre uzak bir coğrafya da olmuştu. Damadın kız kardeşleri bir kuaför ayarlamışlar. Teşekkür edip gittik. Saçı bir türlü istediği gibi olmuyordu. Deniyorlar, bozuyorlar yeniden yapıyorlar, tüm acemiliğim ile ben bile yüzüne bir şeyler sürmeye çalışıyordum neredeyse. Baktım ağlamaya başladı kardeşim. Kalk gidelim dedim. İş çevremden birilerinin yardımı ile başka bir yer buldum, aldım götürdüm.
Bana küsüldü, arkamdan söylenildi. Efendim orası halasının kızlarının yeri imiş, ayıp olmuşmuş. Bir tek damadın annesi anlamıştı beni; iyi yapmışsın kızım, nasıl yüzü gülecekse öyle olsun, demişti. Anne şefkati görebiliyordu benim de gözlerimdekini. Mutlu olsun diye onca çabaladığım kız kardeşimin gözyaşlarını, ayıp göreneğine hediye etmeyecektim herhalde!

Doğunun, insanı insana hatırlatan geleneklerini, göreneklerini, batının, yalnız acı ve sevinçlerine tercih ederim, aslolanın önüne geçmedikçe...

"aslolan hayattır
bir akvaryumu yazmak,
akvaryum da yaşamaktan kolaydır
bu yüzden her dize biraz eksik,
her şiir biraz yalandır." 

Yılmaz Odabaşı

24 Ekim 2014

Hiç Bilmeden

Bir tarafından baksanız zor hayat. Olmayınca olmayanlar, bekledikçe gelmeyenler, şanssızlık, kader... Bir tarafından baksanız vazgeçilmeyecek kadar güzel. Rüzgarda konuşan yapraklar, yağmurun sesi, kuşların şarkısı, suyun berraklığı, güneşin her gün yeniden ama yeniden doğması umut. Ama neresinden bakarsanız bakın, kısa... Yaşadığınız günleri sayın, yaşayacaklarınız ile çarpın, bölün, toplayın, kare kökünü alın, yine de hepi topu bir kaç dakikada hesap edersiniz...




                                           

23 Ekim 2014

Mim, Ödül,

Sevgili Şenay beni aşağıdaki sorular için kitaplar konusunda mimlemişti. Mimlemek terimini blog dünyasında duymuştum ama pek ilgimi çekmemişti açıkçası. Ben ilgilenmediğim için de olsa gerek, mimlenmemiştim. Şenay, hem kıramayacağım bir blogdaş, hem de galiba, ilk defa mimlendiğim için sözümü yerine getiriyorum ve soruları cevaplıyorum;

