30 Haziran 2014

Kelimelerin Anlamları

Alıntı;
- Kendimi kaybetmekten korkuyorum.
- Kaybet, ne olur ki?
- Olmaz, ya bulamazsam sonra.
- Ben seni bulurum. Kaybolursan bil ki bendesin, ben seni bulurum.
Ya da; - Kaybolursan ben de kaybolursun, bendesindir yani, sorun yok.- Hangisiydi acaba?
Son satırını hep karıştırıyorum bu alıntının. Neydi, nasıldı, hatırlamaya çalışıyorum durup durup.

'Bin Muhteşem Güneş' kitabında Tarık & Leyla 'nın bir konuşmasını ve Leyla'nın günlerce hatta üzerinden aylar geçmesine rağmen hep o konuşmayı hatırlamaya çalışmasını hatırlıyorum bu alıntıyı hatırlamaya çalıştıkça.
Sonra, o zamanlar benimde kitaptaki bu detaydan ne kadar etkilendiğimi, evet, bazen bazı cümlelerin tam olarak nasıl olduğuna ne kadar önem verdiğimi hatırlıyorum.
Şimdiler de ise düşünüyorum da; ne denilmek istendiğini anladıktan sonra, ne denildiğinin, hangi kelimelerle denildiğinin ne önemi vardı...
Ama işte, şimdi de başka bir sorun çıkıyor ortaya: Aynı kelime farklı kişiler için farklı anlamlara gelebilir. -Belki bu yüzden bu vakte kadar fazla takılıydım kelimeler üzerinde.- Kişi, kendi deneyimleri ve anlamlandırdığı hali ile kelimelere farklı anlamlar yükleyebilir. Bambaşka bir anlama bile çağrışım yapabilir kelime kişide. Oysa söyleyen kişi de kelimeyi kendi bildiği anlamıyla kullanır. O zaman, ne denilmek istendiğinden nasıl emin olabileceğiz?
Diyebilirsiniz ki, anlamadık bir örnek verir misin? Hiç yok aklımda inanın ki. Ama biliyorum, oluyor böyle şeyler.

Bilirsek karşımızdakini yeterince, kelimelerinin anlamını da çözebiliriz gibime geliyor. Birini bilmek için de onu dinlemek gerekir. Dinleyebilmek için de dinlemeyi istemek. Evet, galiba böyle. Her şey istemekten geçiyor...

29 Haziran 2014

Nedir?

"Sevgi, bir kişinin, kendisini bekleyen bir kişinin kendisini beklediğini, bilmesidir." Oruç Aruoba 

28 Haziran 2014

Şiir: "Terastaki Havlu"

Terastaki Havlu


Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda. 
Akşam üzerileri karşılaşıyorduk, ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma.
Aynı terasta yan yana kuruyordu çamaşırlarımız, bu ürpertiyordu beni; acemi, tutuk bir kaç sözlük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk gün batımını, bu da ürpertiyordu beni. 
Işığın azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine. 
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda. 
Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu. 


Pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. İkimiz de yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında. 
Oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler. 
Birbirinden kamaşmaya başlamıştı tenlerimiz dokunmasan da yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü aramızdaki çekim. 
Tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara.

 
O akşam terastaydık gene.Gün çoktan batmıştı. Çamaşırlar asılıydı uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları.

Nedense her zamankinden başka bakıyordun bana. 
Sonra usulca dedin ki: 
'İlk kez bir erkeğin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde.' 
Benim için yaz başlamıştı. 
'Dokun öyleyse,' dedim. 


Sustun. Uzun uzun baktık birbirimize. Kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde. Sonra hiçbirşey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. Saatlerce orada, gecede ve o terasta kaldım. 
Sabah uyandığımda odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin baktım.Yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgârda. 


Bir daha hiç rastlamadım sana, hiç bir yerde hiç bir yazda. Düşünüyorum aradan tam on üç yıl geçmiş. On üç yıl önce içinde uyanan isteğin anısı saklı duruyor mu sende? 

Birden adını hatırlamadığımı farkettim bu şiiri yazarken, ama terasta çırpınan havlunun rengi hâlâ gözlerimin 
önünde. 
On üç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde neden ansızın aklıma düştüğünü sordum kendi kendime. Sonra anladım: 
Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde.


Murathan Mungan

27 Haziran 2014

Görecelilik...

