31 Mart 2013

Korkak!


Merhamet cesaret gerektirir İnsan, sen merhamet edemezsin çünkü korkaksın...

not: Yok, bana poz verirken gülümsemedi, o hep öyle bakıyor insana, dost sanıyor...

28 Mart 2013

"Ruhlar Evi" *




İyi filmdir, * The House Of Spirits". Oyuncuları, üç kuşağı kapsayan uzun hikaye anlatımı, Şili darbesinin küçük hikayeleri ile, aşağıda kitabının yazarından da dinleyeceğiniz gibi tutkunun hikayesidir, sıradan yaşamların büyülü hikayesidir. Büyülü Gerçeklik akımına da bir örnektir. Cümleyi tam hatırlamıyorum ama, filmin ana kadın kahramanı politikaya girmek isteyen kocasına; "politika pis iştir, kimsenin temiz kalamayacağı kadar pis" gibi bir şey söylüyor. Severim. Ve Merly Streep çok güzeldir bu filmde...
Isabel'in de not ettiği gibi; "Doğrudan daha doğru olan nedir: Hikaye..."

          

24 Mart 2013

Zaman

Long Beach, 2013
Hala anlamıyorum şu zaman neyin nesidir ; bir denizde güneş batarken başka bir denizde doğuyor yani... İlginç... Biri aya bakarken, başka biri güneşe bakıyor yani... Şaşırtıcı. Acaba dünya bir zamanlar inanıldığı gibi düz bir tepsi olsaydı, ne değişirdi ? Belki insanlar daha çok savaşırdı, daha çok anlamazdı birbirini. Belki gecedekiler sabahı beklerken bir şeyler değişiyordur zamanda, ve insan vazgeçiyordur öldürmekten. Belki daha çok can almaya karar veriyordur gece olunca... Belki "zaman" bunun içindir; bir şeyleri değiştirmek için...

20 Mart 2013

Shut up and Listen ! *

          Konuşmayı dinlenir yapan bir önemli özellikte, Bay Sirolli'nin hissedilebilen İtalyan tutkusu...

           
           
           not : Mümkünse ingilizce altyazılı ya da  altyazısız dinlemenizi öneririm.

* Çenenizi kapatın ve dinleyin !

11 Mart 2013

Sudan Meseleler

Ölümü düşünmek... Niye burada olduğumuzu düşünmek... Madem buradayız, amacımızı düşünmek, her olanın kendimiz için ya da başkaları için sebebi olup olmadığını düşünmek, hissettiklerimizin bize kattıklarını, bizden aldıklarını düşünmek, acı çektiğimizde biteceğine inanmak, acı çekmemizin gerekliliğine inanmak, mutlu olduğumuzda yaşamı sevmek olmadığımızda sevmemek, kazık çakmaya çalışmak, en büyük olmaya çalışmak ama hep düşünmek... Her ne olursa olsun, yarın ne olacağını asla bilememek ama ihtimallerden birinin "ölüm" olduğundan emin olmak...

Hep sona doğru bir şekilde yuvarlanmak... Her şeyi yaparken hep yaşamayı unutmak, yaşamayı es geçmek... İnsanın tek yaptığı zaten var olana "yaşama", hep isimler bulmaya çalışmak. Felsefeler üretmek... Kendi felsefesini doğrulamak uğruna yıllarını harcamak ama sonunda zaten var olan, zaten binlerce yıldan beri var olan bir gerçeğe, belki başka bir isim yüklemek... Başkalarının ispatladığına çağının getirdiği, bulduğu başka bir isim vererek dünyaya yeni bir anlam kattığını sanmak, keşfettiğini sanmak zaten var olanı... İsimlerin, tanımların, düşünce akımlarının, öyle ya da böyle isimlendirilmesinin, acının tarifinin, sevincin tanımının ne önemi var... Hiç bir şey insanın güdülerini, var oluşsal problemlerini değiştirmedikten sonra... Değiştiremez, adı üstünde varoluşsal problemler onlar. Var olduğumuz için varlar... Dünyaya geldiğimiz için düşündüğümüz kaygılar, endişeler. 