İlk hayranlığım- kitap olarak tabii ki; İlk okul beşinci sınıfta olmalıydım. Belki de ortaokul ikinci sınıf, tam hatırlamıyorum. Babam okul çıkışında beni bir kitapçıya götürmüştü. Finike' nin Turunçova kasabasında oturuyorduk. Hâlâ, cadde, ortadaki göbek, göbekteki küçük havuz ve köşedeki küçük kitapçı gözümün önündedir, üzerinden nereden baksanız yirmi beş yıl geçmiş olmasına rağmen. Seç buradan istediğin kitapları demişti babam. Ben, geniş ve yüksek raflara baktım, baktım. Kitapçı; şunlar çocuk dünya klasikleri, tavsiye ederim, dedi. O gün o kitapçı başka bir şey dese, o dünya klasiklerinden mahrum olacaktım demek ki. Şimdi aklıma geldi bu da. Bembeyaz sıralı en üst rafta duruyorlardı. Kitapçı tabureye çıktı, on adet kadar indirdi raftan. Ben yine hayranlıkla ve acaip bir sevinçle bakıyordum kitaplara. Seçemedim. Hepsini alayım mı, dedim galiba babama. Ya da o, hepsini alalım, demiş de olabilir. O gün, Jule Verne' in; Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Aya Yolculuk, Dünyanın Merkezine Seyahat, Dünyanın Ucundaki Fener, Balonla Beş Hafta kitaplarını ve şimdi hatırlamadığım başka kitapları almıştık.
İlk hayranlığım Jule Verne ve Balonla Beş Hafta'dır. Sanırım o günler de balonla dünyayı dolaşmak nasıl güzel bir şey olurdu, diye düşünüp duruyordum...
Favori serim; Okuduğum ve sevdiğim tek seri, Açlık Oyunları. İyi bir distopya örneği. Satır aralarında anlatılan insanlığın geldiği noktanın hiç de olmayacak bir şey olabilmesi, insanı çok ürkütüyor.
Favori kitabım: Her zaman aynı olmayacağını düşünürüm. Şimdiye kadar okuduklarım arasından hala Yüzyıllık Yalnızlık' tır. Anlatılış tarzı ve bana göre bir hikayeyi değil, hayatı anlattığı için sanırım uzun süre daha favorim kalacak.
Favori erkek karakterim: Yok, aklıma da gelmiyor olabilir.
Favori kadın karakterim: Bakın bu var; Angela Vicario! Kırmızı Pazartesi kitabının yan karakterlerinden biridir. Bayılıyorum o kadına!
Favori okuma saatim: Hiç, hadi okuyayım demedim. Çantamda kitap olmazsa çantam eksiktir. Ne zaman olursa okumaya çalışırım.

Mim ve ödül için hatırlandığım için tekrar teşekkür ediyorum...

21 Ekim 2014

Özgül

Sahici aşk özgül olarak ötekine seslenir ve sahipliğin yansımış imgesi olan kişilik putuna değil, sadece sevilen çizgi ve özelliklere bağlanır... Somut ve özgül olanı koruyan şey onun yinelenemez oluşudur; farklı olanı hoş görmesinin nedeni de budur.

Theodor Adorno, Minima Moralia 

20 Ekim 2014

Bilmeli ki,


Yarasayı güzel bulmak isteyen kişi, onun yarasa olduğunu bilmek zorundadır.

Theodor Adorno, Minima Moralia

16 Ekim 2014

Bugün kendimle karşılaştım

Sabah evden çıktım. Yok yok sabah değil, ağız alışkanlığı işte. Öğlen gibi evden çıktım. Akşam üstü çıkmam gerekirken bir telefon görüşmesine aşırı sinirlenip kendimi evden attım. O konuşmadan da bahsederim sorun değil, sonra ama.
Hava, romantik komedilerde halâ başrol bekleyen eski aktrisler gibiydi. Sonbahar yarılanmış haberi yoktu. Beş dakika sürmez otobüs durağına varmam derken kendime, sağ yanımdan biri,"Bak, hava bahar sanki, hadi gel aşağı doğru yürüyelim şöyle", dedi. Sanki bana denmiş gibi geldi nedense kafamı çevirdim. Orta yaşlarında, sportif giyimli bir kadın, kendinden kısa boylu başka bir kadının elinden sımsıkı tutmuştu. Başımı çevirip sese baktığımda elinden tutulmuş diğer kadınla göz göze geldim. En az seksen yaşlarında, başında mavili bir yazma, yüzü ince kalın çizgilerle kaplanmış, oldukça ince yapılı, hem gençken hem şimdi kısa boylu olduğu belli, küçük yüzlü bir kadındı. Gözlerinde gördüğüm şey beni uzun bir süre bırakmadı.Ta ki; otobüs bekledim, bindim, indim, metroya bindim, indim, tekrar otobüse bindim, indim, hala aklımdaydı.