Sabah zar zor uyandım. Bu sabah kalkamamışsın erken diyen herkese de "Hiç uyuyamadım, bir ara sabah 6 gibi açtım gözümü ama yeni yummuş gibi hissediyordum" dedim. "Evet, o ne sıcaktı öyle, bende zor uyudum" diyordu ev ahalisi hep bir ağızdan. "Sıcak mı, evet sıcaktı ama o ne fırtına idi öyle, balkondaki masa bütün gece bir aşağı bir yukarı kaydı, sandalyeler zıpladı sanki, rüzgarın sesinden uyuyamadım ben", derken hepsi şaşırmış bana bakıyordu. "Kimse rüzgarı duymadı mı?", dedim ben yine hayretle. Hepsi tuhaf tuhaf yüzüme bakıyordu "Ne rüzgarı abla, sıcaktan pişiyorduk biz." dediler. Dayanamadım tuttum elinden birini balkona getirdim; divanın örtüleri yerlerde, masa öne doğru gelmiş, sandalyeler rastgele yerleşmiş gibi duruyordu. Evet, dün gece orada bir şeyler olmuştu, sanrı değilmiş duyduğum sesler. Yine de kimse bir şey duymamıştı.
Oysa bana, balkondaki her şey birazdan yola fırlayacak, ya da pencereden üzerime geliverecek gibi gelmişti tüm gece. Karmakarışık kabuslar, sesler, rüzgar, tedirginlik hepsi vardı ama en az sıcak vardı. Birileri bana özel gece tertiplemiş anlaşılan. Öyle olsun, ne diyelim.

Küçük kasabalar böyledir, birileri sizin için hep en iyisini bilir, hep en doğrusunu ister. Aynı türden davranışlar, aynı insanların aynı sözleri bazen, bakış açınıza ya da hayattan beklentinize göre bir zaman avantaj, bir zaman dezavantaj gibi gelir.
Şimdilerde, büyük şehirlerin camlı plazalarında uzun zamandır çalışan hemen herkesin hayal ettiği gibi; küçük, şirin labirent sokakları, minik çakıl taşlı bir sahili, sahilinde tahta masalı sandalyeli bir çay bahçesi ve akşamları deniz fenerinin önünde çekirdek çitleyerek, komşu kızının önünden geçmesini dört gözle bekleyen liseli gençleri olan eskilerin süngerci bugünlerin turistik bir kasabasında vakit geçiriyorum. Bir nevi geçici esnaflık yapıyorum. O, labirent, denize bakan sokakların birinde benzer esnaflarla her sabah aynı ritüel tekrarlanıyor. Dükkanlar açılır, kapı önleri süpürülür, dışarıda durması gereken mallar cam önüne çıkarılır, tozlar alınır ve taburelere oturularak çaycının dükkanını açması beklenir. Dün sabah hemen yandaki marketten soğuk bir mandalina şiveps aldım. Yıllar var içmedim mi hatırlamıyorum, o ne güzel bir tatmış öyle. Aldıktan on-on beş dakika sonra açacak almak için yine markete gittim. Market sahibi; "İçmediniz mi daha, ılımıştır o, getirin değiştirelim, öyle güzel olmaz", dedi. Bu, çok hoşunuza gidebilecek ilgidir sizi bir zamanlar kasabadan kaçırabilecek şeyler... Büyük şehirlerde "ahh, kalmadı öyle şeyler dedikleriniz mesela; Çaycının daha ikinci gün, "Şekersiz ve büyük bardak değil mi", diyerek çayınızı getirmesi, komşulardan birilerinin sık sık dükkana dalıp sohbet konusu açması, elinizdeki kitaba ya da gömüldüğünüz bilgisayara doğru kaysanız da sohbete devam etmesi. Hoş gelir gün olur bunlar ya da ruhunuzu sıkar gün gelir. - Size ne gazozumu nasıl içtiğimden, belki ılık içiyorum, dün büyük bardak içmiştim şimdi küçük isteyebilirdim neden sormuyorsunuz, neden karışıyorsunuz, neden bireyselliğime ve sessizliğime saygı duymuyorsunuz gibi gibi...-

Bir çok kararımız, fikrimiz, bugün neye ihtiyacımız olduğuna bağlıdır aslında.
İhtiyaçlarımızın bizi kör etmemesi, bize "yakışacak" şekilde, bugün olmasını istediğimizin yarın kahrımız olmaması dileği...

21 Haziran 2014

"Tesadüfen Yan Yana Düşerdi Rakamlar"

"Dönecek bir tavan arası yoktur bazen, ne de gidecek bir şehir. Her yer aynıdır aslında, hiç bir yer aynı değil. Gidebilmek sadece bir özlemdir kimilerinin dilinde, olmayacak duaya amin diyenlerde çıkabilir. Firar ederken kök salar kimileri; kök salarken firar edenler de olabilir. Her merhalenin bir arpa boyu yol olması, telaşı olup da huzuru olmayanlara pek ağır gelebilir. Öfkeli ruhlar nedense hep aynı tohumla rahme düşüp, hep aynı rüzgarla dehre gelir. Bir bedçehre, başka bir bedçehrenin daha ilk bakışta okur seceresini. O kadar azdırlar ki kaybetmek istemezler birbirlerini. Sevişirler; sevişmek iyi gelir bazen. Taammüden öldürmek için hafızalarını, dar-ı dünyadaki en münasip cinayet mekanını bulabilmek ümidiyle yollara düşerler. Hep Doğu'yu gösterir pusulaları; gerçi dünya yuvarlaktır. Sılasızdır kaçaklar, dolayısıyla gurbetsiz. Hangi demde olursa olsun, onlar sadece birbirlerine aittir. Aşk sonradan gelmez hiç bir zaman. Varsa vardır, o kadar." 