Dünyaya yeni gelen bebeğin gördüğü ilk şeye olan şaşkınlığı neyse, ölen insanın celladını gördüğünde olan şaşkınlığı odur. Ne kadar bilge olursa olsun. Bütün bir ömür tüm bilinmeyenleri keşfetsede asla varoluşsal problemlerini aşamayacak... Ta ki vazçegene kadar. Ta ki, neden sorusunu bırakıp yaşıyor olduğunun farkına varana dek. Tanrı niye burada olduğumuzu düşünmemizi isteseydi cevapları verirdi kesinlikle. Bilmemiz gereken en büyük cevabı zaten verdi: gün olacak geri döneceksiniz... Tek istediğimiz hakim olmak; hayata, sonsuzluğa, bilgiye, tanımlara, tariflere, insanlara,geleceğimize... Hayat hakimi olacağımız, sahibi olacağımız bir şey olsaydı, milyonlarca yıldır "biri" mutlaka olurdu. Gelecekte tüm insanlardan özel olan biri olacaksa ya sen bilemeyeceksin, ya da olmayacak demektir bu. Öyle ise...Varsa Tanrı, zaten O'dur tek hakim... Hayat sadece ait olacağımızdır, ancak o çembere, o döngüye ait olursak sonsuz olabiliriz, yani "yaşarsak varlığımızı", çok önemliyse sonsuz olmak... Bir papatya çiçeğinin varoluşunun hikayesinden öte değildir insanınki. Onun bir derdi yoksa bizim de yoktur... İnsanın kendini farklı sanması kendi aptallığıdır.

Belki de saçmalıyorumdur. İşte bütün mesele de bu ya, kim ispatlayabilir saçmaladığımı ya da saçmalamadığımı...

04 Mart 2013

Yeni Dünya 22: San Diego; Kolunu Uzatsan Meksika

Sınır kentlerinin çoğunluğu böyle sanırım. Yani okuduklarım ve gördüklerim bana gösteriyor ki; insan, şehir, binalar yanyana durdukça birbirine benziyor... Kaçınılmaz şeyler ya da baş etmesi zor sosyal yaşam getirileri olsa gerek.

San Dieogo da Meksika sınırında olmasının bütün özelliklerini taşıyordu. Halk çoğunlukla İspanyolca konuşuyor, Meksika yerlileri gibi giyiniyor, yemekler Meksika kültürü, sokakta sanki hep Meksikalılar vardı. Hoş, İspanyolca Amerika'da resmi ikinci dil kabul edilmiş zaten ama burada İngilizce yok gibiydi.

Tipik güney kentleri gibi diyebilirim. Sıcak, plajlar, bol kafeler, geniş sokaklar tabii ülkeye özgü, blık restoranları, sınırdan gelip giden değişik yerli ürünler...

Şu yandaki ağaçlara bayılmıştım. Buraya özgüymüş. Yerden itibaren geniş dallı, minik kırmızı çiçekli, çok güzel görünüyorlardı. Yine de bir Andressa değildi...

San Diego, Türk ve diğer yabancı öğrenciler için oldukça tercih edilen bir yer. Yaz kışık sıcak ve okyanus kıyısı olması, hem canlı hem sakin oluşu, San Diego devlet üniversitesi ve diğer çok pahalı olmayan üniversiteleri (diğer illere göre), bolca dil okulları, yurtları, sakin insanları ve güvenlik bakımından şikayetçi olunmaması ile cazip epeyce. Hayvanat bahçesi dünyaca ünlü. Parkları ve okyanus kıyıları ile yaşanası bir yer diyebiliriz. Ben sıcak yerleri pek sevemiyorum o ayrı.

san diego

İşte böyle geniş, beyaz kumlu plajları vardı. Pasific okyanusunda salınan beyaz yelkenlileri, güneşinin altında koşan delikanlıları bir de...