Çok büyük ihtimalle yanındaki genç kişi kendisine bakmakla yükümlü bir görevli idi. Epey bir adımlarımı yavaşlatıp konuştuklarını dinlemeye, görevlinin yaşlıya nasıl davrandığını izlemeye çalıştım. Hani, zaten bütün sinirlerim ayaklanmış, kovacak yer arıyorum, kötü bir şey dese kadıncağıza da, görevlinin üstüne yürüsem diye beklemedim değil.
Kan bağı olsa elinden değil kolundan tutacağını düşünüyorum. Hatta eminim koluna girmiş olacağına. Ve yaşlı kadın çevresine o kadar "yabancı" bakmazdı eminim.
Çocukların ve yaşlıların -bir açıdan- bir farkları olmadığını gördüm o an. Elinden tutulan ve dünyaya çaresizce, muhtaçca bakan gözler... Diğer yandan çok büyük bir farkları vardı; biri geleceğe diğeri geçmişe bakıyordu...
Kadınlar ve çocuklar: yangında ilk kurtarılacaklar. Onları da kurtarmıyoruz o ayrı da, yaşlılarımızdan neden bu kadar hızlı vazgeçiyoruz, bunu düşündüm bugün.

Ben severim yaşlılarla sohbeti. Hele böyle; dağlara bakıp, bir dere kenarında otursak, o, dağların eteğinde yaptıklarından başlasa bana anlatmaya, değmeyin keyfime. Bazen aynı şeyleri tekrarlasalar da, yorulsam da, sıkılsam da bazen, hiç biri sevmeme engel değil. Ne tuhaf değil mi, herkes yaşlılığa doğru gittiği halde, en çabuk ve acımasızca onlardan vazgeçiyoruz. Misal; babam babaannemden önce öldü. Oysa sorsanız etrafınıza derler, sırasıyla değil derler, öyle beklerler ama... Babaannem halen hayatta, Allah daha ömür versin.

Babam bu türküyü pek severdi. Zaten Kamil Sönmez 'de kendisinin ilkokul arkadaşıymış. Vona' da Perşembe' nin eski adıdır.

Dedim ya, yaşlı kadınla göz göze geldim. Bir müddet ben ona baktım, o bana baktı. İlk başta anneanneme benzettim. O geldi aklıma, özledim. Huzur içinde yatsıni dedim. Sonra, o değildi benzettiğim dedim, kendi kendime. Kime benziyordu biliyor musunuz? Bana. Yaşlılığıma çok benziyordu...

13 Ekim 2014

Denge (Tekrar)

Buyulu Gerceklik: Denge...:

Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan...
...
Koşan atlar düşen atları hatırlatır...
...

10 Ekim 2014

Sayiklamalar XI

Son dört yıldır aynı soruyu sorup cevap alamıyorum kendimden. Galiba soru yanlış...

06 Ekim 2014

Yazının Okunur Hali

Yeni şehirdi, evdi, taşınmaydı derken yazmayalı tam on beş gün olmuş. Yine bildik cümleyi tekrarlamadan geçmeyelim; zaman ne çabuk geçiyor!  
Üst üste yazarak "Uzak Topraklar" dizisini bitirmeyi planlasamda, evdeki hesap çarşıya uymadı. Meşguliyetim bir yana, yeni evimde henüz İnternet erişimim yok, cep telefonundan bağlanarak da yazmak istemedim açıkçası. Hala İnternet bağlantım olmasa da bir fırsat buldum şimdilik. İnsanın istemediği bir şeyi yapmamayı seçebilmesi ne güzel bir lükstür değil mi? Benim hayatımda çok yoğun değildir bu. Ufak tefek gündelik yaşamımda olmuş olsa bile, büyük virajlarda pek mümkün olamadığı için ben de böyle gündelik yaşamımda tercih edebiliyor olmayı severim, sevmediğim şeyleri yapmamayı...
Lakin, yazmayı özlemişim. Yazmayı özlemiş olmaktan mutluyum şu anda. Alışkanlık olmasından, yazmayınca kendimi eksik hissetmiş olmaktan mutluyum. Mutlu olduğumu anladığım zamanlar, oturup o anı düşünmeyi, mutluyum demeyi seviyorum. İnsanın mutlu olduğu anı algıladığı zamanlar azdır çünkü. Güzel bir müzik dinlemek, iyi bir resme uzun uzun bakmak, dağları izlemek, nehrin akışında düşüncelerimin akmasından haz duymak gibi mutluyum. Şu anda bir filmin bitişinde bir şarkı çalıyor, kimdir, nedir şarkı bilmiyorum, içimi çok rahatlattı da oradan aklıma geldi bu benzetmeler. İçim rahat değil evet, bir an rahatlayınca yazmak istedim.