Yanılma payımız olsa da, ki her zaman vardır, denizlerin sonsuzluğu ve sınırsızlığıyla kıyıda yaşayan insanların hikayeleri ile, bozkırların aynı sonsuzluğunun yanında o sonsuzluğa inat dimdik dağların gerçekliğinde, her yanının aynı sarılıkta olduğunu doğmuş olması kadar doğal karşılayan insanların hikayeleri aynı değildir. Karanlık hakimdir, şerhalarının kalıcı olduğunu bilen bozkır insanın yüreğine. Çemberin diğer tarafını bilmezler, bozkırın her yönünün aynılığı ile, çirkin varsa güzelin de olduğunu, iyi varsa kötünün de olduğunu unuturlar. Tıpkı aynı zehirden elde edilmişliğini panzehrin unuttukları gibi. Çemberin tamamlanabilmesi için zıddının olması gerektiğini unuturlar.
"Bilmemek, kendi gölgenden korkmana sebep olur, bilmekse başkalarının gölgesinden. Biri içeriden kuşatır seni, öteki dışarıdan."
İçeriden kuşatılmışlardır onlar. Ve belki de bilseler bile gözleri ile görmedikçe inanmazlar. İnanmadıkları için bilmeye güçleri yetmez. Kıyıda yaşayanlar, öte de, mavinin bittiği yerde beyazın başlamasından bilir, orada başka hikayelerin olduğunu. Gitmeyi düşler kıyının insanı. Düşleyebilir bozkır insanın aksine. Bu yüzden ışığa yakındır yüreği. Ya denizin getirdiklerinden bilir, ya dönen gidenlerden ama bilir; çember zıddıyla tamamlanır. Başka bir hikayesinin olabileceği umuduyla düşler. 
"Fakat umut ciddi bir meseledir. Umut tehlikelidir. Bilhassa kendinden umudu kesenler için umut pek tehlikelidir." 
Onlar, ateşi görmeden kıvılcımlarına, kıvılcımların ışığına bile umut derler. Onlar, çiği yağmur, ilk cemreyi bahar sanırlar... Ama bilinir ki, yine de,
"Arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır." *
Dünyanın bozkırında, okyanusunun kıyısında da dursa kişi, hikayeler birbirini tamamlar; birbirine değe değe. Ve gitmek değildir hikayenin değiştireni...
"Bu kadar uzak bir yere gelip, hayal kırıklığı aramaya değer miydi ? "**  
 Gidilen yere giden kişi, gelinen yerdeki kişidir. Bir başka hikaye başlamaz orada, kişi kendi hikayesinin hem taşıyanı hem nakledenidir. Kişinin kendi hikayesi diye bir şey vardır, ama hikayenin ne tek sahibi ne de tek tanığıdır. Hikayelerin dokunduğu kişilerden biridir kişide. Ve,
  "Ummanların ötesinde bir altın şehir yok." ***
Şehrin insanları, insanların hikayeleri, şehrin hikayeleri... Bir şehirden diğer şehre taşınan, birinden diğerine taşınan hikayeler. "Birinin yüreğinde kök salan bir hatıranın, diğerinin damarlarından akıp gidiyor" olduğu hikayeler... Diğer şehirde kendi hikayesinin tamamlanmasını, çemberin diğer yanını bekleyen insanlar. Bu şehirde kesilen, sonlanan hikayesinin kalanını nerede arayacağını soran insanlar...

* Cemil Meriç
** Lamartine
*** Cemil Meriç
Diğer alıntılar; Şehrin Aynaları, E. Şafak

19 Haziran 2014

His...