san diego

Sahile bakan küçük, şirin, çok çekici evlerine bayıldık. Bazı mekanlar insanın ömrünü uzatmaya muktedirdir, hep söylerim.

san diego

Sahile inen caddesi. Sophia önde ben arkada...

san diego

En sevdiğimn kısım; İkinci dünya savaşının bitişini simgeleyen fotoğraflardan birinin heykeli. Yazılanlara göre, New York'ta trenden inen Amerikalı bir asker barışın ve içkinin sarhoşluğundan ilk gördüğü hemşirenin dudaklarına yapışmış ve ortaya bu resim çıkmış. Kocaman bir heykeli var sahilde, büyük savaş gemilerinin önünde. 

san diego

Fotoğraf çekmeyi pek beceremiyorum, Andressa pek kızardı bana; "ben seni ne güzel çekiyorum sen bi dikkat etmiyorsun", der dururdu. Yine de kıyamaz arada çekerdi beni...

Sizi, eski şehir denilen "old town" merkezinin bir kaç fotoğrafı ile başbaşa bırakıyorum...

san diego


san diego


san diego


san diego

01 Mart 2013

Yeni Dünya 21: Benzin Görevlisi Şart

O kafaları görünen gölgeler biziz. Ben, Andressa, iki Japon, iki Çinli. Polis, bildiğiniz trafik polisi.
Dediler; San Diego hayvanat bahçesi çok güzelmiş, dünyanın en ünlüsü imiş, ve Meksika sınırındaki bu güneşli, plajlı, eğlenceli kenti mutlaka görmek gerekiyormuş. Andressa ikidir istiyordu zaten. Birincisinde bir kaç Çinli son anda caymış, bir gün fazladan tatilimiz olmasına rağmen o hafta sonu Taksim meydanı kadar anca olan kasabamızda kalakalmıştık. Oysa o gıcık Çinlilere yeni arabalarını alırken epeyce yardım etmiştik. Galeriye git gel, İngilizcelerine destek ol, pazarlık et, indirim al, epeyce hani. Söz vermişlerdi bizi San Dieogo'ya götürmeye. Gıcık Han Xiao, bak hala söylüyorum. Sevgili Andressa hırs yaptı, aradı taradı ayarladı, haftaya gidiyoruz San Dieoga'ya, dedi. Tamam, dedim. Eh, araba kiraladık tabii. Hep kiraladığımız yerden. Gidiyorsun anlaşıyorsun, onlar istediğin saatte istediğin yere getiriyorlar. Bir ara satıcı, tam sigortada indirim var ister misiniz? demişti. On dolar fark olduğundan, e olsun madem, demişiz. Sabah Andressa erkenden kalkmış, beş buçukta, Çinlileri ve Japonları kaldıkları yerden almış, geri gelip bana, bak sana yarım saat daha verdim uyuman için, herkesi aldım, hadi artık hazırız, diyerek ranzanın dibinde bitmişti gözümü açtığımda.
Filmlerden görmüş, anlatanlardan duymuşsunuzdur, Amerika'nın pek çok eyaletinde benzini kendiniz dolduruyorsunuz arabaya. Bizde kasabanın çıkışında durduk. İki Çinli'den biri 18 yaş altı, diğerlerinin de ehliyeti yok, araba Andressa ile bana kalıyordu. Andressa kullanıyordu. Ama bunlar dedi, siz kahveleri alın biz benzini alırız, biliyoruz biz. İyi peki, aldık her şeyi çıktık yola. Beş altı kilometre oldu olmadı, tam otobana döneceğimiz bir alt geçidin altında araba ürkütücü şekilde titreyerek durdu. İşte o gördüğünüz arabayı yolun ortasında bırakıp, kenara, kaldırıma çıktık biz gölgeler.
Bir de ben denedim, yok, anahtarı zor çeviriyorum nasıl titriyor araba, korktum patlayacak! Aradık kiralama şirketini, bekleyin geliyoruz, yarım saat, dediler. Az biraz söylenmedik değil; ay biz geç kalıyoruz da, daha üç saat yolumuz var da, nasıl olabilirde, ne oldu da. Yirmi dakika dedi telefondaki. Kadın sesi işe yarıyor erkeklerde!