Yazma isteğimin altında yazmak konusu var. Bu konuda burada üç dört yazı yazdığımı hatırlıyorum. Her bir, "şaşırtıcı" bir yazı okuduğumda bu bahis gelir aklıma. Nedir şaşırtıcı olan? Ne yazdığınız değil, nasıl yazdığınızdır yazınıza değer katan diyor üstatlar. Katılıyorum. Öyle olduğu da aşikar. Yoksa, misal; Kırmızı Pazartesi dediğimiz roman, yarım saatlik bir zaman diliminde genç bir adamın, bir genç kızla cinsel ilişkiye girdiği iddiası ile kızın abileri tarafından öldürülmesini anlatır. Marquez bu yarım saati yaklaşık seksen doksan sayfa da anlatır, ve benim en sevdiğim hikayelerden birini yaratır. Hikaye de gerçektir hatta, bizde de bolca olan, üçüncü sayfa haberlerinden birini hikayeleştirir. Ama be Marquez, o nasıl bir anlatmadır... Nasıl bir kelime seçimidir ilmek ilmek işlenen. Her Marquez okuduğumda, bu adamın alfabesi kesinlikle yirmi yedi harfli olamaz derim... Güzel yazdığını düşündüğüm üç yazar da, bir diğeri de Hasan Ali Toptaş, ve kalan diğeri henüz ünlü olmadı, çocukluğunu büyüklerinden öykü-masal dinleyerek geçirmiş. Bir ilgisi olabilir iyi yazmakla galiba... Konunun bu kısmında bir sorun yok bana göre.

Konunun temeline dönersek; özellikle bu 'blog' dünyasında ne zaman gündelik yazılar okusam, benim de aklıma hep öyle gündelik konular geldiği, ama her seferinde, neden yazayım ki böyle bir olayı dediğimi hatırlarım. Kim, neden okur ki bunları diye düşünürüm. İşte şaşırdığım budur. Okusa okusa benim gündemimle yakından ilgilenen birileri olabilir derim. Sonra oturur, ta başa döner, zaten bu 'blog' uygulamasının yaratıcısı bana gelse, "ne dersin, tutar mı bu", dese, "hadi canım sende", diyeceğimi hatırlarım. Sonra da televizyonun yaratıcısının sözünü hatırlarım. "Kim, neden saatlerini o kutunun başında geçirsin ki..." Bu tür gündelik, ama iyi yazılmış olayları ben de severek okurum ama hala yazmaya değer bulamıyorum, sanırım iyi yazamadığımı düşündüğümden...

Şaşırmaya devam ediyorum; iyi yazılmamış, fakat yazılmış gündelik hikayelerin çok kişi tarafından okunması ve başkalarının gündelik hayatına olan merakımıza... Yani, ünlü birileri olsa, tamam, daha bir anlayabilirim. Fakat değiller. Tamam, çokluk kaliteyi göstermez ama sonuç bu oluyor. Neden hiç tanımadığımız insanların kimle, nerede, nasıl, ne yaptığını okuyoruz, edebi değeri olmamasına rağmen...
Konu sosyal medya denen fenomenin geldiği noktaya bağlanıyor aslında, bireyselleşmeye, iletişim kanallarının değişmesine, insanların varlık sorunlarına çözüm arayışlarına, kendimizin "özel", ötekilerin "sıradan" olduğunu düşündüren kibrimize, var olmanın dayanılmaz hafifliğine...

Ama bu başka yazının konusu olsun...
Yazı, iyi başlamış, aniden kesilmiş, kötü sonlandırılmış gibime geliyor ama, kalsın, öyle olsun...