Hissetmemek bir meziyettir bazen; donmuş bileklerini bile kesemez insan.
Hissetmemek bir eziyettir bazen; donmuş bileklerini bile kesemez insan. (Şehrin Aynaları, E.Şafak)

18 Haziran 2014

Anlatı Yönetimi; Söz Sanatı

Bu hafta son ders yapılacak. Şimdi yazacaklarım geçen hafta gidemediğim dersin arkadaşımdan aldığım notları. Sekiz haftalık koca program da böylelikle bitmiş oluyor. Zalim zaman... Ve de lütuf olan zaman...
Gelelim dersin notlarına;
Metafor: Neye benzediğini söylemeden yalnızca benzettiğinde oluyor. Örnek: Uzun ince bir yoldayım: Yolu hayata benzetmek. Yunanca bir kelime olan metafor değiştirmek anlamına gelen' meta' ve taşımak anlamına gelen 'pherein' sözcüklerinden meydana geliyor. Anlamı bir yere taşımak için araç yani. Ama dile çok yerleşmiş, neredeyse deyimleşmiş metaforlar da var. 'Kafam kazan gibi'
Simge: Belirli değil, bağlama göre, muğlak.
İşaret: Genel geçer, kabul görmüş.
Anoloji ve benzetme temelde aynı. Alegori ise daha sistematik. Alegoriye örnek: Hayvan Çiftliği romanı. Her hayvanın gerçek hayatta bir karşılığı var. Alegorinin ilk amacı açıkça yazılamayan şeyleri gizlemektir. Narnia Günlükleri Hristiyanlık alegorisi örneğin. Hem düz okuyabilir hem de anlam çıkarabilirsin.
Metanomi (mecaz-ı mürsel) : Ad aktarması yapılırken herhangi bir varlık ya da nesne anlatılmak istendiğinde, onun bir parçasından bahsetmek. Örneğin; Beyaz Saray'ın yaptığı açıklamada ...
İroni: Söylediğinin tersini söyleme. Tersinleme. Sözel ironi; Bravo! Çok zekisin. Durum ironsi; meteoroloji uzmanının yağmurda ölmesi. Dramatik iron; kahraman herşeyin iyi gittiğini sanıyor ama biz birazdan öleceğini biliyoruz. Bunu okuyucuya sezdirmenin bir çok yolu var. Kozmik ironi; her şey sonunda kötüye gider. Tanrı herşeyi bitirecek.

Ödev; "Salinger'ın ya da Le Guin'in öyküsünde olduğu gibi bir metafor ya da simge üzerine, ya da Barthelme'ninki gibi bir durum ironisi ya da dramatik ironi üzerine bir öykü kurmak. Ama eğer konuya yeterince hakim olmadığınızı düşünüyorsanız, son ders kıyağı, kafanıza göre bir öykü yazabilirsiniz! "
Ben maalesef hiç birini yazamayacağım galiba. Neredeyse okuma-yazma bilmiyormuş gibi hissediyorum bu günlerde kendimi bu konuda, ne yazık ki. Ama yazacağım az bir zaman sonra, okuyacağım da söylenenleri. Kendime ödevim olsun…

Şiir arıyordum kitaplıkta. -Sanırım bakın bu bir metanomi oldu. Şiir kitabı demek istediğimi herkes anladı değil mi? Eskiden, aldığım kitapları kapladığımı fark ettim. Bildiğiniz şeffaf, yumuşak jelatinle özene bezene kaplamışım. Hatırlıyorum, akşamları evde yere bağdaş kurup bir yandan müzik dinliyor bir yandan kitapları kaplıyordum. Keşke daha fazla okusaymışım kaplayacağıma… Kitaplardan Louis Aragon'u şiirlerden "Mutlu Aşk Yoktur" u seçtim. Kim bilmez Aragon'un Elsa'ya olan aşkını değil mi? Karısına olan aşkına nice kitaplar, şiirler yazmış bir adam neden "mutlu aşk yoktur" der ki... " Zaman sensin" demiştir mesela Elsa'ya... Sonra, yine kapladıklarımdan Oscar Wilde ve Aforizmalarına geçtim. Komik adammış bu Oscar Wilde bence. Mesela;

"Bir evlenme teklifinde gerçekten romantik hiçbir yan göremiyorum. Kabul edilmesi mümkündür. Sanırım, bu en sık görülen durumdur. O zaman tüm heyecan kayboluyor. Belirsizlik, aşk macerasının özünün ta kendisidir.

"Azıcık olasılık dışı olmak her zaman gereklidir."

"İnsanlar durmadan kesin inançlara sahip olmanın iyi bir şey olduğunu söylüyorlar. Şüphenin çok daha ince ve keskin güzelliğini tamamen unutmuşa benziyorlar. İnanmak oldukça vasat bir eylemdir. Şüphe duymak ise insan zihnini yoğun bir biçimde meşgul eder. Uyanık olmak, yaşamaktır. Kesinliğin beşiğinde sallanmak ise ölüm."

"Kehanet diye bir şey yoktur. Kader bize haberciler göndermiyor. Bunu yapmayacak kadar kurnaz ya da gaddardır."

"Ağlamak, güzel kadınların sığınağı, güzel olmayan kadınların ise yıkımıdır."

"Ben daima, evlenmek isteyen bir adamın ya her şeyi bildiğini ya da hiçbir şeyi bilmediğini düşünmüşümdür."

"Kişisel sorunlarım canımı aşırı derecede sıkıyor. Ben başkalarınınkini tercih ediyorum."