Beklerken, ilerden bir polis arabası döndü hem eyvah hem ay durun belki anlar, diyerek karıştı sesimiz birbirimize. Bu arada yoldan geçenler, cık cık yapanlar, gülenler ama hiç durup da, ne oldu abla, demeyenler çok. Genç, sarışın, güler yüzü, B.Pitt bakışlı bir şey yaklaştı bize doğru. Andressa arkamdan iteledi, sen git sen de, sen şimdi bir sürü şey söyleyip kafasını karıştırırsın. Ay, niye yaa, ben kafa mı karıştırıyorum, dememe kalmadan, polisciğimiz gülümseyerek bana yaklaştı, aman beğendiğinden değil, arabanın anahtarı bende ve hepsinin ablası gibi duran benim.
Açalım, kaputu gösteriyor ki, normalde yapmazmış, acıdı zahar bize. Ben başladım; ay birden durdu, biz şu şu okulda öğrenciyiz, yabancıyız, hayvanat bahçesine gidiyoruz, sabah girişine yetişmek istiyorduk, o kadar da erken çıktık. Evet evet hepimiz bu arabadaydık, belgeler şurada. Sığdık canım, arkada dört kişi. Yasak mı? gerçekten bilmiyorduk, arkada dört kişi çok rahat niye yasak olsun, şaşırtıcı, hımm. Tamam tabii, dikkate alacağız. Bir şey yapmadık, benzin aldık yola devam ettik, otomatik zaten ne yapabi.., derken, polis gülümsedi, ama bayağı güldü hani, ben ne, ne oldu dememe kalmadan anladım; Andressaaa, benzin fişi nerede? Bu Japonlar, ya da Çinliler git sen, hangileriydi geçmiş gün hatırlamıyorum, benzinli arabaya dizel koy!
Binelim m'edam arabayı şu kenara alalım, trafik zorlanıyor m'edam, dedi Pitt bakışlı. Nasıl, ben mi, yürümüyor ki, derken, Andressa, uzatma Azize ceza yiyeceğiz şimdi bin ne derse yap, bakışı attı. Vitesi N'ye işaret etti, hafif basın, sağa kıvırın, dedi, hemde işaret etti. Hayır acemi değilim elbette fakat paniğim tabii. Bildiğin boşa al sal arabayı olayı, fakat ondan daha korkuyorum ben,  araba boşta iken kontrol dışı geliyor. Her neyse, ben de Andressa'ya adamı ezmimde şimdi bakışı atarken, sevgili sarışınımız otobana çıkan tüm arabaları durdurmuştu. -kasabadan herkes hafta sonu bir yere gidiyormuş meğer-. Sağdaki cebe çektim arabayı. O sıra kiralama ofisinden geldiler, biz de boynu bükük benzin fişini gösterdik, olayı anlattık, özür mözür ne yapalım gibi bişiler dedik. Baktı kağıtlara, çok şanslısınız, tam sigorta yaptırmışsınız yoksa 1500-2000 dolar civarı bir masraf çıkabilirdi, derken o, biz Andressa ile Allahım çok şükür bakışı attık birbirimize. Aldı arabayı, verdi yenisini, yani anahtarlarını, iyi tatiller dedi, orada öyle kendisini almaya gelecek çekiciyi beklemeye başladı.
Biz gittik. Japonlar ve Çinliler sus pus. Hiç anlamadık, ne fena gibi bir kaç cümle ettik, ettiler. Şu an hatırlamıyorum neden nasıl çokta üzerinde durmadan San Dieogo'nun keyfini duyumsamaya çalıştık.

Şimdilik sizi hayvanat bahçesinden bir kaç kare ile bırakıyorum. Ulaşmadık sanıyorsunuz değil mi, ulaştık ulaştık. Sonra belki bir sürpriz yapıp; video ekleyebilirim...





Ve San Dieogo gecesinde biz. Şehir turları sonra...