"Toplum suçluyu genellikle affeder, fakat hayalperesti asla affetmez."

"Tüm kadınlar sonunda annelerine benzerler: Bu onların dramıdır. Erkekler için böyle bir durum asla söz konusu olamaz: Bu da onların dramıdır."

"Koşullar hayatın bize indirdiği kırbaç darbeleridir. Bazılarımız bu darbeleri fildişi beyazlığındaki çıplak omuzlarında hissetmek zorunda kalırken, diğerlerine paltolarını giyme izni veriliyor-işte tek fark bu."

"Yaşamak dünyada en nadir şeydir. İnsanların büyük çoğunluğu var oluyorlar-hepsi bu."

not: Nereden çıktı bu yazılar derseniz; işte burası.

11 Haziran 2014

Anlatı Yönetimi; Karakter

"Romanlarda, hikayelerde, kurgularda insanlar olur, hayvanlar olur, çeşitli canlılar ya da cansızlar olur, bunlara karakterler deriz. Çok uzun zamandır kurgularda karakterler yoğun olarak insanlardır. Bazı karakterler farklı kurgularda aynı olabillir.Mesela şovalyeler, krallar benzer karakterlerle farklı edebi ürünlerde yer alabilirler. Ortak özellikler taşırlar; kahramanlık, cesaret, iyi yürekli adamlardır. Karakterlerin kim olduklarını olay örgüsü şekillendirir. Yaptıklarından biliriz, tanırız, ne yapar, ne yer , ne içer, dolayısıyla kimdir bu kişi? Karakterin varlığından ya da bir insanın gerçekliğinden nasıl emin olabiliriz? Bir karakteri tanımanın en kalıcı yolu onu durumlar içinde göstermektir. Yani lafa değil, icraata bakmak. Karakterin / kişinin kendini ispatladığı/ gerçekliğini/ nasıl bir karakter olduğunu olaylar örgüsünde göstermektir. Birine sıfatlar yüklemek değil, cimri, cömert v.s. demek değil, olaylar üzerinden onun cimri olduğunu göstermek gibi. En baştan bu karakter/kadın/adam nasıl biri diye düşünmekte fayda var. Karakteri hem okuyucu hem yazar için özel kılan bir şey olmalı. Okuyucuya bir şey veriyor olmalı yazar. Neden bu karakter? Niçin okuyucular bu karakteri tanımalıyız? Yazar neden bu karakteri anlatıyor.
Bir diğer gösterge de kafasının içini, duygusunu göstermek; ama bunu yaparken düşüncelerinin içineçok girmemeye çalışın. Yani şöyle şöyle düşünüyor şeklinde değil, yine olay örgüsünde içinde karakterin olaylara bakış açısını göstererek. Aksi biraz kestirmeden gitmek olur. Yapmanız gereken yerler olabilir, fakat mümkün olduğunca kaçınmak gerekir. Kısacası karakteri yazar iyi tanımalı ki anlatabilsin. Kafasının nasıl çalıştığını iyi bilmek lazım. Geriye / ileriye dönüşüm-değişim yöntemleriyle de anlatabilirsiniz. Ne zaman böyle biri oldu bu karakter gibi. Kürk Mantolu Madonna buna güzel bir örnektir." – HayatBilgisi Atölyesi Notları- 

Geçen hafta ödev yazmadığımdan bu konuda diyecek bir şey olmadı haliyle.
Yeni ödev: Karakter hikayesi. Yargılamadan. Betimleme serbest ama duygu düşünce bakımından içine girmeye çalışılmayacak. Karakterin nasıl biri olduğunu olaylar içinde tanıyacağız. Aşık olduğu anlatılabilir ama aşık oldu denmeyecek.

Üç dört gün bekledi bu yazı. Ödevi yazamadım. Bu Cuma derse katılamayacağım, bunu da bahane ederek ödevimi yerine getirmedim. Kendim için yazmalıyım tabi ilk önce de, yazamıyorum. Kimseyi anlatamayacağımı düşünüyorum. Geliyor gözümün önüne birileri, ya da hayali bir karakter yaratmaya çalışıyorum, tarifleyemiyorum. Belki de bu temel eksikliğim yüzünden "yazma" işine hiçte soyunmamalıyım(dım). Acaba temel eksikliğim mi? Belki de değildir, belki bu aralar öyle hissediyorumdur. Yoksa, tarifleyebilirim birini bende bir çokları gibi belki. Sonra bir ara deneyeceğim, söz. Not almalıyım! Görüyorum, hissediyorum ama tarifleyemiyorum diyorum ya, görürüm ben, içimden bir tel çekiyorlar gibi hissederim bazen gördüğümde birini, ya da ne bileyim bir şeyi. Ama karakterleri tarif edemiyorum işte. Öyle bakıp yüzüne ağlayabilirim, ya da öfkeden çıldırabilirim, gülebilirim dakikalarca ama deyin ki nasıl biridir o, anlat, zor işte. Mesela ekleyeceğim şu şarkının başındaki mızrap saza değdikçe aynı titremeyi hissediyorum ben sol tarafımda. Vallahi!, aynen fiziken hissediyorum. Sanki " müthiş bir şey" başlamak üzere gibi geliyor titredikçe saz, ben. Heyecanlanıyorum, korkuyorum, bekliyorum; ha açıldı açılacak kanadı, ha yandı yanacak diye lambası bir pencerenin altında sanki. Sözlerini anlamıyor(d)um, uzun süre hiç te anlama telaşına düşmedim. Gerek duymadım, bence müzik, kelimelerin sesi yeterliydi sevmem için. Sonra şükür ve şükran ki yardım edene, Türkçesine de ulaştım.  Boşuna sevmemişim dedim. Dinlemek isteyen için ; Hewara Gule

not: Nereden çıktı bu yazılar derseniz; işte burası.

09 Haziran 2014

Düş Sokağı Sakinleri

Tuhaf bir rüya gördüm dün gece. Sabah uyandığımda daha net hatırlıyordum ve daha çok hissediyordum tuhaf olduğunu ama, yazmak akşama kalınca silindi detaylar. Şimdi tek hatırladığım; hiç bilmediğim bir kasabadaydım. Karanlık ama çok güzel renkli lambalarla aydınlatılmış sokaklar. Karanlık olduğunu biliyorum, "karanlık" hissiyle karşılaşacağımı sanıyorum kasabaya giderken ama öyle olmuyor. Işıklı etraf. Tuhaf olan; sokakların ismi ya da işlevi. Biri, düşünmek istemiyorum-istiyorum sokağı imiş ya da öyle bir şey. Düşünme, düşünce gibi. Diğeri, düşüneceğim sokağı. Allah allah diyorum, böyle sokak mı olur? Ne yapıyor insanlar burada? Sokağa doğru gidiyorum, saat çalıyor uyanıyorum.

Bütün gün kafamdan geçenleri bir kul duysa da kağıda dökse keşke diyorum bazen. Bugün de dedim. Değme yazarlara taş çıkartmasam bile, çok başarılı şeyler çıkacağına eminim. Öyle cümleler geçiyor ki aklımdan, kendim şaşıyorum bunu ben mi düşündüm şimdi?!  Ne yazık insan hızlı düşünüp yavaş yazıyor işte.

Yaşamda yapılacakların bir sırası var öyle değil mi? Biz topluluklar için oluşturulmuş sıralar. Yaşadığımız toplumun sırası ne ise de,  ona uyarsın. Uymazsan mutlu olamazsın. Mutluluğunun öyle bir koşulu var. Öyle mi ? Okula, askere gider, ya da sadece okula, sonra bir işe girersin, girmelisin. Bir eşin olmalı sonra, belki sevdiğin olmasa da olur ama bir eşin olmalı. Çocukların, emekli maaşın ve emekli olunca yapacaklarının hayali olmalı, olur, oluyor. Afrika'da Masai kabilelerinden birinde babalar çocukları ile ilgilenmiyor. Yani, doğumdan sonra onlar için "bir çocuğum var" kavramı yok. Belki haberleri de yok, o kısmını bilmiyorum. Çocuğun bizim anladığımız anlamdaki tüm babalık görevlerini kadının erkek kardeşi üstleniyor. Dayı hem sevgisi ile hem maddi olarak bundan sorumlu. Toplum bunu bilmiş, bunu uyguluyor. Sırasıyla oluyor ya herşey bizde, olmadığında şaşırıyoruz. Tuhaf buluyoruz. Karşı çıkıyoruz, burun kıvırıyoruz, zorlanıyoruz anlamakta. Bu arada; İnsan anlam arayan bir varlıktır. Anlam veremediğimiz zaman korkarız, panikleriz, düşünürüz. En iyi örneği bebeklerdir; biz yetişkinler onlara anlam veririrz. Sırasızlığa şaşırıyoruz demiştim ya, ben en çok "şaşırmadığımız şeylere" şaşırıyorum. Babalar kızlarına tecavüz ediyor şaşırmıyoruz. Çocuklarının üstlerinde sigara söndürüyor, ölümüne dövüyor, ölüme terk ediyor şaşırmıyoruz. Milyonlarca insan bir avuç toprak uğruna ölüyor şaşırmıyoruz. Hep çocuklar; arkadan vuruluyor, aç bırakılıyor, henüz anlamadıkları bir dünyanın hırsına, kibrine kurban veriliyor yine de şaşırmıyoruz... Bayıldığım filmlerden, Manolya filminde vardı; işte buna benzer olaylar şaşılacak. Gökten kurbağa yağınca şaşıyorlardı bir tek, sanki çok biliyoruz atmosferin ardından ne gelebilir her zaman. Öyle fantastik bir film de değildir.Yarı kurgu-yargı gerçektir hatta. Yüzyıllık Yalnızlık kitabı bir diğer örneği, kitap baştan aşağı 'saçmalık' ve Marquez'in kendisin de dediği gibi o kitabı hiç şaşırmadan okuyan insanlar var... 
Benimde var şaşırmadığım bir şeyler, şaşıpta öylesine, yine de baktığım. Sütten çıkma ak kaşık değilim, ama ben biliyorum ki her şey 'sırasıyla' olmak zorunda değil...

"... dünya tatsızlığı kristalleşirken kimyasal bir çözeltide, 
hiç bir şeyi çözemezsin... 
bileklerini de kesemezsin 
anti-maddeye kaçmak istersin sadece 
bazen ama bir insanla bir şey olur 
kısa süren bir şey 
iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi 
bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz..."  Lale Müldür' ün Saatler/Geyikler şiirinden.

07 Haziran 2014

Şiirimsi

Öyle umutla bakıyor ki gözlerin,
Bakınca kahroluyorum umutsuzluktan...

***  
Yine de, canlarıyla can kattıklarını kaybeden Annelerin yanında hiç konuşmamacasına susmalı insan!


Filistinli anneler geriye kalan el bombalarına çiçek ekerek barış! diyorlar... Devamı için haber burada ...
                                                                  ***
İngiliz edebiyatında 'ME, WE'* sözleri en kısa şiir kabul ediliyormuş. Muhammed Ali tarafından söylenmiş. 
"Kelimeler bazı anlamlara gelmiyor" demiş Oğuz Atay, demek bazıları da çok anlamlı.
***
'That's all' **

* Beni,bana, Biz
** Hepsi bu. 

02 Haziran 2014

Anlatı Yönetimi; Betimleme

Diyalog okuyucu hikayenin içine sokarken, daha gerçek kılarken  hikayeyi, betimleme tam tersini yapar. Bir an uzaklaştırır. Tasvir, yazarın biraz kendini gösterdiği alandır. Bakınız! ben iyi bir yazarım dediği yerdir. Yer, zaman, hava, kişi, edim her şey betimlenebilir. (Benim en zor yaptığım şeydir. Eğer iyi yazar iyi betimleme yapabilen ise ben neredeyse iyi bir yazan olamayacağıma eminim. Bir şeyi tarife başladığımda sıkılırım, kelime bulamam, benzer kelimeler aklıma gelmez sanki bir şeyin tek bir adı varmış gibi tek onu hatırlar, "anlayın işte canım!" diyesim gelir.) Aslında asıl ustalık gerektiren şey hem hikayeyi anlatıp hem tasvir yapabilmektir. Tomris Uyar yazarken betimlediği yerleri gidip görmesi gerektiğini, ancak o zaman tarif edebileceğini söylermiş. (Nasıl, ne kadar mümkün kılmış bilmem ama ilginçmiş.) Bazı şeylerin kendisini betimleyerek, bazı şeylerinde etkisini betimleyerek tasvir edebilirsiniz. İkincisi daha etkili olacaktır. Bazı şeylerin tersini söyleyerek ya da. (Dersteki örneği not almamışım, hatırlamıyorum da.) Bu şekilde hikayeden de kopulmayabilir. – HayatBilgisi Atölyesi notları. –

Geçen haftanın ödev eleştirisi; yeni bir şey yazmayıp eski notlarımdan getirdiğimi itiraf ettim, azarımı da işittim. Hikayenin ritmi fena değil, zaman geçişleri iyi. Dilbilgisine dikkat etmelisin dendi; kişi zamirleri büyük harfle başlamaz, bazı cümlelerin zaman kipi bitişleri hatalı vs. Hepsi bildiğim şeyler olduğu için mutluyum.

Ödev: Gündelik bir edim her yönüyle betimlenecek. Yapılan edim, iş, hareketi betimleyeceksiniz. (Zor geldi vallahi, korktuğumdan daha zor geldi hatta. Hayırlısı bakalım. Ev, ağaç, kuş, böcek deseydi, üç elma koy ortaya çiz deseydi, ne olurdu sanki!)

not: Nereden çıktı bu yazılar derseniz; işte burası.

01 Haziran 2014

Elimi Tutsana?

Mayıs 7'si şenliklerinden biriydi. Neden, ne zaman yapılırdı bu şenlikler hatırlamıyorum. Mayısın 7'sinde yapılmazdı, hıdrellez de değildi, denizcilik ve kabotaj bayramı da. Belki bölgeye özgü kutlamalardı, ama bu tarih civarında bir zamanda yapılırdı.Adı da buydu; Mayıs 7'si.
Hep beraber deniz kıyısına inerdik. Takalar kıyıya halk takalara dolardı. Çocuklar bayramlıklarını giyer, kadınlar süslenir, adamlar ütülü gömlekleri ve taralı saçları ile kalabalıklar halinde dolaşılırdı. Türlü çeşit seyyar satıcılar etrafı doldurur, lunaparklar kalabalıklaşır, çimenler çöplenir, kokular çoğalırdı. Amaç daha çok denizde takalarla dolaşmaktı, yer bulmak için sıra beklenirdi. Her yer tatil olur, kimse çalışmazdı. Evlenmek isteyen, çocuk isteyen, bir de böyle isteyelim denilen her bir şey için denize inilir, yedi dalgadan atlanırdı. Kıyıda duracaksın, dalgayı bekleyeceksin, gelince atlayacaksın ve bunu yedi kere yapacaksın. Öyle demeyin; hırçın, aceleci, sabrı anca Sabri ismi ile anan çoğu Karadenizli için hiç kolay değildir. Ne kadar köy, kasaba, yayla insanı varsa şehrin deniz kıyısına inerdi kısaca. Hadi, üşenmedim sordum "Ana Britanicca" ya, işte; tarih karışıklığının ve geleneğin açıklaması: mayıs yedisi

Kaç kez katıldım bilmiyorum, birini hatırlıyorum yalınız.
Kordonda yürüyoruz. Kalabalık, gürültülü, hava güneşli. Annem, babam, ben. Ben babamın bir tarafındayım, annem bir tarafında. Pamuk şekercisi görüyorum, istiyorum. Aralarında bir şeyler konuşuyorlar. O arada mı, sonramı, öncemi bilmiyorum babamın yüzüğünün satıldığını anımsıyorum. Alyansı değil. Kalın, üzerinde bir işaret olan büyükçe bir yüzük. Kızılmaskenin kafatası işareti olan yüzüğü gibi bir şey. Ama üzerinde kafatası değilde, ya üç hilal ya da Atatürk resmi rölyefi olan altından bir yüzük. İlk iflas ettiği zamanlar olmalıydı. Yüzük satıldığı için bana pembe pamuk şekeri alındığını konuşmalardan hatırlıyorum tek. Pamuk şekerimi yerken "elimi tutsana baba" diyorum. İşaret parmağını uzatıyor. Tombul, beyaz, ekmek hamuruna benzeyen elinin işaret parmağını. " Al, bunu tut bakalım" dediğini anımsıyorum.
Ne kadar zayıf olursam olayım, benimde ellerim tombul görünümdedir. Pamuk gibi sade beyaz, zarif görünmez, ekmek hamuru gibi boğum boğum çabuk esmere çalan bir beyazlıkta. Babamın ellerine benzer ellerim.

Hayır, o gün bana pamuk şekeri almak için yüzüğünü satmana müteşekkir değilim baba. Olmayacağım da. O yüzüğü hiç  sevmezdim zaten.  Ben, o gün bana elini uzatmadığın için hiç affetmedim seni. Sağ elimde pamuk şekerim sol elim havada, parmağına bakakaldığımı unutmadım, ve öyle dedin diye tutmak zorunda kaldığım için, ne seni ne kendimi affettim. Senden başka insanlara sordum: "elimi tutsana?" Bana soranlar da oldu: "elimi tutar mısın?" Haftalar, aylar, belki yıllar geçti inceledim ellerini. Soranlara da şöyle derdim: " ya tutamazsan elimi, ya bırakırsan, ya gevşerse parmakların?" Sana inat böyle, korkuyormuş gibi yapıyordum. Öyle sansınlar istiyordum ki benim onların ellerini incelediğimi, anladığım an farkı vazgeçeceğimi anlamasınlar... Kimsenin elinin öyle tombul, ekmek hamuru gibi olmadığını anladığımda bıraktım. Bilemezsin nasıl seviniyordum yeni bir el bulduğumda. Budur, budur muhtemelen dediğimde. Haftalar, aylar, yıllar geçiyor inceliyorum bakıyorum, ölçüyorum, biçiyorum yine hüsran. Senin yüzünden kaç el neye benzemediğini, ne "olmadığını" kaç günlerce düşündü kim bilir... Haklıydılar. Hiç biri Mayıs 7'sinde pamuk şekeri yiyen ve babasının parmağını tutarak yürüyen bir çocuk görmemişti çünkü.
Evet, öfke doluyum hala, hala iki elim iki yakandadır, ama artık... artık affetmek istiyorum seni. Yeni bir ele rastladığımda ne sevinmek, ne ölçüp biçmek istiyorum. Sadece arayacak başka bir "el" olmadığını bilmek istiyorum... Bağışlamıyorum henüz, ama ... bağışlamayı diliyorum...